61- Ben dönmezem



 



     İki eski dost, ''Eski dost düşman olmaz!'' sözünü ispatlarcasına hararetli sohbetlerine bir süre daha devam ettiler. Sanki yıllar süren bir soğukluğu yeniden ısıtma çabası yanında; birbirlerine duydukları sevgi ve hasretin, pişmanlıkların ve eski mutlu alışkanlıkların tekrardan hatırlanmasının ikisine de verdiği  heyecan ve mutluluğun devem etmesi, hatta olabildiğince uzatılması isteği vardı sanki bu karşılıklı sürüp giden ve bir türlü bitirilemeyen dostane sohbetin ruhunda.


     Bir süre sonra Teoman bey, yine o eski muziplik zamanlarını hatırlamış gibi, Sacit Sami beye gülümseyerek bir olta attı;


     - Sacit, dedi (artık dostluk eski kıvamını bulmuştu sanki, senli benli oluvermişlerdi tekrar) bak, ben biraz önce kısaca hayatımın safhalarını özetledim ve nerelerden başlayıp nerelere geldiğimi açık yüreklilikle anlattım, demek ki insan da, Heraklit'in dediği gibi bir su misali, aynı köprünün altından bir daha geçmiyor, ya da biz aynı köprünün altında aynı nehirde yıkandığımızı sansak da akan su aynı su değil. Kısacası değişim veya başkalaşım kaderimiz, ve bundan da gocunmamak lazım, ben ölene kadar da değişmeye devam edeceğimden eminim, çünkü her an yeni şeyler öğreniyorum ve bunlar da beni bedenen olmasa da zihnen mutlaka değiştiriyor, zihnimdeki değişim de ister istemez bedenime de yansıyor tabi. Peki sen de değişiyor musun? ya da değiştin mi bu kadar zaman içinde? dedi..


     Sacit Sami bey bir süre düşündü, bu aniden gelen kroşe onu biraz bocalatmıştı doğrusu.


     - Teomancığım, dedi, ben de değişmişimdir muhakkak, ama kendimi şöyle bir yokladığımda pek de değişmemişim diyorum sanki, hatta buna şaşmakla beraber biraz da Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi; ''Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan'' mısraında anlattığı ruh halini hissettiğimi düşünüyorum. Kısacası ben hâlâ o eski Sacit Sami olarak kaldım galiba, dedi.


     İki eski dost şimdi sanki yeniden kendi dünyalarına dalmışlar gibiydi. Belki de ikisi birden bir iç hesaplaşma içindeydiler, iki taraf da acaba kendilerini mi yoksa muhataplarını mı haklı görüyordu? bilinmez..


     Sessizliği yüzünde hınzırca bir ifade beliren Sacit Sami bey bozdu nice sonra;


     - Hem ben dönsem bile beni bırakmazlar ki, dedi, tutar tekme tokat masama oturtur onlara her gün verdiğim öğütlerin veya kışkırtmalarımın devamını ister, en ufak bir sapma göstermemi bile anında fark eder ve adeta kılıçtan keskin kalemleriyle beni paramparça ederler, dedi, arkasından da, - en başta şoför Osman beyi düşünmem lazım sonra, ben bu yoldan dönersem başta o ve sırf benim için bir çok adamını tahsis etmiş olan devletimizin memurları ne iş yapacak?, emekliye mi sevk edilecekler?, zavallılar benim üzerimde uzmanlıklarını hatta doktoralarını tamamlamışlar, ne olacak onların hâli? görüyor musun azizim, ben onları bırakamam, ekmekleriyle oynayamam, kısacası dönmem, dönemeeemmm! dedi ve arkasından o gür sesiyle dinamit gibi patlayan kahkahasını koyverdi mahzun ve kimsesiz gazete yazıhanesinin ortasına. Bu kahkaha acaba bir nükte mi yoksa bir trajedi sebebiyle mi atılmıştı işte orası meçhuldü.


     Bu nazik konunun da böylece halledilmesi en başta toy gazeteci gencimizi sevindirmişti şüphesiz. Konunun yeni bir çatışma ve sonrasında da kapıların çarpılması ile başlayan ve belki de sonsuzluğa kadar sürecek yeni bir dargınlığa doğru gitmesinden çok korkmuştu Fahrettin, bir tarafta çok sevdiği ve velinimeti olarak gördüğü patronu, öte tarafta da hiç de hayallarinde hatta rüyasında gördüğü gibi bir karaktere benzetemediği, ama gerçekten de nev'i şahsına münhasır denebilecek bir karakterde olan Teoman hoca, gerçekten de çocuk gibi kavga edecek yaşlarını çoktan aşmış görünen bu iki eski dost için küslük hiç akla gelmeyecek ve yakışmayacak bir ihtimaldi. Hocanın patrona attığı bu olta tam yerini bulmuş, ama tecrübeli köpek balığı bu zokayı yutmamış, ufak bir burun darbesiyle çengelin soğuk ve korkunç ucunu itivermişti önünden, ama o esnada bu suların korkulu balığı artık yaşlandığını, polemiklerden yorulup usandığını, kavgaların şehvetinden eskisi gibi zevk alamadığını fark etmiş miydi bilinmez, ama zokayı yutmaması başta kendisi sonra da gencimiz ve Teoman hoca için çok iyi olmuştu doğrusu. Kaptan Ahap ve Moby Dick yaşlanmışlardı galiba, ama zaten Teoman hoca balıkçı değil, patron da balina değildi, o yerli ve milli bir köpek balığı, buraların deyimiyle görmüş geçirmiş bir Camgözdü gencimize göre. 


