Doktor civanım-3

   Doktorluğa ve aynı zamanda da Bevliye ihtisasına başlamak için geldiği İstanbul'a önceden iki veya üç kez daha gelmiş ama ancak sadece  hepsinde bir iki gün kalmıştı..ilki, çocukken anne babasıyla geldiği ve Sirkecide bir otelde iki gece kaldıkları bir kısa seyahatti..o zamandan ancak Sirkeci ve tarihi İstanbul yarımadasının çok küçük bir bölümüydü aklında kalan..otel odasından seyrettiği, yoldan çan çalarak geçen eski tramvay, İstanbulun sonradan Orhan Pamuk romanlarında okuduğu zaman çok iyi hatırladığı şekliyle gözünde canlanan gri ve nemli,bulutlu kapalı havası, Kapalıçarşı ve Mısırçarşısının kendisine has kokusu ve keşmekeşi, aklında kalan başlıca anılar..ondan sonraki geliş ise galiba Tıbbiye dördüncü sınıftayken, yine bir şubat ayında okul sömestr tatili fırsat bilinerek öğrenci arkadaşlarının organize ettiği ve ilaç fabrikalarının gezilip ilaçların yapım aşamasının izlendiği, biraz da hava ve ortam değişikliği olsun diye düzenlenmiş olan otobüs gezisiyle geldiği yine iki günlük bir geziydi..o geziden aklında kaldığı kadarıyla bu şehir kalabalık, havası soğuk, kasvetli ve insanın içine işleyen bir ayazı vardı..oysa Ankara öyle miydi, kışın bile o kadar üşütmezdi, çünki orada rutubet çok azdı, hele baharlar ve yaz çok güzel geçerdi Ankarada..yazın en sıcak gününde bile gölge bir yere girdiğinizde veya bir ağaç altında hemen serinleyebilirdiniz..Bu iki gezi sonrası İstanbul hakkında edindiği intiba ise genelde pek de iyi değildi..O yüzden İstanbula geldiğine çok sevinmemişti, ama boş oturmaktan daha iyidir diyordu bir yandan da..
   Bu defaki gelişi şansından yine soğuk ve kasvetli bir kış başına denk gelmişti..elinde tayin yazısıyla Samatya'daki SSK İstanbul hastanesinin kapısından girip Başhekimliğe doğru giderken yine değişik duygular içindeydi..bırak bu hastanede bir tanıdığı, hastanenin kendisini bile bilmiyordu, hatta ne yerini ne de semtini..ama hastane şu ilk anda ona dost görünmüştü..bir kere Marmara denizine hakim bir konumdaydı ve oldukça yeni bir binaydı o zamanlar..İstanbul'un en kalabalık ve meşhur hastanelerinden biriydi..o zamanlar sosyal sigorta hastaneleri sadece sigortalı çalışanlara, ailelerine ve emeklilerine bakardı..her türlü tedavi, ilaç gereç, tamamen kurumca ödenir o yüzden de sigortalıların hem mecbur oldukları hem de olanaklarından yararlandıkları ve kendi malları olarak gördükleri sağlık kurumuydular.. bu durumu doktor veya görevlilere kızdıklarında; bana bak senin maaşını ben veriyorum bana bakacaksın diye sinirli bir şekilde belirtirler, sık sık ağız dalaşı çıkardı bu sebeple de..aslında hastanede çalışan herkes maaşını bir devlet kurumu olan genel müdürlükten alırdı şüphesiz, ama sigortalıların da bu konuda haklılık payları vardı..çünki maaşlarından oldukça yüksek oranda hastalık, iş göremezlik ve emeklilik primi kesiliyordu ve o zamanlar çok güçlü olan sendikalar sayesinde de bunların son derece farkındaydılar..buna karşın sigortalılar başka hiç bir hastane tarafından kabul edilmedikleri için de bir yerde elleri mahkumdu sigorta hastanelerine ve gidemedikleri diğer devlet hastanelerinin sanki filmlerde gördükleri amerikan hastaneleri gibi olduklarını sanıyorlardı..oysa o zamanlar Sağlık Bakanlığına ve az da olsa diğer kurumlara bağlı hastanelerin fiziki yapıları ve olanakları içler acısıydı..o hastanelerde hastalar yatmak için çarşafsız da olsa bir yatak buldularsa öpüp başlarına koyarlardı..bir yerden desteği ve maaşı olmayan köylü kısmı ve hiç bir kazancı olmayan garibanlar ise, o zamanların yaygın uygulaması olan ve mahalle muhtarlarınca bir kağıda eğri büğrü bir yazıyla çiziktirilmiş ve adına fakirlik ilmuhaberi denilen bir kağıtla hastaneye başvurup yatmak zorunda olduklarında ellerine kaşık çatal tabak bile verilmez, hele ne pijama ne yastık, öylece üzerlerindeki elbiseleriyle o pis yataklarda yatarlardı..en kısa zamanda da yarım yamalak bir tedavi ile taburcu edilirlerdi..bu durumda SSK hastaneleri onların yanında lüks kalıyordu..üstelik öteki hastanelerde hastalar neredeyse serumları ve ilaçları bile kendi ceplerinden ve hastanelerin karşısındaki hastanelerden zar zor alırken, sigortalılar bütün bunlar için beş kuruş ödemezlerdi..üstelik temiz yataklarda yatar ve çok güzel yemekler yerlerdi..yine de hastalara ve sigortalılara yaranamazdı sosyal sigortalar kurumu..
   Bizim civan doktora yeni gelen asistan olarak hemen gerekli işlemleri yapıldı ve il dışından gelmiş olduğu görülünce de isterse hastanenin en üst katındaki asistan lojmanı ve yatakhanesinde kalabileceği de söylendi..İstanbul ilk kez gülüyordu ona artık. en üst kat olan yedinci kattaki asistan lojmanında kalabilecekti, gerçi bir koğuş şeklinde de olsa bu asistan odalarının en güzel tarafı ise önlerinde neredeyse Sarayburnundan Floryaya kadar uzanan ve hemen karşısında da prenses adalarını gördüğünüz muhteşem Marmara denizi manzarasıydı..hele geceleri tüm ışıklarını yakmış denizde demirli gemiler adeta bir fener alayı gibi göz kamaştırırdı..
   Bütün bunlara karşın iki tane şefi ve muavini olan iki ayrı Bevliye kliniği de her ikisine birden o tarihlerde yapılan son tayinle çok sayıda asistan geldiği için oldukça kalabalık mevcutluydu ve bu nedenle bu kalabalık asistan grubuna düşecek ameliyat ve hasta sayısı yani öğrenecekleri ve  uğraşacakları vaka sayısı azalıyordu..yani ameliyat pastasından küçük dilimler kalıyordu çömez asistanlara..aslında zaten hemen ameliyat yapacak değillerdi tabi ki, ama hiç olmazsa ameliyatı seyredecekleri  bir yer bile kalmıyordu neredeyse kimseye..yine de özellikle daha kıdemli olan asistanlar hem onlara bir şeyler öğretmek, daha açıkçası aslında da üzerlerindeki yükü yani angaryaları onlara yaptırmak için yeni çaylakları yanlarında gezdiriyorlar, sonda takma, pansuman yapma, ameliyata vaka hazırlama ve ameliyattan çıkanların takibi gibi işleri bir ucundan da olsa yaptırmaya çalışıyorlardı..şefi de oldukça babacan bir adamdı, ama saat 14 ten sonra ya ortadan kayboluyor -ki galiba muayenehanesine biraz erken gidiyordu- , ya da arkadaşlarıyla sohbetlere başka kliniklere gidiyor, onlara bir şeyler öğretmek ya daha kıdemlilere ya da yeni uzman olmuş ve oradan daha tayin olarak bir yere gitmemiş, şimdilik orada kalmış abilere kalıyordu..
   İlk bir kaç günden sonra hemen nöbetlere yazdılar onu da..iki çeşit gece nöbeti vardı; ilki klinikte tutulan ve yatan hastalara ve acilden çağırıldığı zaman acil vakalara bakılan nöbet ki bu hiç olmazsa mesleği öğrenmek açısından iyi ve gerekliydi..ikincisi ise aşağıda acil serviste gelen her türlü hastayla ilk kez muhatap olunan, bir nevi genel hekimlik yapılan bu yüzden de hiç kimsenin sevmediği angarya nöbetti..aciller o zaman da ana baba günü gibi olurdu, en basit hastalık veya hastalık şüphesi üzerine kendisini acile atanlar arasında gerçekten de acil, mesela kalp krizi, beyin kanaması, felç, trafik kazası vs. gibi vakalar da bu kalabalığın arasında karışık geliyor, herkes kendisinin durumunun acil olduğunu iddia ettiği için de sıraya filan sokulmak mümkün olmayan bu kalabalık  gruba karşı elinizden geleni yapmaya çalışırken, adeta kendisini arenada gladyatörlerin önüne atılmış köleler gibi hisseden asistanlar olarak sizden her şeyden anlamanızı ve mucizeler yaratmanızı bekleyen bu kalabalığa; acil nöbetçisi hekimleri olarak önce hangisine koşacağınızı, kime müdahale edeceğinizi bilemeden şaşkınlık ve cahil cesareti ile dalıyordunuz..acilde en ön safta ancak bir iki tane doktor, yorgunluk ve sıkışıklıktan bezmiş halde ve ne yapacağını bilemez durumda bu çılgın kalabalığa karşı teşhis ve tedaviye yönelik bir şeyler yapmaya çalışırdı..çoğu basit hastalıkları olan geniş kesim için kısa bir müdahale ve gerekli acil tedavisi yapılır ama bazı vakaların da içinden çıkamayınca yukarıdaki kliniklerde branş nöbeti tutan nöbetçi asistan arkadaşlar telefonla aranır konsültasyona çağırılır, onlar da asık suratlarıyla ve adeta, 'ikide bir neden çağırıyorsun bunu da mı halledemedin' dercesine gelir ve hemen işlerini bitirip acilin karmaşık ortamından kaçarcasına  çekip giderlerdi..onlar da haklıydı aslında; yatan hastaların sabah vizitlerine hazırlanması, hocaların gündüzden verdikleri emirlerinin yerine getirilmesi, tüm koğuşlardaki hastaların ara sıra kontrolü için dolaşılması. durumu değişen veya bozulan hastaların tedavi ve takipleri, bütün bunların hemşire ve sağlık memurları ve asıl ağır işleri yüklenen pansumancı ve hastabakıcılarla beraber yerine getirilmesi, ertesi güne hazırlık için yapılacak işler ve ameliyatların hazırlığı ve daha buna benzer bir sürü iş ve angarya sabaha kadar zor biter, ondan sonra da ya ameliyata girilir ya polikliniklere koşulur ya da kaprisli hocaların emir ve özel angaryaları yerine getirilmeye çalışılırdı..asistanlığın böyle bir şey olduğu baştan biliniyordu ve kabullenilmişti ama şartlar biraz daha insanca olsa olmaz mıydı acaba..gariban asistan, kliniklerde şef ve uzmanların gözünde hemşirelerden bile değersiz ve geçici olarak görüldüğü için bütün bu zorluk ve sıkıntılara sadece gelecekteki uzman olduğu günleri ve ilerde yaşayacağı müreffeh hayatını hayal ederek katlanırdı..acil odalarında ve asistan çalışma odalarında arada sırada kısa da olsa, asistanlar bir çay molasında birbirleriyle dertleşir ve birer sigara yakıp, demli çayları yudumlayarak rahatlamaya çalışırlardı..üstelik bazıları evli ve çocukluydu bunların, onlar en zor durumda olanlardı, çünki akıllarının bir kısmı da ailelerindeydi.. bu abiler en çok bizim çömeze yanaşıp yardımını rica ederler, ya bir kaç saat ya da tüm gece nöbetlerinde yerlerine bakmasını isterler, kaç gündür evlerine bile gidemediklerinden yakınırlardı..bizim çömez de onların hallerine acır, nasıl olsa buradayım düşüncesiyle çoğu evli, çocuklu ve kendisinden oldukça yaşlı olan bu ağabeylerini daha doğrusu kader arkadaşlarını sevindirmekten zevk alırdı..
   Bazen de nöbet filan yoksa, seyrek de olsa, akşamları mesai bittiğinde, o da evlerine giden personelin arasına karışır, İstanbulu biraz olsun tanımaya çıkardı T1-Kocamustafapaşa/Taksim belediye otobüsüne binip...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke