Doktor civanım-2

   Kısacık tatilden henüz Ankaraya dönmüşlerdi ki bir sabah Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrısa Barış harekatına başladığını öğrendi herkesle beraber; radyolardan ve siyah beyaz TRT televizyonundan, Başkakan Ecevitin ağzından..tarih 20 temmuz 1974 dü ve doktorumuz daha 12 gün önce almıştı diploma diye eline tutuşturulan bir çıkış belgesini..Ecevit bu ilk çıkarmadan sonra diğer garantör ülke İngiltereye gitmiş ve iki ülke birlikte adadaki oldu bittiye müdahale etmeyi önermiş ama yeşil ışık yanmamıştı..o da Dış işleri bakanını orada bırakmış ve ondan gelecek şifreli haberi beklemekteydi..şifre de 'Ayşe tatile çıkabilir' cümlesiydi..galiba bakanın kızının adıydı Ayşe..bu olay daha sonra hafızalarda yer edecekti..ateşkes ve barışın sağlanamayacağı anlaşılınca 14 ağustos da bu kez daha büyük bir harekatla Kıbrıs'ın neredeyse yarısı Türk ordusu tarafından işgal edildi.. o zamandan bugüne kadar adada Kıbrıslı Türkler  ve Türkiye açısından bir türlü barış gelmeyecek ve hakkaniyetli bir sonuç alınamayacak, ve Ayşe galiba daha çok tatil yapmaya devam edecekti..
   Yeni doktorumuz da bu arada bir işin ucundan tutup mesleğine başlayacağı günleri iple çekmeye başlamıştı..ama bir türlü bir işe başlayayamıştı..bazı arkadaşları artık nasıl becerdiyseler Ankara Belediyesinde, Sıtma savaş veya Verem savaş derneklerinde geçici bile olsa bir işe başlamışlardı ama o henüz boştaydı..okulu bitirir bitirmez, eller üstünde taşınarak bir yerde görevlendirileceğini bekleyen kahramanımızın ilk hayal kırıklığıydı bu..ama zor yıllar daha neler neler getirecekti haberi bile yoktu..
   Bu arada hemen uzmanlık sınavlarına girerek bir branşta asistan olmayı düşündü o da bir çok arkadaşı gibi..şanslarına da bir ay sonra Devler Uzmanlık sınavı, şimdiki adıyla TUS sınavı vardı..hemen ona başvurdu..ama orada da devlette mecburi hizmet veya başka şekillerde mahrumiyet bölgelerinde (doğu ve güneydoğu illeri, özellikle ilçeleri o zamanlar mahrumiyet bölgesi olarak anılıyordu) çalışanlara bir ödül olarak verilen ve oralara gitmeyi çekici kılmak amacıyla düşünülmüş bir uygulama nedeniyle oralarda çalışanlarla yarışma handikapı vardı..sistem şöyle işliyordu..o bölgelerde çalışanlar çalıştıkları her ay başına 1 puan alıyorlardı..bir hekim en fazla 48 puan alabilirdi..yani doğuda 4 yıl çalışan bir doktor uzmanlık sınavında 48 puan önde başlıyordu..bir 60 puan da bilgisiyle alırsa etti 108 puan..sen istersen tüm soruları doğru yap en fazla 100 alıyorsun, o ise 60 puanlık doğru yaparsa 108 alıp yine seni geçiyor..tabi 3 yıl ve daha aşağı çalışanlar da vardı ama devletten burs alarak (karşılığı 6 yıla karşılık 4 yıldı) 4 yıl mecburi hizmet yapanlar çoğunluktaydı..
   Neyse bu adaletsiz yarışa o da katıldı ister istemez, ve sonunda kazandı da..yani bir ihtisasa başlaması için gerekli puanı alıp kadrolarda altlarda olsa da bir yer alabildi..artık daha üstlerde olanların vazgeçmeleri veya bir şekilde ona yer boşalmasını bekleyecekti..bu arada bu sınavların devlet yani üniversiteler dışındaki eğitim hastanelerindeki kadrolar için yapıldığını belirtelim..üniversiteler ayrı ayrı yapıyordu sınavları ve hocalar asistan alınacakları belirliyordu çok önceden..bu yüzden bir şekilde hocanın gözüne girmek ya da başka bağlantılar çok önemliydi..o zamanlarda üniversiteler adeta ülke içinde ayrı devletler gibiydi, ne yaptıklarına kimse karışamazdı..hocalar neredeyse birer tanrı gibiydi..asistanlar önce hocanın çantasını taşımaya başlayarak ve ayak işlerinde koşturarak mesleklerini ve tıp sanatını öğrenirlerdi tıpkı başka sanatlardaki çıraklar gibi..hatta onlardan bile değersizdiler bazı kaprisli hocaların gözünde..bu konuda o kadar hikaye anlatılırdı ki duyanlar inanamazdı bir türlü..bu yüzden bizimki gibi sıradan bir doktor ancak devletin gözetim ve denetimindeki eğitim hastanelerinde asistan olabilirdi..yine de spor olsun diye Hacettepe tıp ın açtığı bir kaç sınava da girdi olan biteni anlamak için..tabi nisbeten pek istenmeyen branşlara girmek daha kolaydı o zamanlar..hatta bazı branşlar asistan bulabilmek için ava çıkıyordu adeta..o zamanlar revaçta olan branşlarla şimdikiler arasında yüz seksen derece fark olduğunu söyleyelim de başka bir bilgi vermeyelim bu konuda..ayrıca bizim civan doktor nereyi istediğini ne olmak istediğini de bilmiyordu aslında..yani onu ihtisasa nöroşişürji alırsa, ya da kadın doğum alırsa veya başka bir yer, hemen orayı benimseyecek ve sevinerek işe başlayacak durumdaydı bir çok yeni doktor arkadaşı gibi..bunda ilerde bu sınavların daha zor ve kazanmanın daha güç olacağı düşüncesi de etkiliydi ama asıl sebep pratisyen hekimliğe değer verilmemesiydi genel olarak..normal bir ülkedeki hekim dağılımını bir piramit gibi düşünecek olursak tabanda pratisyenler tepede uzmanlar olması normalken, her şeyi ters olan bizim ülkemizde bu durum da tersti..yani herkes uzman olmak istiyordu pratisyen kalmak korkulu rüyaydı..halkın gözünde de böyleydi..nezle olan, hemen kulak burun boğaz uzmanına hatta mümkünse profesör ünvanlısına gitmek isterdi..pratisyen hekimin bir çok işin altından kalkacağı düşünülmezdi bile..o zamanlar devlet de sistemde bazı iyileştirmeler yapıyor ve sağlık hizmetlerinde sosyalleşme ya da sosyalizasyon diye bir uygulamaya geçmeye çalışıyordu..burada tüm vatandaşların önce birinci basamak hekimi olarak pratisyen hekime başvurmaları, o gerek görürse uzmana gönderilmeleri, buna karşılık tüm koruyucu hizmetlerin, anne çocuk takiplerinin, aşıların yani tüm sağlık hizmetlerinin pratisyen hekimlerin üzerinde olduğu bir sistem getirilmeye çalışılıyordu..ama bu sistem ne yazık ki bir türlü oturtulamadı yıllarca ve sağlık sistemi de tıpkı eğitim sistemi gibi her partinin veya koalisyon ortağının keyfine bağlı olarak yaz boz tahtasına döndü..
   Neyse sonunda uzun çabalar ve sıkıntılar sonucu doktorumuz da Üroloji (o zamanlar Bevliye idi adı) ihtisası için SSK İstanbul Hastanesinde ilk görevine başlamıştı neredeyse yıl biterken..boş bir kadro çıkması, onu işgal edenin başka bir kadroya alınarak serbest kalması, ondan sonra tayin işleminin başlaması, Ankara'daki Genel müdürlükte bir yazının bir odadan öteki odaya kaplumbağadan bile yavaş neredeyse bir haftada gitmesi, heyecan ve sabırsızlıkla bekleyen ve bu arada hala küçük bir memur olan babasından harçlık alırken utanan doktorumuza bu bir kaç ay tayin beklemek asırlar gibi gelmişti..sonunda tayin yazısını alınca mehil süresini bile beklemeden otobüse atladığı gibi İstanbul'un yolunu tutacaktı..eski Türk filmlerde görülen sahnelerdeki gibi, Haydarpaşa istasyonuna sırtında yükü ile trenden inen Anadolulu saf ve gariban vatandaşlardan pek de farkı yoktu aslında...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke