Kayıtlar

Mart, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İşte böyle-5

     Kızkulesini bilirsiniz...    Hikayesini de...    Adı üstünde hikaye işte.. hani boru olmadığı için sobayı o şekilde kuran adamın evine gelenlerin her biri bu durumu başka şekilde yorumlamışlar ya.. işte öyle.. basit bir sebebe inanmayıp veya onu düşünmeyip, gördüğü her şeyi dallandırıp budaklandırmayı seven insan aklı hemen bir hikaye uyduruveriyor.. belki de, ya da en basit sebep; oradaki kayalıkları görmeyen kaptanlar gemilerini çarpmasın diye Üsküdar kıyısındaki bu küçük kayalık üzerine bir fener yapmışlardır.. gündüz feneri, gece de fenerden yayılan ışığı gören gemiler böylece başlarına gelecek felaketten kurtulmuş olacaklar.. bu kadar basit..    Ama olmaz böyle şey, mutlaka başka bir sebep vardır orada o binanın yapılmasına.. değil mi ama.. o zamanın kralı -her zaman krallar çocuklarını özellikle kızlarını çok severler- çok sevdiği kızının bir gün yılan tarafından zehirleneceğini öğrenir şom ağızlı falcısından, ve çare olarak oraya binayı yaptırır ve zavallı kızı da ora

Ahşap konak-1

       Eve gelin gelişinin üzerinden neredeyse daha iki sene bile geçmemiş olan yeni gelin hanım, kocaman odaların birinden çıkıp ötekine giriyor, kendine özgü bir yaşam biçimi olan bu ev hayatına hâlâ alışmaya çalışıyor, bu arada oldukça kalabalık ev halkı ile bazen tatlı bazen de hafif kekremsi ufak sohbetler, kısa konuşmalar yapıyordu..    Bu senenin temmuz ayında olacağı beklenen doğumu ve karnında cinsiyetini bilemediği çocuğunu aklından hiç çıkaramıyordu.. aylardan marttı ve şu sıralarda kocakarı soğukları ve mart dokuzu denen sayılı soğuklar hüküm sürüyordu dışarıda.. ama o hem heyecan hem de hafif sıkıntıdan olsa gerek  soba ile ısıtılan bu koca evde hiç üşümüyordu bile.. sadece gitgide büyüyen ve aşağı doğru cılız bedenini çeken bu şişkinliğe arada şaşkınlıkla bakıyor, çocukluğundan beri oynadığı bebeklerini evcilik oyunlarını düşünüyor ve artık bunların gerçeğe dönüşmekte olduğunu hem sevinçle hem de ürpererek hissediyordu..    Neden yazıyorum bu yazıları bilmiyorum di

Doktor civanım-7

   Asistanlık maaşı zaten yetersizdi ama yine de SSK Genel Müdürlüğüne bağlı oldukları için başka devlet hastanelerinde asistanlık yapan arkadaşlarına göre şanslı durumdaydı.. onlar ayda 1200 lira maaş alırken bizim doktor 2300 lira maaş alıyor, hatta ara sıra nöbet parası ödemesi gibi, yılda iki kez ikramiye filan gibi beklenmedik anlarda gelen küçük ödemelerle gül gibi geçindiği gibi bir araba alacak para da birikmeye başlamıştı bile..    Bu arada küçük erkek kardeşi sınava girip ehliyet bile almıştı 18 yaşını doldurur doldurmaz..bu da bir tetikleme yaptı ve bir otomobil almaya heveslendiler.. bunda o sıralarda hayatlarında oldukça etkili olmaya başlayan televizyon reklamlarının rolü de epeyce güçlüydü.. reklamlarda sık sık Anadol, Renault ve Tofaş otolarının görüntüsü ve hatta satışları artırmak için yapılan kampanyalar harekete geçmelerini hızlandırdı.. Renault arabalar o kadar kolay alınamıyordu, bir Renault 12 almak için en az bir yıl sıra beklemek gerekiyordu o zamanlar.. Anad

Masumiyet-14

   Memleket çorba gibi kaynıyor ve adeta fokurduyordu..siyasi partiler de birbirine girmişti.. askeri vesayet zaten politikada şartları ve eşit yarışmayı bozmuştu.. insanlar çıkış yolu arıyor, adeta arenadaki kızgın boğalar gibi kime saldıracağını bilmiyordu..    Bizim kahramanımız da aynı tabloyu öğretmenler odasında görüyordu.. herkes birbirine yan gözle bakıyordu sanki.. böyle ortamlarda zaten tarafsız kalmak olanaksızdır, bizim matematikçi de konuşmalarıyla ve tavrıyla mağdur görünen kesimin yanında olduğunu gösteriyordu artık.. öğretmenlerin çoğunluğu ilerici veya onlara yakın görünüyordu.. artık bu ilericilik nasıl bir ilericilikse.. büyük çoğunluğun esen rüzgara göre yön ve rota aldığını biliyordu tabii ama yine de bu duruma kızıyor ve içerliyordu.. belki de bu kızgınlıktan olsa gerek söylem ve yorumlarında dindar kesimi ya da onların hakkını savunan kesimi destekliyordu.. gerçi aslına bakarsanız o kesimle hiç bir bağı hatta yakınlığı bile yoktu ama sırf diğerlerini kızdırmak

Doktor civanım-6

   Ankaraya gelip yeni bir hevesle Bevliye kliniğinde göreve başlaması bir iki gün içinde olmuş, bundan hem kendisi hem de orada olan ailesi çok mutlu olmuşlardı.. adeta talebelik günlerine geri dönmüş gibiydi.. ekmek elden su gölden vaziyetleri.. sabah işine daha canlı ve istekli gidecek, akşam evine daha hevesli dönecekti.. alışamadığı asistan lojmanı hayatı sona erecekti.. her şey daha güzel olacaktı, böyle umuyordu..    Her şeyde bir pürüz olur, hiç bir şey dört başı mamur olmaz derler, bu doğruydu galiba.. buradaki iki asistan arkadaşıyla kısa zamanda anlaştı.. onlar da kendilerine taze kan, yeni bir yardımcı gelmesine çok sevinmişlerdi.. sadece iki asistan burada İstanbuldaki hastaneden bile yoğun işleri çevirmekte bunalmış durumdaydı.. hastaneleri asistanlar döndürür derler ki çok doğrudur.. yatan hastanın her türlü hazırlığı, ameliyat veya ne yapılacaksa planlanması, yatanların günlük takipleri, ameliyatlara girip duruma ve kıdeme göre insiyatif alma, ameliyat sonrası her tür

İşte böyle-4

   -Niçin dışarı çıkmak istiyorsun? hem de bu zamanda.. sen ki evde oturmayı seven biriydin.. ne oldu da buna da karşı çıkıyorsun..    -Bir şeye karşı çıktığım yok.. sadece insanlara bu kadar yüklenilmesin diyorum.. kendi seçimini kendisi yapabilmeli insan..    -O zaman ya hastaysa, başkasına bulaştırırsa hastalığını.. yazık değil mi masum insanlara?    -Hastalığını bile bile çıkıyorsa zaten hata ediyordur.. hastalıklardan korunma herkesin ödevidir.. herkesi hasta veya virüs taşıyor diye düşünmemek lazım.. öyle düşünüyorsan sen evinden çıkma.. sen tedbirini al.. evden çıkan kalabalığa karışan insan bunun riskini de üzerine alıyor demektir.. hem sen demiyor muydun herkes yapıp ettiğinden ''kendisi'' sorumludur diye.. isteyen istediğini yapsın, hasta olma hakkı da yok mu yani insanın?    -Şaka mı söylüyorsun, gerçek mi.. anlayamadım..    -Biraz latife yaptım canım.. tabi ki insanın bile bile başkasına kötülük yapması kabul edilecek bir şey değil.. ama bireyler

Masumiyet-13

   Depremin şoku henüz atlatılamadan ve yaralar daha sarılamadan muhalefet durumundaki medya kışkırtan yayınlarına başlamıştı.. depremin dindarlara eziyet edenlere Allahın bir cezası olduğunu iddia eden şeyhler, 7.4 yetmedi mi diye manşet atan dinci basın, buna karşı çıkan ilerici kesim kısa zamanda yine birbirine giriverdi kolaylıkla.. depremin yaraları daha sarılmadan neredeyse üç ay geçmeden bu defa 12 kasımda Düzce de 7.1 lik deprem oldu burada da 700 den çok vatandaşımız hayatını kaybetti.. bu olayların Allahın bir cezası değil tabiat kanunları sonucu olduğunu ve gerekli önlemleri almayan yönetimlerin ve bu konuda bilinçli olmayan vatandaşımızın hatalı olduğunu hiç düşenemeyecek miydik.. her depremden sonra bilim adamları çıkar konuşur, yapılması gerekenleri tekrar tekrar anlatır, ama bizlerin özellikle de yönetenlerin bir kulağından girer öteki kulağından çıkardı söylenenler.. başörtülülerin üzerine tüm gücüyle giden askeri vesayetçiler nedense depremin üzerine gitmeyi kendi gör

İşte böyle-3

   - Ne zamandır bu işte çalışıyorsun? diye sordu işyeri hekimi,    -Üç yıldır bu depoda bekçilik ediyorum.. diye cevapladı yaşlıca ama dinç görünüşlü adam,    -Daha önce ne iş yapardın, mesleğin var mı? dedi doktor, adamı izlerken..    Görmüş geçirmiş bir adama benziyordu, orta boylu, kırlaşmış seyrek saçlı, muhacirlere benzer iri kemikli ve kaslı bir yapısı vardı.. yavaş yavaş konuşuyor, biraz da, kulakları duymadığından olsa gerek, düşüne düşüne cevap vermeye çalışıyordu.. doktorun gözü adamın kulaklarına takılmıştı, kulakları büzülmüş sanki buruşmuş bir kağıt parçası gibi olmuştu.. o zaman anladı adamın eski bir güreşçi olduğunu, güreşçiler birbirlerine elense çekerken veya koltuklarının arasına rakiplerinin başını sıkıştırıp, dengesini bozup, bunaltarak devirmek isterken hiç acımazlardı birbirlerine.. o yüzden pehlivanların zamanla kulak kıkırdakları kırılır, ezilir ve böyle buruşur büzülürdü.. yine de doğrulatmak istedi adama, hem de yanılıp yanılmadığını anlayacaktı böylece

Doktor civanım-5

   Bir cuma günü gece vakti Taksim'den Varan otobüsüne atladı ve Ankara'ya yola çıktı..Bolu dağının sisle kaplı virajları -o zamanlar otoyol, tünel falan yoktu ve çok ölümlü kaza olurdu o yolda- ve buz tutmuş yollarda uyuya uyuya bir yolculuktan sonra Ankara'nın hasret kaldığı ayazını içine çekti erken sabah saatinde.. bu soğuğa alışıktı o.. rutubet olmadığı için işlemezdi soğuk insanın içine.. oysa İstanbul'da sıcaklık buradan en az beş derece fazla olduğu halde bu mevsim soğuktan tir tir titrerdiniz.. İstanbul'u sevememişti işte..    Pazartesi günü SSK Dışkapı Hastanesi Bevliye kliniğine gidip kendisini tanıttığı Klinik şef muavini bir ağabey, onu hacı karşılar gibi karşıladı adeta.. amacını açıklayınca gözleri parladı sevinçten ve hemen Genel müdür muavini arkadaşını bağlattı telefona ve durumu anlattı.. bizim asistan hayretle izliyordu olan biteni.. kendisi aylarca o kurumda gidip gelerek koridorları aşındırmış uğraşmış, tayin yazısını bir buçuk ayda yazdırama

Masumiyet-12

   Artık 28 Şubat dönemi tüm şiddetiyle hüküm sürüyordu..birçok okulda başörtülü öğretmenler başka yerlere sürülüyor, istifaya zorlanıyor veya uzaklaştırılıyordu.. aslında tüm devlet kurumlarında durum böyleydi.. daha önce bir sebepten arkadaşına veya birisine husumet besleyenler birbirlerini gerici ve irticacı olarak ihbar etmeye başlamışlardı.. ülke tarihinde sıkca görülen cadı avı devirlerinden biri daha başlamıştı.. Refah partisi kapatılmış,onun yerine yasaklı olmayan milletvekilleri Fazilet partisini kurmaya çalışıyorlardı.. ortalık toz dumandı.. Cumhurbaşkanı Demirel askeri kesimle siyasi kesimlerin arasında arabuluculuk gibi bir görev yapıyordu.. Bu arada askerler tarafından Batı Çalışma Grubu diye bir grup kurulmuş ve siyasilerin emirleri yerine getirip getirmediklerini kontrol ediyordu.. askeri vesayet tam anlamıyla kurulmuş durumdaydı ve açıkçası bundan çoğu vatandaş da pek şikayetçi görünmüyordu.. demek ki bir filozofun söylediği gibi milletler layık oldukları yönetimlerce

Doktor civanım-4

   İstanbula geleli bir aydan çok olmuştu, ama daha ancak hastanesini ve kliniğini yeni tanımaya başlamıştı..koca İstanbulu nereden tanıyacak..Türkiye bir tarafa İstanbul bir tarafa, burası apayrı bir ülkeydi adeta..şimdiye kadar en büyük şehir olarak bildiği Ankara buranın kasabası gibi bile değilmiş..burada her türlü yaşam şeklini görebilirdiniz, en zenginlerin ve meşhur insanların filmlere konu olan lüks ve ihtişam içindeki yaşantılarının yanında, onların bir kaç yüz metre yakınında yaşamaya çalışan en sefil ve fakir insanları görebilirdiniz.. ama hepsi İstanbulluydu bunların.. aynı havayı teneffüs ediyorlar, aynı yağmur altında kalıyorlar, aynı rutubetli ve kurşuni havadan nasiplerini alıyorlardı..ama galiba hepsi de o kadar.. yine de sanki üst sınıf insanlar daha asık suratlı ve bunalımlı, aşağı tabakadaki insanlar ise daha neşeli ve hayata umutla bakıyorlardı nedense..bu Şehr i İstanbul işte böyle bir yerdi..belki de binlerce yılın kadim bir şehrine has bir hayattı burada yaşana

Nevbahar

   -Bak tabiat nasıl canlanıyor, duyuyor musun otların çiçeklerin kıpırtı sesini..daha dün bomboş sessiz duran topraktan bu sabah ince bir yeşil filiz kendini göstermiş.. toprak bir başka kokuyor sanki.. yani doğmuş bebek nasıl taze ve kendine özgü kokar, aynen tabiat da o kendisine has kokusunu yaymaya başladı.. ağaçların bir daha çiçek açmaz gibi görünen dalları birden kabarmaya tomurcuklanmaya başlamış bile, neredeyse her şey konuşuyor gibi..güneş de başka ısıtıyor sanki. rüzgar hafif hafif sallıyor her şeyi, sanki beşiğindeki bebeği sallar gibi..esti nesimi nev bahar.. bir şiir söyleniyor ya da yazılıyor sanki...    -Dünyamız daha doğrusu yerküre, kutuplarından geçtiğini düşündüğümüz ekseni etrafında dönerken bu eksen 23 derece eğik olduğu için güneşin etrafında dönerek çizdiği elips şeklindeki çemberin belli bölgelerinde kuzey yarımküresi güneş ışınlarını daha dik olarak alır  o zaman orada ilkbahar ve yaz günleri olur, tam karşı tarafa gelince de bu kez güney yarım küre ışınla

İşte böyle-2

    -Sen zaten suskundun, artık iyice konuşmaz oldun.. dedi kadın,     -Öyle mi.. yok yahu konuşuyorum ya dedi adam..    Kadın besbelli konuşmak istiyordu bir şeyler..ama adam zaten içinden geçen bir sürü kelime ve cümleler trafiğini yönetemeyen bir trafik polisi sıkıntısındaydı..birine sahip çıkayım derken araya başkası giriyor, derken bodoslama bir başka düşünce kırıntısı hücuma geçiyor, hepsi birbirine karıştığı için akış kilitleniyor, kornalar sinirli sinirli çalınmaya başlanıyor.. insan homurtuları araç seslerine karışıyor, hepsi ayrı telden çalıyorlardı..    Adam ketıla su doldurdu.. amacı bir fincana koyduğu papatyalı naneli ıhlamurlu karışım poşetiyle ılık bir içecek hazırlamak,biraz da bu işlerle oyalanıp vakit geçirmekti..gözünü de ketılın yanındaki su seviyesini gösteren saydam çizgiye dikmiş, bir şey düşünmemeye, daha doğrusu karışmış trafiği süpürerek temizlemeye çalışıyordu..    Biraz sonra sudan hafiften cızırtılar gelmeye başladı..adam düşünmeden gözleri ve kulakla

Masumiyet-11

   Darbe ve müdahalelerin her türlüsünü görmüş ve yaşamış olan Türk milleti 28 Şubat 1997 tarihinde bu defa da sonradan post modern darbe adını alacak olan bu yeni darbeyi idrak edecekti..bu defa askeriye doğrudan işe el koyup demokrasiyi iyice köreltmek istememiş olacak ki işi parlamentoya ve yargıya müdahale etmek yoluyla halletmeye karar vermişti..ama tabi her an darbe yapabilirim diye korkutmayı da ihmal etmeden.    O tarihte toplanan Milli Güvenlik Kurulu -ki onun da ne kadar demokratik bir kurum olduğu çok tartışıldı,bu kurum iktidara ne yapması gerektiğini dayatan, yol gösteren, içinde askerlerin oldukça kalabalık oranda oldukları bir kurumdu- Başbakan Erbakan başkanlığında toplandı,ama toplantıya askerler hazırlıklı gelmişler, bu gidişatın ve istemedikleri durumun artık sonlandırılmasını istemişler, adeta Başbakanı sorguya çekmişler ve suçlamalarla terletmişler, sonunda da ona yapılmasını istedikleri her işi madde madde yazarak zorla da olsa imzalatmışlardı..Erbakan bu işi ko

Doktor civanım-3

   Doktorluğa ve aynı zamanda da Bevliye ihtisasına başlamak için geldiği İstanbul'a önceden iki veya üç kez daha gelmiş ama ancak sadece  hepsinde bir iki gün kalmıştı..ilki, çocukken anne babasıyla geldiği ve Sirkecide bir otelde iki gece kaldıkları bir kısa seyahatti..o zamandan ancak Sirkeci ve tarihi İstanbul yarımadasının çok küçük bir bölümüydü aklında kalan..otel odasından seyrettiği, yoldan çan çalarak geçen eski tramvay, İstanbulun sonradan Orhan Pamuk romanlarında okuduğu zaman çok iyi hatırladığı şekliyle gözünde canlanan gri ve nemli,bulutlu kapalı havası, Kapalıçarşı ve Mısırçarşısının kendisine has kokusu ve keşmekeşi, aklında kalan başlıca anılar..ondan sonraki geliş ise galiba Tıbbiye dördüncü sınıftayken, yine bir şubat ayında okul sömestr tatili fırsat bilinerek öğrenci arkadaşlarının organize ettiği ve ilaç fabrikalarının gezilip ilaçların yapım aşamasının izlendiği, biraz da hava ve ortam değişikliği olsun diye düzenlenmiş olan otobüs gezisiyle geldiği yine ik

Masumiyet-10

   Ünlü 28 Şubat muhtırasına az kalmıştı o zamanlar..herkes adeta geliyorum diyen yeni bir askeri müdahaleyi son derece soğukkanlı bir şekilde bekliyordu..zaten ne zaman tam bir demokrasiye geçebilmiştik ki..bizim memlekette son elli yılda hatta belki de yüzyıllardır böyle değil miydi..aynen mehter takımı gibi..iki ileri bir geri..tüm dünya neredeyse ağır aksak da olsa, yavaşlayarak ve bazen de hızlanarak daima ilerleme yolunda yürümüştü. ama bizim ülkemiz önce iki ileri adım atmış, sonra da hemen korkarak ya da başka sebeplerle bir adım geri atmıştı..Erbakan'ın Başbakan olması belki de onun temsil ettiği hayat görüşlerinin de iktidara bir ucundan da olsa tutunmuş olmasıydı..ama bu bir toplumsal gelişme adımı olsa bile hemen memleketin önemli bir kısmı bundan ürkerek tekrar geri adım atmanın peşine düşmüşlerdi..tabii o taraftan bakıldığında da tersi söz konusuydu o kesime göre..gerici bir adımı demokratik yöntemlerle olmasa da, ne şekilde olursa olsun durdurmak ve eski şekle getir

Doktor civanım-2

   Kısacık tatilden henüz Ankaraya dönmüşlerdi ki bir sabah Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrısa Barış harekatına başladığını öğrendi herkesle beraber; radyolardan ve siyah beyaz TRT televizyonundan, Başkakan Ecevitin ağzından..tarih 20 temmuz 1974 dü ve doktorumuz daha 12 gün önce almıştı diploma diye eline tutuşturulan bir çıkış belgesini..Ecevit bu ilk çıkarmadan sonra diğer garantör ülke İngiltereye gitmiş ve iki ülke birlikte adadaki oldu bittiye müdahale etmeyi önermiş ama yeşil ışık yanmamıştı..o da Dış işleri bakanını orada bırakmış ve ondan gelecek şifreli haberi beklemekteydi..şifre de 'Ayşe tatile çıkabilir' cümlesiydi..galiba bakanın kızının adıydı Ayşe..bu olay daha sonra hafızalarda yer edecekti..ateşkes ve barışın sağlanamayacağı anlaşılınca 14 ağustos da bu kez daha büyük bir harekatla Kıbrıs'ın neredeyse yarısı Türk ordusu tarafından işgal edildi.. o zamandan bugüne kadar adada Kıbrıslı Türkler  ve Türkiye açısından bir türlü barış gelmeyecek ve hakkaniyetli