     Birden aklına gördüğü o tuhaf rüya geldi nedense gencimizin. Tekrar dikkatle Teoman hocayı izlemeye başladı sonra. Acaba hoca da o kaptan gibi her şeyin farkında ama sırf gemidekiler mutlu olsun, kendi küçük dünyalarında yaşayıp gitsinler diye zoraki kaptan rolünü mü oynuyordu? Acaba her birimiz az çok bir şeyleri biliyor veya hissediyorduk da adeta bir tiyatro sahnesindeki oyuncular gibi elimize verilen rol metnindeki replikleri o andaki ruhi durumumuzun etkisi altında yalan yanlış okumaya, senaryo yazarının muradı öyle olmasa da, imam ne derse desin cemaat bildiğini okur sözü misali, adımız Hıdır elimizden gelen budur dercesine okuyup sıramızı savmaya mı çalışıyorduk? Galiba Teoman hoca bir şeylerin farkına varmış, dümeni boş yere çevirip durmaktansa gemiden balıklama atlayıp sahilin yolunu tutmaya mı karar vermişti? Üstelik sahil ne tarafta onu bile bilemeden? Galiba anlamsız bir oyunun parçası olmaktansa gerçeği aramak için dibi bile görülmeyen denize atlamak bir hocaya daha çok yakışan bir hareket olsa gerekti. 


     Öte yandan gencimizin Sacit Sami beye döndü bakışları, o da durumundan memnun görünüyordu galiba, yıllarını hatta ömrünü verdiği bir davanın doğruluğundan ve ulviliğinden çok emin olmalıydı ki adeta bir cami imamı gibi cemaati gittikçe azalsa da, gelen müminler ancak bir sırayı bile tamamlayamayan çoğu öksürük nöbetleri içinde ve bükülmüş belleriyle onun yaptığı hareketleri sessizce takip ederek taklit etmeye çalışsalar da galiba bu insanlar da hallerinden memnundu, şimdi hocanın dönüp; - Arkadaşlar, yıllardır aynı şeyleri tekrarlayıp duruyoruz, sizi bilmem ama ben bundan biraz sıkıldım doğrusu, içimden camiyi terk edip kırlara, dağlara vurasım geliyor kendimi, ama sizi düşünüp yapamıyorum, içinizden birine vekalet versem de artık namazları o kıldırsa, ben de alıp başımı gitsem, cevaplarını bir türlü bulamadığım sorularımı tanrının sahnesindeki başka canlılara, hatta cansızlara sorsam ne kadar mutlu olacağım bir bilseniz, beni bağışlar ve azat eder misiniz? diye sorsa acaba gittikçe azalmakta olan bu -yenilerin deyimiyle- anakronik kalabalık, -daha doğrusu azınlık- ne derdi acaba? Çok büyük ihtimal önce şaşkın şaşkın hocaya bakarlar, sonra galiba zavallı adam kafayı üşüttü, vah vah, alıp doktora götürsek mi acaba? ya da bir kaç şamar atarak kendine gelmesini mi sağlasak, yahut da el birliğiyle ve katil belli olmayacak bir şekilde linç edip kısa yoldan cehenneme mi göndersek bu mundar münafığı! diye düşünürlerdi galiba. Daha aklı başında olanlar da önce duruma hakim olmaya çalışır, küçük infial hamlelerini yatıştırdıktan sonra diyanete bir şikayet dilekçesi yazarak hocalarının kısa zamanda emekliye sevk edilmesi ve yerine genç, zeki, atak ve atik bir hocanın tayin edilmesi için uğraşırlardı galiba. O anda da geçenlerde uykusu kaçıp da iş yerine giderken yoldaki camiye girince gördüğü sabah namazını kıldıran genç imam aklına geldi. Bu kez de o imama acıdı doğrusu, önündeki onca seneyi hep aynı şeyleri söyleyip yaparak geçirecek olan o temiz yüzlü genç delikanlı da acaba repliklerini nasıl okuyacaktı?


     Gencimiz bu gibi düşüncelere dalmışken iki eski dost da tekrar koyu bir sohbete başlamaya hazırlanıyor gibiydiler, birden patronun gözleri olan biteni adeta bir tenis turnuvasında final maçını izler gibi bir o tarafa bir bu tarafa bakarak neredeyse hipnotize olmuş gibi olan gencimizin üzerine dikildi;


     - Eee Fahrettinciğim! dedi, Teomancığımın fakirhaneyi şereflendirmesini kutlamanın zamanı geldi zannederim değil mi? Osman beyi arasak da bizi boğazda güzel bir lokantaya götürse, sohbetimizi orada devam ettirsek ve kuruyan kursağımızı da biraz ıslatsak nasıl olur? dedi, Galiba kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali Teoman beye doğrudan yapamadığı teklifi gencimize bir soru şeklinde tevcih etmişti bu eski çarıklı erkanı harp.


     Fahrettin, iki ateş arasında kalmış bir acemi er gibi ne diyeceğini ne yapacağını düşünür haldeyken imdada Teoman hoca yetişti;


     - Sacit'ciğim dedi, bu nazik davetiniz için sana ve Fahrettin beye çok teşekkür ediyorum, ama ne yazık ki icabet edemeyeceğim, çünkü bugün bir yerde bir arkadaşımla buluşmaya söz vermiştim, tam evden çıkarken Jale çizimleri bana verince program değişti, aslında çok da iyi oldu, seni ve Fahrettini görmekle çok bahtiyar oldum, bu tatlı sohbetimiz de epeyce uzadı, bundan da çok memnun oldum tabi, ama dediğim gibi tehir edemeyeceğim bir buluşmam olduğundan üzülerek bu daveti kabul edemiyorum, inşallah bir başka zamanda rahat rahat buluşup konuşur eskileri anar, yenilerle ilgili fikir alışverişinde bulunur hatta beraber yemek de yeriz, neden olmasın? dedi.


     Patron Sacit Sami bey böyle davetlerinin reddedilmesine pek alışık biri değildi, üstelik kerahet zamanı da epeyce yaklaşmışken böyle pişmiş aşa su katılmasına çok bozulurdu, ama el mecbur, yıllardan sonra kavuştuğu bacanağını kırmaktan çekinerek fazla bozuntuya vermedi ve iki elini yana açarak mazlum bir eda ile; - Eh, ne yapalım, vuslat yine başka bir bahara kaldı desene mirim! dedi, ama bunu bir söz olarak kabul ediyorum, en kısa zamanda ahdimizi yerine getirelim öyle değil mi? dedi. Teoman bey de artık veda zamanının geldiğini belirten bir baş eğişle sözleşmeyi onayladı, iki eski dost aynı anda ayağa kalkıp kucaklaştılar, Teoman bey gencimize döndü, elini öpmek ile tokalaşmak arasında kararsız bir şekilde dikilen Fahrettine de elini uzatıp; -Memnun oldum tanıştığımıza, Jale ile ilgilendiğiniz ve onu polisin elinden kurtardığınız için -aslında bu işi Osman ağabey yapmıştı ama ne gam, gencimiz mahcubiyetten neredeyse yere serilecek vaziyetteydi zaten- size teşekkür borçluyum, Sacit ile beraber bir akşam evimize de beklerim, hoşça kalın, dedi.


     Gencimiz dört ayak üstüne düşen kedi gibi içinden bir yandan Tanrıya şükürler, bir yandan Teoman beye, bir yandan patronuna uzun ömürler niyaz ederken, dışından da, çok sağolun efendim, ben de.. çok memnun olurum.. inşallah.. gibi kısa kelimelerle şükranlarını ifade etmeye çalışıyordu.


     Teoman beyin daveti geri çevirmesiyle hevesi kursağında kalmış olan ve şimdiden oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi somurtmaya başlayan Patronunu yumuşatmak da acar muhabir, toy delikanlı ve acemi aşık gencimize kalmıştı ister istemez. Kısa bir sessizlikten sonra gencimiz patronuna; - Efendim memleketten size leblebi getirmiştim, buzdolabında da yarım şişe rakı var, ne dersiniz bir kadeh akşam rakısı alır mısınız? dedi.


     O anda patronun haleti ruhiyesi değişti adeta, yüzünde güller açtı sanki, ve;


     - Hastaya karpuz sorulur mu Fahrettinciğim dedi, hem de sarı leblebi ha! hemen getir de hem Atamızı analım, hem de bugünün şerefine iki tek atalım. Neye niyet, neye kısmet. Ama hem sana hem de Teomana borcum borç, tamam mı, bir ara acaba alkol düşmanı da mı oldu kerata diye aklımdan geçmedi değil, neyse ki o kadar da uzun boylu değilmiş. Buna da şükür, hem de ne şükür hahhhahhahahahaha! diye gürledi. 


     Bu defaki kahkaha keyiftendi kesinlikle...






                                                        *                                *                              *



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

60- Babam ve Ben

42- Yılkı

Mağduriyet