60- Babam ve Ben
Babam çok dindar biriydi, ama şimdiki gibi etrafına şeamet saçan dincilerden değil, gerçekten salih bir müslümandı. Hiç dini konulara girmez, bizimle hiç vaaz verir gibi konuşmaz, hatta hemen hemen diğer konularda bile çok az konuşurdu, ama onun ne kadar hanif, derinden bir mümin olduğunu her hali ve tavrından çıkarabilirdiniz. Bakışları adeta sizin içinizden geçer, yüzünüze değil de çok uzaklara bakar gibi bakar, gözleri sizin bedeninizi değil de kalbinizi okur, ona hitap ederdi. Bakışlarında hissettiğiniz enerji, yumuşak ama her şeye nüfuz eden, önüne çıkan her türlü seddi adeta tanımadan delip geçen bir nötrino parçacığı gibiydi sanki. Aileden gelen bir miras olsa gerek; Onun da babası, yani dedem, Abdülhamid zamanının -kimine göre çok iyi, sesi çok gür çıkan ve matbuat dünyasını elinde tutan, dolayısıyla biraz mürekkep yalamış, kendisi bizzat görmese de kaçak veya devlet destekli olarak Parise gidip oranın kafelerinde ve meyhanelerinde aylaklık ettikten sonra paralar suyunu çekince ister istemez geriye dönenlerin yana yakıla anlattıklarından anladığı kadarıyla, veya yine o mahfillerden gelen ceridelerin yalan yanlış yapılmış tercümelerinden eline geçenlerinden okuduğu kadarıyla Avrupa havasını koklamış olanların yaygarasıyla yani kısaca o zamanın münevver kesimine göre de çok kötü- olan devrinde yaşamak talihsizliğine uğramış ve o da ister istemez havadaki kirli ve sisli havayı teneffüs etmiş bir padişah tebâsıydı. İşte babam da böyle iki arada bir derede kalmış, dolayısıyla da sürekli ruhi gelgitler yaşamaktan dolayı da kimi seveceğini, kime kızacağını kestiremeyen bir babanın oğluydu. o da benzeri sıkıntıları yaşamıştı anlaşılan, kendisi Cumhuriyet devrine denk gelen doğumu sayesinde babasının yaşadığı şartları yaşamasa da o da babasından ve onun arkadaşlarından dinlediği ve kafasını iyice karıştıran hadiseler ve yorumlarından ötürü olsa gerek o da; ne Padişahımızdan ne de Atatürkümüzden vaz geçemeyen, ikisini de çok sevip ikisinden de ölesiye nefret eden eskilerin deyimiyle ne serden, ne de yardan geçebilen dedikleri gibi bir adam olmuştu, bunda zannederim Zat-ı şahane zamanını yaşamış, umur görmüş babasının memleketi sıkı bir istibdat havası içinde adeta boğması nedeniyle önceleri Padişahımız efendimizden nefret ederken, ve bir kurtarıcı gibi gördüğü ve o kadar hayran olduğu, elimizden tutup bizi Avrupalı, hiç olmazsa medeni ve hür bir dünya ülkesi yapacağını umduğu ecnebi ülkelerin niyetinin hiç de öyle halis olmadığını, neredeyse yüzlerce yıldır üzerinde yaşamaya çabaladığımız bu münbit topraklardan bizi arabistana veya orta asyaya sürüp o devasa toprakları da milleti sadıka olarak bildiğimiz ermeniler, iyi birer çiftçi olarak düşündükleri rumlar ve paradan iyi anlayan yahudi vatandaşlarımız eliyle yönetmeyi ve bu arada müsaade ettikleri kadar miktarda bir etrak-ı bî idrak türk ve zararsız olarak düşündükleri diğer üç buçuk milleti de işbirlikçileri aracılığıyla idare ederek buraları kendi deyişleriyle kolonize etmeyi, bizim anladığımız kadarıyla da müstemleke yani daha açık ifadeyle sömürgeleştirmeyi düşündüklerini anlayınca, bu sefer sıkı bir millici ve hatta ırkçı biri haline geldiğini gördüğü babasına inat o da hiç bir şeye güvenemeyen, sadece tanrısından medet uman bir halet-i ruhiyeye girmiş, zaman içinde de eni konu dindar, hatta dışarıdan bakanların mürteci diye yaftalayacakları ve meczup gözüyle bakacakları biri haline gelmişti. Evde, Dedemin önceleri sıkı bir Abdülhamit hayranı iken onu alaşağı eden ittihatçılara kin güttüğü, daha sonra Avrupalılarla işbirliği yapan son padişaha kızıp bu defa İttihatçı hayranı olduğu, kısa süre sonra da İttihatçıların da saltanatı kurtarmak gibi bir sahte gayenin peşinde koşar görünüp asıl dertlerinin kendilerinin perde arkasında olduğu ama iplerin kendi denetimlerinde olduğu bir idare kurmak, yani kısacası görünüşte İngiltere'de uygulanana benzer bir monarşi kurarak padişahı sembolik olarak başta tutup memleketi gerçekte kendilerinin idare edeceği bir sistem peşinde koştuklarını, ama bu kadar geniş bir coğrafyada, üstelik kendisini parçalamak isteyen Avrupalı düşmanları ve onlara işbirliği yaparak kendi devletciklerini kurma sevdasındaki azınlıklar varken bu planlarının tamamen ham bir hayal olduğunu çok acı bir şekilde anladıklarını, kurtuluş için son bir hamle olarak cihan harbine Almanyanın yanında girerek ''ya herru ya merru'' misali son bir kumar oynayıp ne yazık ki onu da kaybederek memleketi sonunda bir virane haline getirdikleri için bu defa İttihatçılardan ölesiye nefret eder hale geldiği, tam her şey bitti derken bu defa Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşının ortaya çıkarak mucizevi bir biçimde Anadolu'yu kurtardığına şahit olarak bu defa da sıkı bir millici olmasını ve bununla ilgili, çoğunu da anlamadığımız bir sürü hikaye, acıklı veya komik olayları aile efradından dinleyerek büyümüştük. Bizler daha bir neyin ne olduğunu anlayacak çağa gelmeden büyük babamız vefat etmiş, kimselere bahsetmediği sırları ve inanılmaz zenginlik ve maceralarla dolu hatıralarıyla beraber kocaman bir devir de onunla beraber gözlerimizin önünde yok olup gitmişti adeta. İşte böyle bir babanın oğlu olan babam ise bu kadar hengame içinde ister istemez doğru dürüst bir tahsil yapamamış, ama yeni kurulan bir devlette adam kıtlığının da etkisiyle küçük bir memurluk bularak kıt kanaat geçinmeye, babasından kalan ufak tefek malları da arada satıp savarak bizleri okutmaya gayret etmiş, gözünü cumhuriyet devrinde açmasına rağmen o da babası gibi ne serden ne de yardan vaz geçememiş, çok sevip saydığı Gazi paşanın etrafına çöreklenip halkı soymaya devam eden açıkgöz bezirganların yanı sıra, halka mujik gözüyle bakarak onları bir an evvel çağdaş ve uygar yapmaya çalışan ama bir türlü de bunu beceremeyip gittikçe halka öfkelenen ve şirretleşen bir devrimci ve aceleci kadronun eziyetlerinden dolayı her büyük acı ve darbe yiyen insanın sığınacağı son siper olan dine sarılan bir adam olmuştu sonunda. Ama önceden de söylediğim gibi ne bize dini inançlarını empoze etmeye kalktı, ne de etrafına dindar göründü. O da tıpkı babası gibi idareye karşı devre ve duruma göre değişen sevgi ve nefret hislerini yaşadı ve babası gibi o da sessizce, o çok sevdiği ve tek sığınağı olan tanrısına yürüdü.
Erkek evlatlar babaya bakarak ve onu taklit ederek büyürler, ama içten içe de onunla yarışmaya, onu alt etmeye ondan daha büyük işler yapmaya ve bir şekilde onu alt etmeye çalışırlar denir. Kız çocukları da benzer şekilde annelerinin rakibidir, onu beğenmez, onu aşmaya çalışırlar, bunu Freud erkek çocukların annelerini babalarından kıskanmasına, kız çocuklarının da babalarını annelerinden kıskanmasına dolayısıyla bir nevi nefret duygularıyla karışık onlarla rekabete giriştiklerini ifade eder. Ben pek o kanaatte olmamakla beraber kendi hayatımı düşündüğümde bu savların pek de yanlış olmadığını görüyorum. Kendimi tanımaya başladığım yıllarda, babam artık eni konu dindar biri haline gelmişti, bense bu halini hiç beğenmiyordum tabi, hatta çevrenin ona karşı alaycı ve küçümseyen bakışlarından rahatsızlık duyacak ve neredeyse babamdan utanç duyacak kadar uzaklaşmıştım ondan. Neredeyse her şeyin Allahtan geldiğine, bizim yapacak hiç bir şeyimiz olmadığına inanıyor gibi yaşayan babama inat, ben de bu defa tam tersine, sıkı bir materyalist, koyu bir pozitivist ve bilim aşığı, başka hiç bir şeye inanmayan ve güvenmeyen biri haline gelmiştim. Metafizikten nefret ederken tam bir Fizik hayranı ve fanatiği olmuştum neredeyse. Bütün tahsil hayatım da bu görüş ve duyguların etkisiyle sürüp gitti, iyi bir üniversitenin Fen fakültesinin Fizik kürsünün başına gelecek kadar da devam etti. Babam öldükten sonra bile onun dindarlığıyla, kanıtsız şahitsiz, adeta bilinçsizce ama son derece saf olan inancıyla alay ettim durdum. Kendimi hep babamın hatırasıyla savaşır, onu bu hale sokan karanlıklarla mücadele eder, bilimin ışığıyla en ufak bir karanlık yer kalmayacağı inancıyla adeta bir cizvit papazı gibi gayret eder gördüm. Babamla kavgam hiç bitmiyordu sanki.
Sonradan düşündükçe anladım ki; o zamanın şartlarında başka da bir yolu yokmuş babamın, öyle ya, o zamanın şartlarına göre din adeta insanları uyuşturan bir afyon, dindarlık veya birazcık bariz bir şekilde dini referans alan bir yaşam tarzı da, hırsızlıktan, yalancılıktan bile daha ağır bir kabahat gibiydi. Sıkıysa dindar ol, o zamanın devletinin daha doğrusu devrimi henüz yaşayarak öğrenen ve uygulamaya çalışan şartları altındaki memleketin o ilk kuruluş zamanlarında camiye gitmek bile akıllarda bir istifham yaratan bir hadiseymiş, hele çoğu da kapatılmış veya gizliden gizliye faaliyetlerine devam etmeye çalışan dini cemaatlere girmeye kalkmak neredeyse vatan hainliği gibi bir şeymiş. Tabi ben o zamanlar bütün bunların farkında değilim, okullarda yoğun bir Cumhuriyet, daha doğrusu inkilap propagandası var, her sabah asker gibi sıralanıp hep bir ağızdan Türküm, Doğruyum, Çalışkanım... diye bağırıyoruz, Atatürk ilke ve inkılapları dersleri görüyoruz, basın organları radyolar gece gündüz laiklik ve medenilik propagandaları yapıyor, kısacası zihinlerimiz bombardıman altında, gerçi bizler Atatürkü bedeni olarak göremedik ama bu şartlar altında hepimiz Atatürk içimizde yaşıyor diye bağıra bağıra hepimiz sıkı bir Atatürkçü olduğumuza inanır olmuştuk. Biz, tek parti devrinin sonlandığı, dış şartların ve kısaca batı dediğimiz savaşı kazanmış ve kuralları koymaya başlamış olan ülkelerin zorlamasıyla da olsa demokrasinin hiç olmazsa şeklen uygulanmaya başlandığı zamanlara yetiştik. Devlet adamlarımızın attığı nutuklara, gazetelere, radyoya inanarak dünyadaki en demokrat ülkelerden biri olduğumuzu da iddia eder duruma girmiştik neredeyse o zamanlar.
Bütün bu kişisel ruhsal ve düşünsel yolculuğumu ben ancak belli bir yaş ve düzeye gelince değerlendirmeye başladım. Acaba başka bir ailevi ortamda, ne bileyim bir köy ortamında veya doğuda imkanları kıt bir ailede doğsaydım böyle bir hayatım olur muydu diye çok düşündüm, başka memleketleri bırak bu şehirde başka bir evde ve ortamda doğup büyüseydim şimdi nerede ve nasıl olurdum diye zaman zaman hayaller kurarım. Sonra da bütün ilim adamı ve neden sonuç, aksiyom hipotez kavramları içinde yetişmiş bir kişi olarak bazı şeylerin daha doğrusu çok çok şeylerin bizi ve eylemlerimizi etkilediğin, hatta hayatımızın yolunu çizdiğini çıkarırım sonuçta. Anlıyorum ki, dedem de, babam da hatta ben de benzer yolculuklar yapmışız. Bir şey bizi benzer davranışlara, benzer tepkilere ve benzer ruhsal durumlara yönlendirmiş. O kadar kızdığım ve beğenmediğim babamın, - babam de dedem hakkında böyle şeyler düşünmüştür eminim- kaderi beni de buluyor sanki, kendi sandalımın küreklerine var gücümle asılarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyorken neredeyse aynı limana yaklaşmakta olduğumu hayretler içinde görüyorum. Düşünce ve davranış kalıplarımız da mı acaba genetik mirasımızla bizlere daha ana karnında iken yükleniyor. Bunu ülkemiz ve tüm insanlık için de genişletebiliriz sanırım, buna kader deniyor galiba, emin değilim.
Görüyor musunuz, eskiden masalların başlarında söylenen bir tekerleme vardı; az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, sonra bir arkamıza baktık ki, bir arpa boyu bile gitmemişiz diye, tabi bu uzay zaman ölçüleriyle düşünülürse insan ömrünün milyarlarca senelik kainat ömrü yanında bir göz açıp kapama kadar bile olmadığı gerçeğini çok güzel ifade eder, ama acaba bu masal anlatanlar bunu nasıl anlamışlar? ben aslında sonsuz olan matematik ve fizik dünyasının gerçekleri içinde belli yaşa geldiğimde bunun ayırdına vardım, ama masalcılar, şairler, filozoflar bunları nasıl anlamış veya hissetmişler?. İşte bu düşüncelerle, ve etrafımdaki türlü çeşitli insanları, onların birbirine benzeyen dış görünüşleri altında çok farklı duygusal yönlerini, ihtiraslarını, düşünüş ve davranış farklılıklarını gözledikçe, insanların da her birinin tamamen farklı yapılarda olduklarını, onları sürekli inşa eden bir şeylerin olduğunu görmeye başladım. Biraz daha fazla maaş almak için bin bir takla atan, arkadaşlarını bir kongre veya yayın uğruna kazıklayan, yönetimle iyi geçinmek için arkadaşlarını bozuk para gibi harcayan, adeta pazar yerindeki karpuz satıcısından bile daha basit hileler sergileyen anlı şanlı ''Bilim Adamları''nı gördükçe bilimden de soğumaya başladım. Bunda belki de zihinsel ve bedensel yorgunluklar sebebiyle eskisi kadar teorik anlamda başarılı olamamanın da rolü var mıdır bilmiyorum, ama gördüğüm kadarıyla genç olsun yaşlı olsun meslekdaşlarımın sergiledikleri tavırlar beni bilim adamlığından da bunların yaptığı bilimden de zaman içinde uzaklaştırdı. Sonunda ben de atalarımın kaderini paylaştım galiba, ne İsa'ya ne ne Musa'ya yaranamamak diye bir deyim vardır ya, aynen o duruma düştüğümü hissettim, gerçi benim hiç bir yere yaranma gibi bir derdim de yoktu, ama galiba ben ''Bilim''e de yaranamadım. Ya da daha dorusu bilim de beni tatmin etmemeye başladı zamanla, çünkü sorularıma bilim de net yanıtlar veremiyordu. Belki ileride daha yeni buluş ve teoriler bazı cevaplar verebilir, ama ben sorularıma din ve felsefede cevaplar aramaya başlamıştım artık. Belki oralardan da kesin cevaplar çıkmaz, ama insanlığın soru sorma ve cevap bulma konusunda müsbet ilimler kadar, ve belki de ondan daha çok felsefe ve dine, ve onların verecekleri cevaba ihtiyacı var. Bilim camiasında gördüğümüz şarlatanlardan belki kat be kat fazlası bu alanda vardır ve bundan da eminim, ama gerçek bir bilim adamı, ya da kelimenin gerçek manası bilgi sever olan filozoflar tabi gerçekleri arayan bu sorulara daha doyurucu cevaplar verebilir kanaatindeyim..
* * *
Evet, gencimizin adeta nefes almadan gözünü ve kulaklarını dört açarak, ağzından çıkan kelimelere teksif ettiği bu adam, Jale'nin babası, o zaman zaman rüyalarına bile girecek kadar hayal ettiği adam olan Profesör Teoman Bilgütay'dan başkası değildi.
Acar muhabirimiz annesine veda edip ertesi sabah otobüse binmiş, aklında bin bir soru ve cevapsız meselelerle meşgul halde yolculuk yaptıktan sonra evine ulaşıp gece de çeşitli rüyalar gördükten sonra iş yerine gelmişti, ama bu defa rüyalarında bile olmayacak bir şeyle karşılaşmış, patronu ile Teoman bey samimi bir sohbet içindeyken teşrif ettiği gazete idarehanesinde, koltukta rahat bir şekilde oturan bu hafif bir sakalı ve ak saçlarıyla adeta gök yüzünden yazıhaneye inivermiş bir ermiş gibi görünen -başının etrafında parlak bir hâle de var gibi gelmişti ilk anda, ama galiba arka taraftaki pencereden gelen bol sabah ışığının bir aldatmacası olsa gerekti bu durum- zatla karşılaşmıştı.
- Ooo hoş geldin Fahrettin! demişti gür sesiyle patronu Sacit Sami bey, ve arkasından da koltukta oturmakta olan ve şu anda ona gülümseyerek bakan adama şöyle demişti; - Bak işte bu da Fahrettin, benim sağ kolum ve manevi evladım.. Sonra da gencimize dönerek devam etmişti;
- Fahrettin, sana Teoman hocamı, daha doğrusu kıymetli bacanağımı tanıtayım, ne güzel bir tesadüf oldu bugün, Jale yaptığı çizimleri göndermek istemiş, senin de burada olmadığını duyunca Teoman'cığım sağolsun, ben de o tarafa gideceğim zaten diyerek kendisi getirmiş. Böylece uzun zamandır görüşemediğim sevgili dostumu da görmüş oldum, bugün ben çok mutluyum, dedi..
Gencimizin şaşkınlığı henüz geçmemişti ama durumu birazcık anladığında, hemen Teoman beyin önüne seğirtmesine ve uzattığı elini öpüp başına koymak için hamle etmesine ve bu arada da -ben de çok mutlu oldum, hoş geldiniz efendim! gibi bir şeyleri gevelemesine bakarsak bu sürpriz ziyarete ne kadar memnun olduğunu ve heyecandan ne yapacağını bilemez hale girdiğini çıkarabiliriz. Ondan sonrası sanki bir masal, bir ninni gibi gelmişti ona. Teoman bey kısa tanışma cümlelerinden ve felsefeyle ilgili kısa bir konuşma ve yapmaya çalıştıkları iş konusunda yüreklendirici bir kaç nezaket cümlesinden sonra kaldığı yerden Patronuna dönmüş ve belki de uzun zaman önce yolları ayrılmış olan bu kadim dostuna aradan geçen bu uzun sürede kişisel yolculuğunda neler yaptığını, hangi düşünsel aşamaları yaşadığını özetleyen yukarıdaki konuşmasını yapmıştı. Bu süre içinde patron içinden neler düşünmüştü bilinmez ama gencimiz sanki Beethoven'in Kader Senfonisini dinlercesine bir vecd içinde, bu yolculuğu sanki kendisi yapıyormuş gibi hissetmişti. Her dinlediğinde başka duygular içine daldığı bu senfoni şimdi bu ermiş görünüşlü kişinin kısa hayat hikayesinde tecelli ediyordu sanki...
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder