59- Anneyle Hasbihal
Misafirler gitmiş, masa ve ortalık alelacele toparlanmış, ana oğula o anda yarınki mukadder ayrılığın akla gelmesinin verdiği sıkıntı ve hüzün çökmüş, hatta bu his odaya da yavaş yavaş yayılmıştı, ana oğul dışarıya bakan geniş pencerenin önüne - ne zaman oraya konduğu bilinmeyen üzeri kilim veya küçük halılarla kaplı, arkası otla doldurulmuş yastıklarla güçlendirilmiş bu tahta yükseltiye o yörede makat derlerdi- yerleştirilmiş sedirin üzerine oturup, arkadaki sert yastığa omuzlarını yaslayıp birbirlerine bakmaya başlamışlardı, ilk sözü kim başlatacaktı belli değildi o anda, ama gencimiz annesine tatlı tatlı bakarak sohbeti başlattı sonunda;
- Anneciğim, dedi, inşallah seni ve ablamı üzmemişimdir bu akşam masadaki konuşmalarım dolayısıyla, elimden geldiğince kendimi tutmaya, eniştemle muhatap olmamaya çalışıyorum, ama o da bir şekilde damarıma basıyor sonunda ben de dayanamıyorum, benim Ali Haydar öğretmenimi ve eşini ne kadar sevdiğimi, saygı duyduğumu bildiği halde sırf bana gıcıklık olsun diye laf sokuşturdu yine. Size saygım olmasa daha ağır sözler sarf edebilirdim ama yine size dua etsin, konuyu kısaca kapattım, yahu bu adam hep mi böyleydi, yoksa ben mi yeni fark ettim, bazen düşünüyorum, ablamı bizden kopardı da onun kıskançlığıyla mı onu sevemiyorum diye, yok öyle değil diyorum sonra, bir ben miyim onu sevmeyen burada acaba, bu adam nereden çıktı, nasıl bizim aramıza girdi, suçumuz neydi diye düşünüyorum, anne söylesene haksız mıyım, değil miyim? dedi annesinin elini tutarak.
Annesi bir süre hiç bir şey demeden yüzüne baktı gencimizin, sonra bakışları derinleşti, donuklaştı, şimdi kadıncağız suskunlaşmış, o küçülmüş ve çökmüş narin bedeni burada, ama sanki ruhu çok çok uzaklara gitmiş gibiydi. Fahrettin onu böyle görünce önce biraz korktu ve üzüldü, ama o anda yapılacak en iyi şeyin annesini bu haliyle baş başa bırakıp beklemek olduğuna karar verdi.
Gencimize oldukça uzun gelen bir suskunluktan sonra annesi yavaş yavaş günümüze geri dönüyor gibi oldu sanki, gözleri belli belirsiz yaşarmış ama daha canlanmıştı artık, sonra etrafına daha dikkatle bakmaya başladı ve o an gencimizi görerek biraz şaşkınlık, sonra da hüznün ağır bastığı şefkatli bir gülümseme ile canlandı gözleri, bir şeyler söyleyecek de nasıl başlayacak onu bilemez haldeydi sanki, gencimiz de sabırla onu gözlüyordu artık.
- Çocuktum dedi, sanki üç yaşında ya vardım ya yoktum, bir gün sabahtan annem ve babam hızla evden çıktılar, babaannem geldi yakınlardaki evlerinden, ben hiç bir şeyi anlamıyorum zaten, akşama doğru annem sevinçle kapıdan içeri girdi, kucağında küçük bir kundak vardı, yanında da babam gülümseyerek ikisi birden bana bakıyorlardı, ben koşarak anneme sarıldım, kucağında ne olduğunu merak ediyordum tabi, annem bana; - Bak kızım, işte senin kardeşin, Allah bize bir kız, sana da güzel bir kardeş verdi çok şükürler olsun, dedi, ben daha ne olduğunu anlamamıştım, annem bana bir hediye getirmiş gibi gülümsediğine göre hemen kucağındaki şeyi görmek istedim, annem kundağı açınca da bir bebek gördüm, önce oyuncak bir bebek sandım, ama bu küçücük ve pespembe bebek birden gözünü açarak bana bakmaya başladı merakla ve uzun uzun, zaman o an durmuştu sanki, ben de onun gözlerinden gözümü alamıyordum, sonra birden bebek bana gülümsedi, - Anne! bebek bana güldüüü! diye bağırmışım o anda, bu halime başta annem ve babam, o anda nereden bitiverdiklerini anlamadığım konu komşu hep beraber güldüler, bu gürültüden korkan bebek bu sefer belli belirsiz ağlamaya başladı, bu sefer yine ben, - Anne! ağlıyoooo! diye bağırmışım, bu sefer yine herkes güldü tabi, ben ne olduğunu anlamadan bebeği önceden benim olduğunu bildiğim, epeydir de oyuncak bebeklerimi salladığım, uyuttuğum ve şimdi de güzelce hazırlanmış olduğunu şaşırarak gördüğüm beşiğin içine bebeği kundağıyla beraber yavaşça yatırdılar, bebek hemen uyumaya başladı, biraz zaman geçti hepimizi dışarı çağırdılar, yalnız annemle kardeşim içeride kaldılar, tabi benim aklı orada kaldı, kısa süre sonra misafirler de gitti ve ben de usulca yanlarına gittim, baktım annem kardeşimi emziriyor, sanki bu sahneyi -kısa zamana kadar ben de yaşamamışım gibi- ilk kez görüyor gibi oldum, biraz sonra doyarak uyumaya başlayan bebeği annem beşiğe tekrar yatırdı ve sonra beni kucağına alarak, - Benim güzel kızım, artık bu kardeşin önce Alahıma sonra sana emanet, onunla sen abla kardeş büyüyeceksiniz, sen onu hep koru kolla, ona iyi bak e mi, artık sen benim en güvendiğim yardımcım ve kardeşinin de biricik ablasısın dedi. Ondan sonra ben kardeşimi o kadar benimsedim, o kadar sevdim ki, gündüzleri ve uyanık olduğu zamanlar yetmiyordu artık, uyurken bile sık sık başına gidiyor onu sessizce seyrediyor, uyandırmadan sevmeye çalışıyordum. Hatta geceleri bile rüyalarımda onunla beraberdim inanır mısın, rüyamda onunla evcilik oynuyor, onu yürütüyor, koşturuyor, hatta o zamana kadar kendim bile beceremediğim sporları yaptırıyor, ona takla ve parende attırıyordum, beraber ağaçlara çıkıyor dut kiraz yiyorduk ikimiz, koşup oynuyor, uçurtmalar uçuruyor, aklıma bile gelmeyen türlü oyunları beraber oynuyorduk onunla rüyalarımda. Hayatım çok renklenmişti, adeta cennette gibiydim, artık oyuncaklarımı bez bebeklerimi bile unutmuştum. iki sene böyle çok mesut bir kardeşliğimiz oldu, dedi. O anda annesinin tekrar derin bir sessizliğe gömüldüğünü yine çok uzaklara gittiğini gördü gencimiz, ve merakla beklemeye başladı.
- Bir ilkbahar gecesiydi, dedi, sonra zorlukla konuşarak titreyen sesiyle. Kardeşim Gül hastalanmıştı birden, sonra suçluluk hissiyle kesik kesik; ben de hastalanmıştım önce ama ben niye kolay atlattım ki dedi, sesi iyice titrekleşmiş zorlukla konuşuyordu sanki, keşke ben de atlatamasaydım o kızamığı dedi zorlukla, ama kardeşim atlatamadı işte, hızla kötüleşti, babam eve doktor getirdi, ama çok geç kalmışız, ya da yapacak bir şey yokmuş her halde, sabaha karşı annenim haykırışıyla yataktan fırladım, annemin bu kadar gür sesi olduğunu hiç duymamıştım, zaten ondan sonra da neredeyse sesini kaybetti anacığım, dedi. Kardeşin öldü dediler birileri, ne olduğunu anlamadım, ölüm nedir bilmiyordum ki. Kardeşin melek oldu dediler, ilk o zaman duydum melek kelimesinin ne ifade ettiğini, birisi çok temiz kalpliyse, kötülük nedir bilmezse onun için melek gibi derlerdi, o zaman kardeşimin artık bu kötülüklerle acılarla dolu dünyadan uzaklaştığını anlayamadım tabi, ama bir şeylerin durduğunu, bittiğini hissettim. Kardeşimin yanına girmeme engel oldular, onu bir kere daha görmeme öpmeme mani oldular, babamın kucağında beyaz bir beze sarılı evden çıkarken kardeşimi yine göstermediler, babam kucağına sarılı kardeşimi komşulardan oluşan bir kalabalık eşliğinde götürürken annem bir kere daha feryat etti ama bu seferki ses dışa doğru çıkmadı, çoğu içinde kaldı, biz ancak küçük bir çığlık duyduk o kadar, dedi, o anda gözlerinden yaşlar peşi sıra dökülmeye başladı sessiz sessiz bu mahzun kadının, babasının ölümünde bile vakur duruşunu bozmayan bu kadıncağız şimdi bir çocuk gibi ağlıyordu, gencimiz annesini kucakladı, sanki kucağında yaşlı bir kadın değil küçük bir çocuk, titreye titreye ağlıyordu burnunu çeke çeke, için için..
Bir süre, sanki o anda bir ana oğul değil de bir baba kız gibi sarılıp kaldılar öylece, neden sonra annesi biraz ferahladı, göz yaşlarının bir çok derdi yıkayıp götürdüğü söylenir, bunda bir nebze doğruluk payı var galiba, şimdi biraz önceki küçük çocuk gitmiş, yerine annesi tekrar gelmişti sanki. Niye geri gelmişti ki, annesi öylece o yaşlarda, kardeşiyle aynı yaşta ve o zamanlarda kalsa olamaz mıydı ki? olamaz tabi, herkes yaşayacak, sırada bekliyor herkes..
- İşte ablan Gül'e o bahtsız kardeşimin adını verdik oğlum dedi, nice sonra annesi gözleri dolmuş vaziyette ona bakan oğluna. Belki gonca bile olamadan solan o kardeşimin adı onda yaşasın, onun yaşayamadığı güzellikleri o yaşasın, onun gülemedikleri zamanları o gülsün diye oğlum, dedi. mahzun mahzun gülümseyerek, Ablanın adının veriliş hikayesini de böylece öğrendin artık diye de ekleyerek. Ben kardeşimin öldüğünü ancak zamanla idrak edebildim, ölüm denen hayatın en büyük ikinci gerçeğini zamanla anladım oğlum, doğuyoruz. belli bir süre yaşıyoruz -artık yaşamak mı çekmek mi yahut da sefa sürmek mi orası belli değil- sonra da ölüyoruz. İnsanın dışında bu gerçeğin farkında olan hiç bir canlı yok bildiğim kadarıyla, olsa da bir şey fark etmez de, farkında olmamızın ne faydası var onu da bilmiyorum. Bak mesela şu kuşlara, sabah daha güneş doğmadan, tan yeri ağarırken uyanıp cıvıldamaya başlıyorlar, hemen yuvalarından çıkıp günlük rızıklarının peşine koşuyorlar, mevsimi gelince yuva kurup yavru yetiştiriyorlar, sonra onları uçurup ya kışı geçirecekleri yerlere göçüyor, veya doğdukları yerde kışı geçiriyorlar, tabi bu arada kimi başkalarına av oluyor, kimi hastalanıp ölüyor, kimi de öteki yaza ulaşıyor, her şeye yeniden başlayıp hiç ara vermeden, felsefe yapmadan, niye doğduk, ne gibi bir misyonumuz var, hayatta vazifemiz nedir gibi düşüncelere kapılmadan her gün ilk günkü gibi baştan ve yeniden yaşamaya devam ediyorlar. Bazen düşünüyorum da biz bu soruların cevabını bulmaya çalışarak boşa mı vakit geçiriyoruz, bizler de kuşlar, diğer bütün hayvanlar, hatta bitkiler gibi yaşasaydık, bütün bunlara bir mânâ vermeye çalışmadan ve ölüm denen gerçeğin de farkına varmadan veya onu düşünmeden yaşamaya, günün tadını çıkarmaya çalışsaydık daha mı iyi olurdu diyorum. Ama sonradan da diyorum ki, Allah bize ruhundan üflemiş, bizi kendisinin yer yüzündeki halifesi ilan etmiş, yüce rabbimin bir muradı var ki böyle yapmış, bize bu dünyada cenneti de cehennemi de yaşatmak, iyiyi doğruyu göstermek, hangisini seçeceğimizi, kolayı mı zoru mu tercih edeceğimizi görmek istiyor, bunda da vardır bir hikmet, biz kıt aklımızla bunu bilemeyiz diyorum, dedi.
Annesi gencimizi şaşırtmaya devam ediyordu sanki, ben sormadan hayat felsefesini özetledi anneciğim diye düşünürken annesi ana soruya cevap vermek gereğini duyarak dünya hayatına geri döndü adeta;
- Şimdi soruyorsun oğlum sen, nereden buldunuz bu adamı diye, bilmem anlatabildim mi sana? bizler cahil inanlarız oğlum, kadere kısmete inanırız, kendi kaderimi kendim çizerim, benim hayatımı kimse düzenleyemez, kendi yapıp ettiklerimden kendim sorumluyum, alın yazısı diye bir şey olamaz, herkes yapıp ettikleriyle kendi yolunu kendi çizer gibi laflar bize fransızcadan bile anlamsız gelir. Biz kaderciyiz oğlum, kız çocuğu olarak dünyaya gelmişsek bebeklerle kap kacak oyuncaklarla oynar gelecekteki hayatımıza hazırlanırız, oğlan çocuğu olarak doğanlar da ya tabancayla oynar, ya çamurla harç karıp ev yapar, ya da savaş sahnelerinde rol alır, sünnetinde subay veya polis giysisi giyer, çok azı doktor mühendis olma hayali kurar. Kızların önündeki roller daha mahduttur, bazıları öğretmen veya hemşire olur ama kesinlikle hepsinin hayali ilerde gelin olmak ve anne olmaktır, kız çocukları düğünlere bayramlara gelinlikle gider, oyunları annelik üzerinedir. Bu durumda ablan ne yapacaktı ki? işte Eniştenin ailesi geldi, kızınızı çok beğeniyoruz, iyi bir aileden yetişmiş, bizim oğlumuz da iyi biridir, gerçi lise mezunudur ama babasının işini o çekip çeviriyor, kötü alışkanlıkları yok, Allahın emri peygamberin kavliyle kızınızı oğlumuza eş olarak istiyoruz dediler, sen daha ilk okula gidiyordun o zamanlar, biz de kısaca araştırdık soruşturduk, ablana da sorduk ister misin diye, o da garibim ne diyecek, siz nasıl uygun görüyorsanız öyle olsun dedi. Rahmetli baban biraz mırın kırın etti ama onu da babalar kızını vermekten hoşlanmaz zaten, naz yapma sen de, bu çocuk iyi biri falan diyerek adamcağızı ayarttılar, ben de bütün bunlara bakarak demek ki kısmeti buymuş dedim, böyle verdik ablanı işte. Yuvayı dişi kuş yapar, nikahta keramet vardır demişler, erkeği biraz da kadın yönlendirecek çekip çevirecek, ama ablan garibim nerde onda böyle özellikler, biz onu hep doğrulukla dürüstlükle iyi örneklerle yetiştirdik, daha doğrusu gerçek hayattaki kötülükleri kötü örnekleri gösteremedik, hoş o zamanlar biz ne biliyorduk ki ona öğretelim, hayat hakkında bildiklerimiz biraz önce bahsettiğim kuşlardan fazla değildi neredeyse, insan doğar, vadesi neyse o kadar yaşar, başına gelecekler neyse onlarla karşılaşır, zamanı gelince de ölür diye düşünüyorduk. Hayat hakkında bildiklerimiz etrafımızda karşılaştıklarımızla ve birazcık da filmlerde romanlarda görüp okuduklarımızdan ibaretti. Komşuların başına gelenler ve yakınlarda olduğu duyulan hadiseler zaten sıradan ve herkesin başına gelebilecek olanlardan ibaretti, filmler de bunların abartılmış şekilleri, karışık entrikaları ve cinayetleri, acımasız kişilerin zulümlerini veya olmayacak aşkları anlatan konuları işler, bizler de ellerimizde çekirdek külahıyla kâh bol göz yaşı kâh kahkahalarla seyrederdik, daha çok evlilik çağına gelmiş kızların okudukları ucuz ve pembe roman dedikleri cinsten kitaplar da genç kızlara güya hayatı öğretmeye çalışır ama tam tersine kafalarını iyice karıştırmaktan başka bir işe yaramazdı. Böyle bir hayatta şimdi sana soruyorum oğlum; ablan ne yapacaktı, ben ne yapacaktım, hatta baban ve enişten ne yapacaktı? filmlerde gösterilen yalancı hayatlarda bile aklımızın almadığı bin bir türlü gösteriş ve ihtişamın yanında aklımıza hayalimize bile gelmeyen nice acı olaylar yaşanırken, biz bu küçük ve kapalı hayatta nasıl kendi hayatımızı kendimiz çizecek, kendi yolumuzu kendimiz bulacak ve alınyazımızı yazacaktık acaba? şimdi sen büyük şehire gittin de her yer orası gibi olsun diyorsun, insanlar akıllı olsun, dürüst olsun, kimse kimseyi ezmesin sömürmesin diyorsun, etrafına dikkatle bak oğlum, emin ol orada yaşayanların da aşağı yukarı buradakilerden pek farkı yok, ben görmedim oraları ama eldeki hamur bu, kumaş bu, bundan sen bizlerden adını bile bilmediğimiz yemekleri, giysileri yapmamızı bekliyorsun, kolay değil oğlum, hatta mümkün değil. Hep dua ederim Allah sana doğru insanları karşılaştırsın, hayırlı kısmetler versin. helal süt emmiş insanları nasip etsin, hayatta meleklerle karşılaşmak samanlıkta iğne aramaktan daha zor oğlum, herkes şeytanlık fesatlık peşinde, onlar da bilmeden yapıyorlar aslında, çünkü hayat insanı ister istemez şeytanlaştırıyor, kirletiyor, kız kardeşim Gül öldüğünden beri ben hep onun melek olduğuna. masum olarak cennete gittiğine inanıyorum ve öldüğümüzde de onun yanında olmayı nasip etmesini diliyorum rabbimden, tabi sadece ben değil ana babam, rahmetli baban ve sizlerle beraber zamanı gelince, dedi.
Gencimiz yine nutku tutulmuş vaziyette kaldı bu sözlerden sonra bir süre. Annesi kısa süre içinde çok şey anlatmış ve sonunda da her annenin yapması gereken doğal vazifesini, yani iyi bir kısmet bularak ona bir gelin getirmesinin zaruretini ve bu işin de zamanının gelmekte olduğunu nazikçe hatırlatmıştı. Anneler böyleydi işte, en acıklı sahnelerden gerçeklere bir anda geçiverirler de ruhun duymazdı, seni bir çocuk gibi görürken -ve gözlerinde hep de öyle kalacağını bilirken- birden artık kocaman adam olduğunu, bir baltaya sap, bir yuvaya reis, bir kızcağızın başına bela olma zamanının geldiğini böylece kabak gibi ortaya koyuverirlerdi. Sen de ne diyeceğine karar veremez, apışıp kalır, yapacak bir şey bulamayınca da şımarık bir oğlan çocuğu rolüne bürünerek; - Anne! sırtımı kaşısana, hah işte tam orayı, tam iki küreğin arasını, hem de sert sert, hatır hatır, ama arada bir de yan taraflara uzanıp gıdıklamayı da ihmal etmeden! derdin, başını dizlerinin üstüne huzur ve özlemle koyarken...
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder