42- Yılkı
O sabah yine her sabahki gibi yorgun uyandı, bu gece de yine sık sık uykudan uyanmakla ve sonrasında da yine uyumaya çalışmakla tamama ermişti. Bu sene kış zorlu geçmiş, ama o hiç olmazsa gıdasından uzak kalmamış, pencereden gelen ölgün ışığı yattığı yerden izlemek dışında pek bir şey yapmamakla beraber, odacığında pek de soğuğu açlığı hissetmeden yaşamaya devam ettiği için halinden hoşnut, buna da şükür diye diye baharı getirmişti işte.
Yattığı yerin kapısına doğru yaklaşmakta olan sesleri duydu sonra ve ayak seslerini ilgi ile dinledi, yürüyüşünden gelenin Baba olduğunu çıkardı ve onu ayakta karşılama maksadıyla yattığı yerden doğrulmaya çalıştı, ama heyhat! sürekli yatmaktan ve hareketsizlikten olsa gerek ayakları ona hiç de yardımcı olamadılar, bir iki sonuçsuz çırpınış daha yaparken kapı açıldı ve dışarıdan taze bahar kokularıyla beraber Baba içeri girdi. Bu sabah sanki biraz farklıydı Babanın duruşu, çok sevdiği bu adam şimdi biraz tedirgin biraz da düşünceli görünüyordu gözüne sanki. Babaya dikkatle bakarak neler olduğunu anlamaya çalıştı, ama nafile, pek bir şeyler çıkaramadı Babanın yüzündeki ifadeden, ama yepyeni bir şey olacağı kesindi bu sabah. Boş veeer! dedi, bu bahar kokuları, bu yumuşak ışık, bu gün ona ne getirirse kabulüydü.
Gece gördüğü rüya aklına geldi az sonra, kırlarda dolaşıyor, çocukluğundaki gibi neşeyle hoplayıp zıplıyor, kelebeklerin kuşların arkasından onları yakalamaya çalışırcasına koşuyordu, annesi uzaktan sevgi ile onu takip ediyor ara sıra da etrafı ilgiyle izlemeye devam ediyordu. Rüyanın arkasını getiremedi ama.. Artık rüyaları da uykuları gibi kesik kesikti son zamanlarda, uyuyor muydu uyanık mıydı anlamadan bir rüyanın içine dalıyor, ama daha onu tamamlamadan hemen kendisine geliyor, sonra yeniden inatla gözlerini yumup kaldığı yerden rüyasına devam etmeye çalışsa da bir kere ipin ucu kaçtığı için önündeki yumağı bir türlü çözemiyordu. Ama hemen hemen her gece aynı rüyayı gördüğü ve hiç birini de bir türlü tamamlayamadığı için artık buna da alışmıştı işte, olsun, gördüğü kadarı da yetiyordu zaten, bütün kışı neredeyse bu rüyayla geçirse de bu sayede geceleri kendisini yapayalnız hissetmemişti ya, ona da şükürdü.
Baba ona iyice yanaştı bu arada, ve sonunda tatlı bir sesle konuştu; - Kalk oğlum! dedi. sesinde bir sertlik otoriterlik yoktu, bir buyurganlık yoktu, ama sanki biraz titrek ve alıştığından da daha yumuşaktı bu ses, buna da bir anlam verememekle beraber Babanın bu uyarısının da etkisiyle olsa gerek -biraz da yine Babanın yardımıyla- doğruldu ve yavaş hareketlerle de olsa, ayakları titreyip kendisini taşıyamayacaklarını hissettirir gibi de olsa bir kaç denge bulma devinimi ve sağa sola yalpalama hareketinden sonra zor da olsa ayakta durmayı başardı sonunda.
- Bugün ne güzel bir hava var değil mi? dedi Baba, haydi çıkıp dolaşalım biraz Oğlum! biraz hava alalım! dedi, elini sırtına koydu bu arada, Babanın eli biraz titriyor muydu ne?. Beraber odasından çıktılar sonra, daha bahçedeki taşlık yola adımını atmıştı ki Küçük Oğlanın bağırmasını duydu birden; -Gitmesiiin! diye bağırıyordu ve sanki ağlıyordu sevimli yumurcak, onunla ne güzel oynadıklarını, sırtında taşırken düşmesin diye neredeyse pür dikkat, her adımını korka korka attığını hatırladı. Acaba şimdi neden o da gelmiyordu gezmeye onlarla ve niçin yırtınırcasına ağlıyor ve annesinin ellerinden kurtulmaya çalışıyordu ki böyle?. Buna da bir anlam veremedi işte. Babanın eli hâlâ omzundaydı ama sanki biraz daha yumuşak ve titrekti elleri şimdi. Bir ara göz ucuyla iki kolu yere uzatılmış ve secdeye varmış gibi duran emektar iki tekerli arabalarına baktı, sanki o da ona mahzun mahzun bakıyor gibiydi, anlaşılan o gelmeyecek ve burada kalacaktı bugün, bu duruma biraz sevindi laf aramızda kalsın, bugün her zamankinden biraz daha yorgundu sanki, onu da hiç çekecek durumda değildi doğrusu. Sonra gayrı ihtiyari evin penceresine ilişti gözleri; Tüm ev halkı; Anne, Büyük Oğlan, onun küçüğü Kız kardeşi, ikisinin aralarında ağlamaktan yüzü kıpkırmızı, sümük ve göz yaşından ıpıslak ve ellerinden kurtulmak için ümitsizce çırpınan Küçük Oğlan, hatta kocasını bir kaç yıl önce kaybettikten sonra biraz içine kapanan ve güleç yüzü perdelenen Büyükanne, hepsi pencereye dizilmiş onlara bakıyor, sanki onları uzak bir seyahate uğurlarcasına yüzleri durgun ve ifadesiz, bedenleri de zorlanırcasına eğilmiş bir görünümde onları izliyorlardı. Böyle güzel bir günde ve sabahın bu güzel vaktinde neredeyse yaslı bir halde onları seyretmelerine bir anlam veremedi, yine de her iki kanadı ardına kadar açılmış kapıdan, bükülmüş belini ve titreyen ayaklarını geride kalanlara göstermemek istercesine dimdik ve gururlu bir şekilde çıktı gitti bu iki eski dost evden..
Şehir küçük bir Anadolu kentiydi zaten, ve hemen bitiverdi kaldırım yol. İşte kırlardaydılar artık. Yeşermiş tarlalar, neşeyle öten kuşlar, hatta kargaların sesleri bile ona çok iyi gelmişti. Tatlı bir bahar havası, topraktan fışkıran ot, gübre kokuları ve uyanmakta olan tabiatın adeta gerinmesini hissettiren çıtırtılar, sırtta sıcak bir güneş dokunuşu, Babanın hâlâ boynunu ve omuzunu bilinçsizce okşaması ona o kadar iyi geldi ki, o anda her gece rüyalarında gördüğü ortamda olduğuna iyice kanaat getirerek koşmaya bile kalktı, ama ayakları ve omurgası sert bir uyarı ile onu kendisine getirdi, adeta; - Hop! ne oluyor? kendine gel, artık sen yaşlı birisin, koşu senin neyine? yürüsen ona şükret! dediler. O da tevekkülle onları haklı buldu doğrusu..
Artık iyiden iyiye şehir dışına çıkmışlardı, uzaktan gelen araba uğultularını, horoz ötüşlerini ve köpek havlamalarını saymazsak ekili veya nadastaki tarlaları, yeşil ot bürümüş yol kenarları, hatta cılız bir suyun aktığı görülen küçük bir deresiyle tabiatın tam ortasındaydılar. İçinden tekrar bu yeşilliklere dalmak, koşup oynamak geliyordu ki ansızın Babanın elinin omzunda olmadığını fark ediverdi, telaşla arkasına dönüp baktı ve iyice şaşırdı, kocaman adam için için ağlıyordu şimdi, sonra da onun kendisine baktığını görünce iyice sesli ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve bütün gücüyle boynuna sarılarak; - Oğlum! dedi. Artık özgürsün, istediğin gibi gez dolaş, istediğin yerde yat uyu, artık Allahıma emanetsin, bize çok hakkın geçti, ne yapsak ödeyemeyiz, hakkını helâl et, yolun bahtın açık olsun! dedi, ve gözlerini silip ağlamasını dizginlemeye çalışarak onu defalarca gözünden yüzünden öptü, sonra da son bir kez kuvvetlice sarılarak, ona dediklerini iyice anladığından emin, ama öte yandan da büyük bir suçluluk ve utanç duygusuyla dolu olarak hızlıca şehre doğru gitmeye başladı.
Babanın arkasından o iyice uzaklaşana kadar baktı, Baba da epeyi uzaklaştıktan sonra dönerek son bir kez ona bir daha baktı ve sonra da kararlı adımlarla kaçarcasına uzaklaşıp gözden kayboldu.
Bir süre etrafına bakınıp sesleri dinledikten, akan derecikten bir kaç yudum su içtikten sonra o da yüreği onu artık nereye götürecekse oraya doğru ağır ağır yürümeye başladı...
* * *
Fahrettin o akşam Patrondan biraz sonra bürodan çıkmış, yürüyerek ve dalgın dalgın düşünerek evine doğru gitmiş, hatta eve yakın bir tekel bayiinden köpek öldüren dedikleri cinsten ucuz ve bulanık renginden bu senenin mahsulü olduğu kolaylıkla anlaşılan bir şişe şarap alarak ve onu siyah bir poşet içinde koltuğunun altına sıkıştırarak, apartmanın birinci bodrum katındaki kuytu, rutubetli ve sakin evine girmiş, alışık hareketlerle küçük masasına dolaptan bulduğu peynir zeytin gibi nevalesini yerleştirmiş, şarabını açıp su bardağına doldurmuş, hatta hızlıca bir iki yudum yuvarlamış, sırf ses olsun diyerek küçük televizyonunu açmış, dalgın dalgın TRT Belgesel programını izlemeye başlamıştı. Nasıl bir tevafuksa artık Anadolu kırlarında dolaşan Yılkı Atlarından bahsediyordu program. Başıboş kırlarda dolaşıp bir nevi yabanileşmiş At veya Eşek sürülerine Yılkı dendiğini öğrendi o sıra, ama o, artık yaşlanan veya işe yaramaz hale geldiği için boş yere saman ve yem parası ödememek amacıyla kırlara salınan atlara yılkı dendiğini biliyordu. Hatta Nuri Bilge Ceylan'ın ödül almış filmi - adamın zaten işi ödül almak galiba- Kış Uykusu'nda yılkıdan müthiş bir at yakalama sahnesi vardı, o geldi aklına belgeseli izlerken, orada da Yılkı kelimesi geçiyordu, bir de Abbas Sayar'ın Yılkı Atı isimli romanını hatırladı. Aklımda öyle kalmış demek ki dedi sonra. Şarabı yarılarken de, artık yaşlandığı için biraz da ölürse nasıl kaldırıp nereye götürürüz düşüncesiyle babasının çok sevdiği atlarını kırlara götürüp bıraktığı geldi ve birden sesli ve içten gelen hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Biraz ağlayıp içinin yumuşayıp göğsünün ferahladığını hissettikten sonra da; - Bu şaraba köpek öldüren değil adam ağlatan şarap deseler daha doğru olurmuş dedi ve içini çekerek mahzun mahzun düşünmeye devam etti.
Acaba insanlar da yaşlandıklarında, ya da daha yaşlanmadan bile ölümün onlara yaklaştığını hissettiklerinde bir Bakım evine, ya da Huzur(?) evine, ya da şöyle şık bir kelime olsun diyelim; bir ''İkinci Bahar'' Şefkat Yurdu'na gitmek (yatırılmak) yerine, gönlünün çektiği, gerçekten huzur duyacağı, hatta başına neler geleceğini de bilemediği için heyecan ve macera duygusunu hissedebileceği bir rüya alemine, çocuk bahçesini andıran bir yaşlılar bahçesine veya daha da radikali uzak bir alana bırakılıverseler nasıl olurdu acaba? Atlara Eşeklere tanınan bu son macera hakkı neden (isteyen) insanlara tanınmaz? Ben şahsen o yaşa gelsem isterdim doğrusu dedi, -galiba biraz sarhoş olmuştu- , sonra da aklına eski Japon, Eskimo ve Afrika halklarının yaşlanmış ve artık bir nevi yük ya da taşınması zor bir nesne haline gelmiş olan büyüklerini sepet içinde dağ başına, kayık içinde denize veya eline biraz azık tutuşturarak orman içinde bir yerlere bırakma hikayeleri geldi. Demek ki dedi; eskilerin bir bildiği varmış; yavaş yavaş ve hem kendisine hem de çevresine de çektire çektire ölmektense daha hızlı şekilde ve doğaya da katkı sağlayarak sahneden çekilmenin yolunu bulmuş eski insanlar, hem daha mantıklı hem de sıfır atık bir çözüm doğrusu.. dedi.
Sonra birden Jale'nin babası aklına geliverdi yine. Acaba o adam (ne yazık daha adı bile yok) da kendisini bir şekilde Yılkıya mı salmıştı? İçinde bulunduğun ortamdan bir sebeple soğuyup uzaklaşmak da bir çeşit Yılkıya gitmek değil midir? Her sene yaşlı genç bir çok insan ortadan sessizce kayboluyor, yakınları varsa eğer polise veya gazetecilere başvurup (son zamanlarda televizyonda da moda oldu bu kaybolanları araştırma işi) yakınlarına tanıdıklarına haberler salıp arıyorlar, kaybolanların pek az bir kısmı bulunuyor veya kendisi geri geliyor, ama büyük bir kısmından bir daha haber alınamıyor hiç bir zaman. Acaba bunlara da Yılkı İnsanı denilebilir mi? Bir de, bedeni göz önünde ama ruhu Yılkıda olanlara ne demeli? Sonra -biraz daha kafası bulandıktan sonra- acaba ben de şimdi Yılkıda mıyım dedi ve bu sefer daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Gözü de bir yandan dibine epeyi yaklaştığını hayret ederek gördüğü Adam Ağlatan Şarabındaydı.
Bir süre sonra aklı başına gelir gibi oldu, şimdi daha berrak ve düzgün düşünmeye başlamıştı; -Bu Yılkı konusu çok ciddi bir konu.. dedi, yarından tezi yok Jale'nin babasıyla tanışmalıyım ve bir punduna getirip bu konudaki fikirlerini de almalıyım, dedi..
Uyumadan önceki son düşünceleri bu şekildeydi...
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder