Ahşap konak-10



   Bugünlerden neredeyse tam 70 yıl öncesinden bahsetmeye çalışıyoruz..tabidir ki o günlerin ortamını, memleketin durumunu, kahramanlarımızdan olan yeni doğmuş bebeğin ve annesinin hallerini, içinde yaşadıkları ve günlerini geçirdikleri ahşap konağı anlatmaya çalışıyoruz..bunu ne için yapıyoruz şu an için tam ifade edemesek de dinleyen söyleyenden arif olmak gerek darbı meselinden pay çıkararak amacımızı bu satırlara göz atanlar anlar ya da çıkarır diye bir umudumuz var.. bazen düşünüyorum da hayat nasıl bir şeydir, gözlerimizin önünden sular gibi akıp giden bir ırmak mıdır, yoksa bir ömür boyu dizerek, üst üste koyarak oluşturmaya çalıştığımız sonunda da bir fiske ile yıkılacağını hissettiğimiz iskambil kağıtlarından yapılan bir kale midir.. işte insan bu geçen zaman içinde gördüklerini nasıl hafızasına nakşettiyse biraz da başkalarına anlatmak ve aktarmak istiyor sanırım.. sayın okuyucu bunları sana söylüyorum ama sayın yazan ya da yazmaya çalışan kişi, sen de anla..çabamız o günlerden birkaç fotoğraf veya daha doğrusu pastel boyalarla da olsa bir resim çizebilmek.. böylece hem o zamanları yâd etmiş oluyoruz hem de merak edip bir de ayıracak boş zamanları olanlar için hoşça vakit geçirsinler, bu arada o zamanlardaki insanlar kimlermiş, nasıl yaşarlarmış ve yaşamışlar, neler düşünüp yapmışlar ya da yapamamışlar bilinsin istiyorum.. aynı zamanda o zamanların ruhunu da bir nebze olsun hissetmek ve duyurmak ıstiyorum kendi hissettiklerimce.. hoş artık bu modern çağda insanların bir ruhu olabileceğine inanan pek kalmamış gibi.. eskiden ünvanları ruh hastalıkları mütehassısı olan, şimdilerde eski anlamında ruha inanmadıklarından olsa gerek kendilerini Psikiyatri uzmanı olarak niteleyen ve adlandıran hekimlerimiz bile neredeyse bu modaya kapılmışlar sanki, biz yine de inatla ruh denen bir şeyin olduğu hem de çok çok olduğu, göründüğü, hatta hissedildiği o zamanlara dönelim de bırakın  insanları,hayvanları, hatta nebatat denilen bitkileri hatta bunların dışında kalan cansız dediğimiz dağların taşların, evlerin, hatta hâlâ nasıl olduğunu bilmediğimiz koskoca kainatın bile ruhunun olduğu o masalsı zamanlara dalalım.. şairin dediği gibi  yalnızca bir zevki tahatturu kalmış olan şu sönen ve gölgelenen dünyanın hâlâ hiç olmazsa içimizde süren şarkısına kulak verelim becerebilirsek mırıldanalım...



   İşte o günlerde dünya denen ışığı ve sesi bol ortamı yeni yeni öğrenen bebek ve anneliği yeni yeni öğrenen taze annesi, günlerini memleketin bu sakin köşesindeki küçük bir şehrin artık oldukça yaşlanmaya yüz tutmuş ama günler görmüş geçirmiş olduğunu hala dışarıdan bakanlara hissettiren ahşap konağında sürdürmeye çalışıyorlardı..  memlekette ise genç cumhuriyet idaresi gençlik günlerini ilerletmiş olgunlaşma yolunda bir insanın hissettiği gibi, kendisine güven içinde ve gücünün neredeyse zirvesinde, otuzuncu yaşlarını idrak etmekteydi.. bu sürenin en az yarısı Cumhuriyeti kuran ve sonra da memleketi batı medeniyetine yaklaştırmaya çabalayan, bu amaçla dış görünüşte de olsa bir çok reform hatta devrim yapan, en önemlisi de eski kötü günler, alışkanlıklar ve yönetimlerle bağlarını kopartmaya çalışan kurucu lider Atatürk'ün zamanında geçmişti.. padişah zamanında doğup büyümüş, yüz yıllardır genlerine beylik padişahlık kurumunun baskısı ve özellikleri işlemiş memleketin hemen her köşesi gibi burası da bu kadar kısa süre içinde oluşan ve üstelik nasıl olduğunu ve amacın ne olduğunu bile anlayamadıkları bu değişikliklerin sarhoşluğu içindeydiler.. belki de bir padişahın emirleri altında yaşamayı öğrendikleri için şimdi de tek parti ve tek adam idaresi onlara anlaşılır gelmiş ama yapılan idari ve sosyal değişiklikler ve zorla da olsa uygulanan yenilikler bu kadar kolay benimsenememişti.. Atatürkün vefatından sonra da tek adam sistemi aynı alışkanlıkla sorunsuzca devam etmiş, İnönü de oniki yıl milli şef olarak memleketi idare etmişti.. belki de daha devam edebilirdi ama ikinci cihan harbi bitip bize bir çok yönden çok benzeyen Almanya yenilince artık müttefiklerin dünyaya nizam verme isteği ve demokrasinin yerleşmesi arzuları, üstüne üstelik savaşı kazanan taraf içinde olan Rusyanın lideri Stalin'in Türkiye'den sanki tazminat istercesine Kars ve Artvin de içinde olmak üzere toprak ve boğazlarda kontrol hakkı istemesi idarecilerimizi korkutmuş ve hür batı alemine sığınmamızı çare olarak dayatmıştı .. bu sebeple istemeyere de olsa zoraki biçimde demokrasiye geçmeye karar verilmiş ve bu yolda milli şef İnönü adeta ısrarla çalışmıştı.. netice ne oldu biliyorsunuz.. kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varır atasözü uyarınca kendisine bol keseden vaatlerde bulunan, ezanı arapça  okutacağını, dini özgürlükler vereceğini, hatta daha neler neler vereceğini vaat eden genç ve yakışıklı -ama birazcık yalancı ve hayalciymiş, olsun- damat adayına güle oynaya hee deyivermişti memleket.. işte böyle bir hayal ve şenlik ortamına doğmuştu bizim bebeğimiz de.. her şey çok güzel olacaktı.. hem de çok...



   Yaşlı konak da bu sıralarda çatısı hâlâ ortak ama içeriden ikiye bölünmüş haliyle bu zamanları değil, ondan da yetmiş sene önceki tam konak olduğu gençlik günlerini düşünüyordu.. kendisini özene bezene yaptırmış olan varlıklı ve saygın aile, büyük ümit ve hayallerle konağa yerleşirlerken neler düşünüyorlardı acaba.. devir padişah devriydi o zamanlar.. ama Osmanlının artık ilerleme hatta duraklama devri geçeli çok olmuş, hatta çökme devri belirtileri başlayalı da epeyi zaman geçmişti.. bir türlü bitmek bilmeyen savaşlar, dört bir yandan kuşatmalar, bunlarla mücadele için memleketlerinden devamlı vatani göreve giden ve bir daha dönmeyen gencecik delikanlılar, onların bıraktığı gözü yaşlı yavuklular veya dullar ve yetimler.. memleket sürekli kan kaybeden devasız bir hasta gibiydi o zamanlar.. Abdülhamit (ikinci olanı tabii, birinciyi bilen pek yok) yeni başa geçmiş, devleti Osmani yi toparlamaya çalışıyor, elindeki zayıf kozlarla yedi düvelle oturduğu siyaset (bir nevi kumar) masasından kazançla, hiç olmazsa kayıpsız kalkmaya çalışıyordu.. devlette sıkı bir istihbarat ve asayiş ağı kurmuş, memleketi günden güne artan bir istibdat düzeniyle idare ediyordu..düzen bir korku imparatorluğu olmuş, buna karşılık aynı zamanda padişah memlekette bir atılım ve yabancı sermaye yardımlı bir kalkınma hamlesi de başlatmıştı.. işte bu ahşap konak da şehirde padişahın oldukça yüksek bir idarecisi görevinde olan sahibi tarafından inşa ettirilmişti..padişah Anadolunun bir çok şehrine hatta diğer hünkârların aklına bile gelmeyen yerlerine saat kuleleri, okullar, imalathaneler ve atölyeler gibi çeşitli eserler yaptırıyordu.. Ahşap konağın bulunduğu şehre de Sultan o yörede çok bulunan sarı kesme yaştan bir saat kulesi, bir meslek mektebi, bir idadi, bir de hapishane yaptırmıştı.. Ahşap konağa gelecek ilk gelin çocukluğunda saat kulesinin çan seslerini ve hemen dibindeki karakol ve onun yakınındaki hapishaneden her akşam askerlerin ve mahkumların hep bir ağızdan 'padişahım çok yaşa!', 'padişahım çok yaşa!', 'padişahım çok yaşa!'  diye üç kere bağırdıklarını hiç unutamadığını, artık büyükanne olduğu zamanlarda sırtını kaşıyarak uyutmaya çalıştığı bu satırların yazarına hafif ve tatlı sesiyle bir şeyler anlatırken kendi çocukluğunu hatırlar, artık çok uzaklarda kalmış o masalsı günlerini ilk göz ağrısı biricik torununa bir hatıra ve masal tadında aktarırdı...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke