Kayıtlar

30- Biber gazı

         Erken kalkılmış ve boş sokaklardan yürüyerek gelinmiş - bu arada bir de cami ziyareti ve yalan yanlış bir namaz da eklenmiş- , bu nedenle de biraz da geç kalınmış bir vaziyette gazete idarehanesine ulaşılmış olsa da henüz sabahın erken saatleri denebilirdi acar muhabirimizin işyerine gelişi. Daha apartmana girmeden durakta en ön sırada yerini almış bekleyen -özel görevli- şoför Osman beyin, bayrama gidecek  bir çocuk heyecanı ve sevinci içindeki hali, hareketlerinden, ve özellikle de gözlerinden okunuyordu, o anda gencimiz bugünün çok heyecanlı ve yoğun geçeceğini, adeta ''tarihi'' bir gün olarak en azından kendi hafızasına kazınacağının farkına vardı. Kapıyı çaldıktan sonra hemen otomatın kilidi açması da içeridekilerin de çoktan gazaya hazırlanmış bir birlik gibi hazır bir durumda, ve günün mana ve öneminin farkında olduklarının bariz bir ifadesiydi.      Gerçekten de içeride görünürde bir olağanüstülük olmasa da, Kaptan Sacit Sami beyin pırıl pırıl parlayan

29- Gemi kalkıyor

     Kaptan (patron) Sacit Sami, dişleri arasında kocaman bir Havana pürosu, başında yanlarında altın renkli sırmaları parıl parıl parlayan gösterişli kaptan şapkası, sırtında aynı biçimde omuz başlarında altın renginde sırmalı apoletleri parlayan tiril tiril beyaz gömleğiyle, neşe içinde, kaptan köşkünde ve ayakta, gözleri ufukları tararken iki eliyle tuttuğu kocaman bir ahşap tekerlek şeklindeki dümeni sürekli olarak bir tur sola bir tur sağa çevirerek gururla gülümsüyor, -nedense bu tür gemilerde cildi güneşten bronzlaşmış yakışıklı bir kaptan, dümeni devamlı bir sağa bir sola döndürürdü, böylece bu aşk gemisi ve içindeki keyiften ve aşktan sarhoş yolcuları, deniz üzerinde aynen bir sarhoşun yolda yürüyüşü gibi yılankavi bir iz çıkararak seyrederlerdi, vardır elbette bunun da bir hikmeti- , gemimizin tertemiz ve kusursuz bir işçilikle döşenmiş, verniklenmiş ve cilâlanmış bu nedenle de neredeyse ayna gibi parıldayan ahşap güvertesi üzerindeki iki genç; biraz geminin yalpalama hareket

28- İş bölümü

       Hayat bazıları için çok açık ve berrak denecek kadar da saf ve basittir, çevredeki her şeyi hatta kişi kendisini bile iki kere ikinin dört ettiği kadar kolay anlaşılır, bilinir ve tanımlanabilir olarak görmektedir. Etraftaki her nesne ve canlı kolayca beyaz ve siyah gibi bir kategoriye, bir sınıfa sokulabilir, aynen market sıralarındaki ürünlerin (''görmesini bilen gözlerin gördüğü gibi'') üzerlerindeki etikette yazan bir kaç kelime ile ''ne mal olduğu'' nun anlaşıldığı gibi her şey kolaylıkla tanınır, bilinir.      Oysa etrafımızdaki canlı -hatta cansız- her şey en başta fiziksel olarak sonra da diğer tanımlayıcı özellikleri bakımından dışarıdan görüldüğü gibi değildir, keşke -belki de iyi ki öyle değil- yukardaki gibi düşünenlerin kendilerinden son derece emin bir şekilde hayat hakkındaki kanaatleri doğru ve kesin olsaydı, belki o zaman her şey daha kolay olurdu diye düşünenler çıkabilir, ama bu düşünce müsbet ilimler dediğimiz fiziksel ve matem

27- Durum Vaziyet

       Aniden gerginleşen ortamı biraz yumuşatmak, biraz da dikkatleri dağıtmak amacıyla olsa gerek Jale boşalan çay bardaklarını alıp mutfağa gitme hamlesine girişmişti ki aniden Fatma hanım, -Yerinden kıpırdama! burada bu işler bana aittir, egemenlik alanımdan uzak dur! dercesine olaya müdahil oldu ve Jalenin elinden çay bardağını kaptı ve diğer bardaklara da yönelerek çayını henüz bitiremeyenlere de çay yavaş demlenir, ama hızlı içilir, bilmiyorsanız öğrenin! dercesine sert bir bakış fırlatarak bu bakışların neyi meram ettiğini hemen anlayanların bardaklarına hamle edip kalan çayları da son ve büyük bir yudumla içmelerini müteakip bardakları belli bir sıra ve karışmaması için özel önlemler alarak ve alışkın ellerle tepsiye dizerek muzafferane bir tavırla mutfağa yöneldi. Şimdi salonda dört kişi konuşmanın hangi biçime tahvil edeceğini merakla bekliyordu sanki.      Fahrettin konuşmaya başladı sonra ve daha çok Osman beyi muhatap alırcasına ve ona doğru bakarak sözlerine oldukça sert

26- Muhabere

     İdarehanenin giriş kapısının arkasında iki kişinin konuşmasının duyulması, bu seslerden gür olanın  Sacit Sami beye ait olduğunun hemencecik anlaşılması, onunla; hocam, efendim gibi kelimelerle saygılı bir şekilde konuşanın da büyük ihtimalle hâlen istihbarata çalışan, patronun her dışarı çıkışında sanki sıra ondaymışçasına karşısına çıkıveren, her seferinde nereye gidecekse onu bir makam arabası şoförü gibi itinalı, ciddi, saygılı ve vazifeşinas bir tavırla karşılayıp gideceği yere ulaştıran Osman beyden başkası değildi şüphesiz. Bu adamcağız nedense hiç yazıhaneye gelmemişti şimdiye kadar, işi bittiğinde durakta yerini alır, genellikle de gazete idarehanesine girenleri, çıkanları tarassut etmekle geçerdi zamanının çoğu, işin garibi duraktaki öteki şoförlerin de bu durumu son derece tabî karşılamasıydı, kim bilir belki onların da başka ''görevleri'' vardı. Her neyse..      Sacit Sami bey daha kapının zilini çalmadan Jale çoktan kapıyı açmıştı bile, o sırada heyeca

25- İlk görüşte..

       Kendisini tanıtınca genç kızın hafif bir tebessümle geri çekilerek araladığı kapıdan içeri girerken hayatında yeni bir safhanın başlamakta olduğundan hiç mi hiç haberi yoktu gencimizin, yıllar sonra acaba bu olayı nasıl hatırlayacak ve hangi duyguları tetikleyecekti gencimizin kafasında, onu şimdi biz de bilemiyoruz, ama kesin olan bir şey varsa o da, gencimizin şaşkınlıkla karışık bir heyecan, kıskançlıkla karışık bir hayal kırıklığı, ürkeklikle karışık bir ne yapacağını bilemezlik hali içinde şimdi artık sanki bir misafir gibi gazete idarehanesine girmekte olduğunun bilincine varır gibi olmasıydı.      Daha bir kaç adım atıp da henüz on gün öncesine kadar patronu, kendisi ve ara sıra ortalığı toparlayan ve sürekli çay ikmali yapan hizmetli kadın dışında pek gelenin gidenin de olmadığı bu mütevazı fikir ve siyasi gazete merkezinin bir kadın eli değip de her şeyin eski yerlerinden bambaşka yerlere yerleştirildiği, masaların üzerinde değil alakasız kağıtlar, neredeyse bir toz zer

24- Yolda

       İşte şimdi tekrar İstanbul'a dönüş yolunda, otobüsün cam kenarındaki koltuğuna kurulmuş, dalgın dalgın gözünün önünden kayıp geçmekte olan ıssız tarlaları, ağaçsız otsuz taşlık dağ başlarını, kurumuş dereleri, kerpiçten yapılmış soluk renkli ve silindir şeklindeki sanki yüzlerce yıldır orada olan bir taşla sıkıştırılarak düzeltilmiş toprak damlarıyla ve yine sanki binlerce yıldan beri aynı mimari özelliklerini devam ettiren önleri ufak avlulu, dağınık bahçeli, ahırlı ve kümesli evleriyle, ortalıkta kimselerin hatta köpeklerin bile gözükmediği virane görünümlü mahzun köyleri, taş toprak ve inşaat malzemesi yüklü ve çok nadir de olsa kırık dökük bir kaç ev eşyası, somyalar ve kilimler, yatak ve yorgan ruloları, eski bir soba ve boruları, bir de küçük bir buz dolabının arasında, eşyalara sahip çıkması amacıyla kendisine ufak bir yer bularak eğreti bir tarzda oturmuş ifadesiz ve soluk yüzlü bir genci taşımakta olan yorgun kamyonları bir film şeridi gibi peşi sıra seyrederek gidi