Ahşap konak-8




   Konağın biricik gelini ve şimdinin artık taze annesi, kucağında yavrusu ile konağa geldiğinden beri bu gün görmüş ve yaşlanmaya yüz tutmuş yapıya adeta yeni bir hayat ve ses getirmişti..doğumdan bir kaç gün sonra da o senenin ramazan bayramı başlamış, böylece bu artık eski anılarına gömülmeye başlayan konak ve sakinleri bu günlerde çifte bayram yaşamaya başlamıştı.. o zamanlar dini bayramlar toplumda  ayrı bir önemdeydi..hele ramazan bayramının yeri bir başkaydı kuşkusuz.. o sıcak yaz günlerinde bir ay süre ile oruçlarını tutmuş, cami cami dolaşarak teravih namazlarını kılmış, daha yeni yataklarına yatmışken bu kez davulcunun uzaktan hoş gelen sesiyle sahura kalkmış insanların, bu biraz eziyetli ama ruhaniyeti yüksek ayın sonunda bayrama ulaşmaları apayrı bir lezzet ve heyecan kaynağı olurdu.. anneliğin ne olduğunu yeni yeni anlamaya başlayan genç anne ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışan yavrusu bu bayram gününde hem bayram ziyaretine gelen, hem de göz aydınlığına gelen misafirlerin her birinin tatlı seslerine ve gülümseme dolu yüzlerine alışmaya çalışıyorlardı.. her iki ailenin de ilk torunu olması nedeniyle hem yeni bebek hem de annesi sanki uzun bir maratonu kazanmış ve şampiyon olmuş bir sporcu gibi görülüyor ve gururla karışık bir sevgi halesi içinde tutuluyorlardı..


   Dün gece bir rüya gördüm.. rüyamda bir evin penceresinden dışarı bakıyoruz ve tanımadığımız bir kişiyi görüyoruz.. artık uğurlu mu uğursuz mu nasıl biriyse onu anlamaya çalışıyoruz.. kişi birden kayboluyor ve rüya bitiyor.. artık rüyalarım da yaşlanmaya başladı galiba, kısa sürüyor uykularım gibi ve kesik kesik..her neyse burası pek önemli değil de uyanınca bir an rüyada nerede olduğumu düşündüm ve biraz sonra hatırladım o evi.. hayatımın ilk on sekiz yılını geçirdiğim o ahşap evdi orası.. demek ki ben hala o evi unutmamışım, rüyamda bile hala o evde yaşadığımı hissediyormuşum.. burası bana ilginç geldi..yetmiş yaşımı doldurmaya çok yakınlaştığım şu günlerde bile meğer ben hala o evde yaşadığım zamanları düşünüyorum.. bu acaba bir yaşlılık belirtisi mi yoksa.. derler ya yaşlandıkça insanlar ilk zamanlarını hatırlarlar, yakın zamanları unuturlar diye.. belki de öyledir.. ama şurası kesin, insanın doğduğu ve bir kişilik sahibi olma aşamalarını geçirdiği ilk ortamı sonraları ne kadar zaman geçerse geçsin etkisini pek de kaybetmeyen bir iz bırakıyor.. ne zaman anılarını düşünmeye koyulsan hemen hayatının ilk zamanlarına gidiyorsun sanki.. çocuklukta yaşadığın olaylar, acısıyla tatlısıyla o hafıza dediğimiz bembeyaz boş kağıtta sanki daha koyu renklerle yazılmış gibi.. benliğimizin oluşmaya ve olgunlaşmaya başladığı ilk yaşlarımız ve onun üzerine inşa edilen kişiliğimiz o anlardaki ortamdan çok etkileniyor.. bunun için olsa gerek psikanalizciler hemen kişinin hayatının mümkün olan en derinlerine inmeye çalışıyorlar ve orada bir yanlışlık eksiklik, bir yanlış düğme iliklenmesi durumu var mı acaba diye bakıyorlar.. işte belki de biz anılarımızı yazarken de bir bakıma kendi kendimize psikanaliz yapmış gibi oluyoruz kim bilir..belki de kendilerini anlatamayan veya anlatamadıklarını düşünen insanlardır yazı yazanlar..şöyle düşündüm sonra da: hatasız inşaat veya yapı diye bir şey olur mu acaba, ya harcında ya statik hesabında, ya işçiliğinde, ya malzemesinde bir eksiklik veya yetersizlik vardır mutlaka, mükemmel yapı diye bir şey ya yoktur ya da çok nadirdir, inşaat mühendisi değilim ama böyle düşünüyorum..karakterimizi de bir yapı gibi düşünebiliriz..aynı bu düşünceyle yapım aşamasındaki eksiklikler veya özensizlikler nedeniyle kişiliğimiz de ona göre oluşuyor.. neticede bir şekilde bilinçsizce gelişiyor kişiliğimiz ve bir çok iyi veya kötü etkiler, tesadüfler, ortamdaki değişmeler bizi biz yapan yapıda izler ve resimler bırakıyor.. biz yaptığımız bir eserde örneğin içine doğduğumuz ahşap konakta yapım aşamasında nasıl etkiler ve malzemeler bıraktıysak ve o yapı artık yıkılana kadar nasıl bunları taşıyacaksa kişiliğimiz de öyle oluşuyor ve gelişiyor.. o yüzden demişler sanırım insan yedisinde ne ise yetmişinde odur diye.. demek ki ilk yedi bilemedin on onbeş senede karakterimizin neredeyse tamamı ya da tamama yakını oluşmuş oluyor.. bundan sonrası artık ne kadarı tamir edilebilirse o kadarı yapılarak daha kullanışlı bir hale getirilen yapılar gibi oluyor.. hoş bazen bir Pisa kulesi ya da Gaudi nin sıradışı mimari eserleri gibi ya da sıradışı diğerleri gibi bazı yapılar da dikkati ve hayranlığı üzerlerine çekiyorlar ama bunlar olağanüstü olarak nitelendiriliyor zaten.. aynı şekilde bazı karakterler de olağanüstü olarak görülebilir, onları yetiştiren şartlar olağanüstü daha doğrusu olağan dışıdır çünki.. neyse bu konuyu da uzmanlarının yorum ve çalışmalarına bırakıp çizmeyi aşmayayım..



   O zamanlarda, artık en az yetmiş seksen seneyi geride bırakmış olan o ahşap konağa dönecek olursak, artık yarısı başka bir ailenin yuvası haline gelmiş, ihtişamlı ve zengin günlerini epeyce geride bırakmış. hatta o günleri hasretle anmakla birlikte o mutlu zamanların bir daha geri gelmeyeceğini de acı acı görmekte olan ahşap konak şimdi o sıcak yaz günlerinde ve üstelik bir Ramazan bayramında acaba eski bayramları ve yepyeni bir konak olduğu zamanları ve içinde yaşayan zengin aileyi düşünüyor muydu ve hasretle arıyor muydu o padişah Abdülhamid devrini ve konağın sahibi hatırlı devlet memurunun yaşattığı ikbal günlerini.. kim bilir...

          

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke