Ahşap konak-11



   Şimdi yine 1950'lere ve Temmuz ayına dönelim.. dünyayı tanımaya çalışan bebek ve onunla beraber anneliği tanımaya çalışan annesi bu orta Anadolu şehrinin arık eski ihtişamını kaybetmiş ahşap evinde (eskiden konaktı ama ikiye bölününce ev oldu artık..) sıcak temmuz ayının tavanı yüksek odalarda arada bir tatlı esintilerle dolaşan kuru ve sakin havasında günlerini geçirmeye çalışırken şehirde ve memlekette neler oluyordu acaba.. tek parti dönemi birkaç ay evvel yapılan seçim sonucu sona ermiş, sonuçların yarattığı sosyal deprem ve artçı sarsıntıları hala hissediliyordu.. herkes beklenti içindeydi.. yeni parti ileri gelenleri neyi nasıl yapacaklardı.. Milli Şef artık ''Bay İnönü''ydü.. mecliste muhalefete ayrılan yerde sakince oturuyor ve bu hali ile herkesi şaşırtıyordu.. kimileri bu fotoğrafı demokrasinin zaferi olarak görüyor, ama daha uyanık olduğunu düşünen başkaları ise bu İsmet Paşa'nın o kadar kolay bir lokma olmadığını, onun kaçın kurrası olduğunu. kafasının içinde kırk tane tilkinin dolaştığını ama kırkının da kuyruğunun birbirine değmediğini söylüyorlardı.. Paşa'nın mutlaka bir karşı hamlesi olacağı bekleniyordu, en çok da eskiler ve müzmin CHP destekçileri tarafından.. oysa yeni iktidar ilk ''icraat''larından birisi olarak, seçimde vaat ettiği üzere, ezanın tekrardan arapça olarak okunmasına karar vermiş ve gerekli kanunu da kolayca çıkarmıştı.. artık oldukça uzun bir süredir türkçeleştirilmiş olarak okunan ezan yine arapça aslından okunmaya başlanmıştı camilerin minarelerinden ama müezzinler henüz bir kulaklarını elleriyle kapatarak kendi sesleriyle okuyorlardı ezanı.. daha hoparlörle okuyarak, üstelik bangır bangır kötü bir okumayla milleti taciz etmek akıllara gelmemişti anlaşılan.. derken Kore'de çıkan iç savaşta birleşmiş milletler tarafından desteklenen demokratik güney Kore'nin savaşta fiilen de desteklenmesi için ABD askerlerinin yanında sembolik de olsa savaşan ''hür dünya'' askerlerinin yanında savaşmak üzere Türkiye'nin de asker göndermesine karar verildi.. böylece ülke idaresi, dümeni ABD'nin başını çektiği hür ve kapitalist batı ülkelerinin içinde bulunduğu medeni garp ülkeleri topluluğuna kırdığını dünya aleme belli ediyordu.. bu savaşta ne işimiz olduğunu söyleyen, vatan evlatlarının başkalarının savaşlarında ölmemesini isteyen sesler, kısa zamanda basının da yardımıyla susturuldu ve zaten öteden beri takipte olan ve ''komünist'' damgası vurulmuş insanlar, aydınlar, solcular kolayca bastırıldı.. bu açıdan tek partinin baskıcı rejiminde bir değişiklik olmadığını gören bazı 'ileri gelenler' de rahat bir nefes aldılar.. zaten her işe karşı çıkan, insan hakları, yaşam hakkı, demokrasi diye sayıklayan ne idüğü belirsiz kişiler her zaman göz altında ve gizli polis ve daha da gizli güçler tarafından her zaman adım adım takip altındaydılar.. yeniden toplanmaları ve kodese tıkılmaları kolay oldu.. içeri atılanlar arasında o küçük Anadolu şehrinde terzilik, duvar ustalığı gibi işlerle geçinmeye çalışan ve bütün suçları bazı edebiyat dergilerini okuyup solcu kişilere hayranlık duyan ve bunu belli eden daha önceden de mimlenmiş kişilerin olması, aynen askerdeki teftiş fırçası gibi bu zavallıların da gerektiğinde içeri atılıp biraz pataklandıktan sonra bir kaç ay sonra salıverilmesi artık herkesin alıştığı adi olaylardan biriydi.. devlet ne zaman dış aleme bir mesaj vermek isterse veya içeride durumu kurtarmak için bir şeyler yapmak gereğini duyarsa, bu zavallı sol damgası yemiş insanları bir süre içeri atar, ailesini süründürür, onları başkalarının veya yakınlarının bakımına muhtaç eder, gerekli mesajlar verilip ortalık durulunca da sessizce salıverirdi.. bu yöntem de aynen tek parti devrinden bu ''Demokrat'' olduğunu söyleyen iktidara miras kalmış ve hemen de sahip çıkılmıştı.. daha Demokrasi denen şeyin sadece adının geldiği, kendisinin ne zaman geleceğinin ise pek belli olmadığı zamanlardı.. zaten ahalinin de pek demokrasi filan gibi bir derdi yoktu aslında... bu arada ünlü komünist şair Nazım Hikmet 12 yıldan beri hapishanede yatmaktaydı.. sonunda demokrat parti istemeyerek de olsa bir af çıkardı, ama bu aftan yararlanamadı şair.. size de tanıdık gelmiyor mu bu satırlar.. sonunda mesele uluslararası hale getirildi ve dış baskılar sonucu şairin af kanunundan yararlanarak salıverilmesi de bu yıla denk geldi.. bu hamle yine iktidarın bir batıya yanaşma hamlesiydi, ama serbest bırakılan Nazım Hikmet gerçekte hiç de serbest bırakılmadı.. gizli polis ve bir kısım basın ve başka istihbarat güçlerince nefes alışları bile izlendi.. sonunda memlekette kalamayacağı, hatta öldürüleceği kanaatine varan şair bir de askerlik yapmadığı gerekçesiyle silah altına alınmak istenmesi üzerine kaçmaya karar verdi.. ama bu kaçış o yıl değil bir yıl sonra yaz aylarında olacaktı.. Şair, o yıl 15 temmuzda hapisten çıktıktan sonra ancak bir yıl bile kalamadığı o çok sevdiği memleketinden, ertesi yıl haziran ayında kaçacaktı.. Menderesin şairin kaçmasına son derece sinirlendiği ve emniyet güçlerinde konuyu uzun süre incelettiği yıllar sonra söylenecekti..


   Biz yine dönelim o ahşap konağın Konak olduğu yıllara.. bu kez de o konağı yaptıran ailenin, bizim kahramanımızın dedesi olan kişi değil de onun kız kardeşi olan evladının edebiyat düşkünü tek oğlunun (Sermet Sami Uysal) anılarını anlattığı bir kitapta, o konakta; daha doğrusu konağın sonradan ona miras kalan ve Avrupada okuma arzusu sonucu sattığı ( o zamanlarda artık işleri bozulan dayısının parasızlık yüzünden alamadığı) haremlik tarafında  geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı (1930'lu yıllar) satırlara bir göz atalım:


   ''Dünyaya gözlerimi açtığım, yüksek duvarların yabancı gözlerden koruduğu; dallarında nağmeleriyle bizi mest eden bülbüllerin yuva yaptığı fındık ağaçlarından, mevsimi gelince açtığı kan kırmızı çiçekleriyle gözlerimize apayrı bir ziyafet çeken narlara; iri, mor meyvelerini daha görür görmez ağzımız sulanan, büyük ceviz ağacının yanındaki karaduta; sonbaharda toplanıp ''meyve odası''ndaki geniş raflara özenle serildiğinde, kısa sürede ''cennet taamı'' na dönüşen Malatya armuduna; kimi mevsimler dallarının zor çektiği, hatta iri, mor meyveleri yüzünden dalları kırılan erik ağaçlarına; sonbahar geldiğinde hünerli bir usta elinden çıkmış ince nakışlarla süslü kesmetaş aynasının lülesinden kış yaz akan suyunun çıkardığı tatlı nağme, bir musiki gibi gönlümüzü dolduran çeşmenin tepesinden; iri altın toplar gibi sarkarak onu daha da güzelleştiren ekmek ayvasına kadar çeşitli meyve ağaçlarının renk cümbüşüne dönüştürdüğü geniş bahçemizin ortasındaki yeşilliklere gömülmüş konağımızda; kışın, geniş misafir salonumuzda; yazın da, suyunun şırıltısını dinlemeye doyamadığımız nakışlı çeşmenin hemen yanı başındaki rengarenk güllerinin ve şebboylarının akşama doğru sulandıklarında içe işleyen ince kokularını daha çok duyurdukları çiçek bahçesinin tam ortasında bulunan; hanımellerinin ve gramofon çiçeklerinin çepçevre sardığı; geceleri, yeşillikler arasında gizlenmiş renkli ampullerle aydınlatıldığında bir masal âlemine dönüşen geniş kameriyenin altında; çok nezih musiki fasılları düzenlenir; önce klasik eserler icra edilir, sonra da günün sevilen şarkılarına geçilirdi. İşte o zaman herkes, âhengi bozmadan şarkılara eşlik ederdi.

   Ah o taş plaklar!

   Ayrıca biz akraba çocukları, boş zamanlarımızda. borulu gramofona okşar gibi koyduğumuz taş plaklardan, hayranlıkla karışık derin bir sessizlik içinde; Münir Nurettin, Yesari Âsım, Safiye Ayla, Hafız Burhan, Hafız Yaşar, Celal Güzelses başta olmak üzere o zamanın ünlü sanatçılarının içe işleyen tatlı nağmelerini dinleyerek musiki zevkimizi geliştirip zenginleştirirdik.
   Belki de ilkokulda musiki öğretmenimiz de olan Erdoğan Berker'in yakın akrabası Kemanî Sâdi Bey'den, küçük yaşta keman dersleri almaya başlamama, içinde bulunduğum bu bol ''musikili ortam'' yol açmıştı.''



       Artık bu usta işi satırlara eklenecek bir şey kalmamıştır sanırım....


    

Yorumlar

  1. Olayları tarafsız gözle o kadar güzel anlatıyorsunuz ki! İlk bölümleri okuma fırsatım olmadığı halde büyük keyif aldım. Rahmetli Erdoğan Berker'le 1982 yılında tanışma fırsatım oldu. Teknik Üniversitenin eski mezunlarından olan Berker'in yazıhanesi, yanılmıyorsam Cinnah Caddesi yokuşunun sol tarafındaydı. O zamanlar, kendisi de müzikle ilgilenir ve birçok ünlü sanatçının seslendirdiği tanınmış besteleri vardı.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkürler.. şimdi ortalarda olmayan eski bir ahşap konak üzerinden o devirlerin ve o zamanlarda yaşamış insanların hikayelerini; çocukluğumda dinlediğim, gözlediğim veya kulak misafiri olduğum anı kırıntılarından, şu sıralarda daha bir merak sardığım o devirleri anlatan anı kitaplarından ve akrabam olan rahmetli Sermet Sami Uysal başta olmak üzere dilimize ve kültürümüze katkı yapmış ve çoğu da şu anda aramızda olmayan nice büyüğümüzün yazdıklarından elime geçip okuyabildiklerimden yararlanarak yazmaya çalışıyorum.. böylelikle de onların anılarının bir süre daha yaşamasını ve insanlar tarafından okunmasını sağlayabilirsem onlara karşı olan borcumun hiç olmazsa bir kısmını ödeyeceğimi düşünüyorum.. bu iş ayrıca bana şu sıkıntılı günlerde hoş bir meşgale de oluyor.. ilginiz ve yorumunuz için tekrar teşekkürlerimi sunarım..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke