Ahşap Konak-12




   Biz yine 1950'lere dönüyoruz tekrardan.. o zamanlarda insanların uzun yaz aylarında vakit geçirmek için fazla seçenekleri yoktu.. deniz kenarına gitmek, denize girmek, bırakın sahile yakın yerlerde yaşayan ve denize ulaşması kolay olan insanların, hatta neredeyse tüm Anadolu'nun deniz kenarındaki şehir ve kasabalarında yaşayanların bile pek düşündükleri ve alıştıkları bir şey değildi.. yerleşim yerleri bile mümkün olduğunca denize uzak ve korunaklı yerlere yapılmıştı bir çok sahil kasaba ve köylerinin.. o zamanlar, denize ya balıkçılar geçimlerini sağlamak amacıyla açılırlar, ya da ulaşım işinde çalışanlar, gemiciler, ya da; zaten o zamanlar -ve şimdi de olduğu gibi- az sayıda olan yolcu vapurlarında seyahat edenler denizle muhatap olurlardı.. Levanteni ve yabancı kökenli insanı oldukça çok olan İzmirde yaşayanları saymazsak, rum tebaası dışında millet olarak pek denizi seven insanlar değildik.. bir de özellikle yüzme bilmeyenlerin başına gelen boğulma vakaları, ahalinin zaten öteden beri çekindiği ve soğuk baktığı denizden genellikle uzak durmasına yol açmıştı.. daha önceki devirlerde deniz ayrıca belalı bir yerdi de.. sebebi de fırtınalardan ziyade denizde her an bulunan çapulcular, korsanlar ve çoğunlukla medeniyete ve bir devlet idaresine düşman olan yağmacı ve başıbozuk tehlikeli insanlardı.. deniz kenarlarının genelde kıraç, engebeli, tekin olmayan yerler olması, ayrıca buraların tarıma da uygun olmaması, çoğu yerde sahillerin sazlık ve bataklıklarla kaplı olması, yazın sıtma başta olmak üzere bir çok hastalığa buralarda yakalanma ihtimalinin çok olması, deniz korkusunu artıran sebeplerden başta gelenleriydi.. zaten o zamanki ölçülere göre denize oldukça uzak bir il (aslında bugün denize 170 kilometredir karayolu) olan anlatmaya çalıştığımız şehir de o zamanlar kara yollarının neredeyse yok hükmünde olduğu açıkçası yolu izi olmayan şehirlerden sayıldığı bir belde idi..denize giden yolların sarp ve geçit vermezliği de eklenince aslında haritadan bakıldığında bugün neredeyse kuş uçuşu yüz kilometre uzaklıkta görünen Karadeniz'e bile 'mecbur kalınmadıkça gidilmeyen bir deniz' sonucunu doğuruyordu.. İstanbul'dan gelen mallar ve memleketten az da olsa giden malların ulaştırılması işi, atlı arabalarla bu bozuk yollardan, sarp geçitlerden gidilerek ulaşılan Samsun'dan yapılırdı o zamanlar..bu nedenle şehir de neredeyse tüm Anadolu kentleri gibi yüzyıllardır kendi ekonomisi ile kavrulmaya çalışan ve kendi küçük dünyasının dışını da pek bilmeyen neredeyse bitmek bilmeyen bir kış uykusunda yaşayan bir masal ülkesi durumundaydı..hele bir de Refik Halit Karay'ın anılarında okunacağı gibi ( o zamanlar sürgünde olduğu -Osmanlı'nın ve Cumhuriyetin ilk yıllarının bir kaç sürgün şehrinden biriydi bu kent-  bu şehirden acilen çağırıldığı için yapmak zorunda olduğu bir Ankara seyahati vardır ki en çok 250 kilometrelik mesafe atlı arabayla iki haftaya yakın süren bir perişanlıktır ve okurken ya gülersiniz ama daha çok da gözleriniz yaşarır o zamanlardaki şartları düşününce) Karayollarının -buna yol denebilirse- bakımsızlığı, yetersizliği, hatta içler acısı durumu bu şehrin neredeyse memleket içinde hapis hayatı yaşamasının nedenlerinden biriydi.. hoş o zamanlar sadece bu küçük şehir değil, tüm Anadolu bu haldeydi.. medeni batı alemine girdiğimiz o yıllarda amerikanın Marshall yardımının da katkısıyla yapılan yol yapımı faaliyetleri tüm Anadolu'da sevinç ve coşku ile karşılanmıştı.. hâlâ Anadolu'nun bazı yörelerinde o şose yollar ve küçük ırmak ve derelerin üzerinde bulunan gök kuşağını andırır beton yapılarıyla şimdiki ölçülere göre minik köprüleri görebilirsiniz.. o zamanlar şose bir yol oldu mu insanlar kendilerini medeni dünyaya bağlanmış sanırlardı.. birkaç Karayolları makinası ile açılmış ve kırılmış kaya parçalarıyla düzeltilmiş, yani stabilize edilmiş yol o zamanın Londra asfaltı gibi gelirdi insanlara.. tabi her sene kış sonunda çamur ve sellerle bozulsa da Karayolları tamir edene kadar ay yüzeyindeki kraterler gibi çukurlarla kaplansa da bu yollar o şehrin gurur kaynağıydı ve adına NATO yolu denerek sanki batı alemiyle kıyısından köşesinden de olsa bağlandığımızı hissettirirdi insanlara.. gerçi Cumhuriyet idaresi o imkansız savaştan çıkıp da ayağa doğrulmaya çalıştığı sıralarda tüm Anadolu şehirleri gibi bu küçük şehire de hizmet götürmeye çalışmıştı, ama zaten devletten çok da beklentisi olmayan, kendi yağıyla kavrulmaya alışmış, hatta gölge etmesin başka ihsan istemez haleti ruhiyesinde olan hemen hemen bütün Anadolu şehirleri gibi bu şehir de bir Verem Hastanesi ve verem savaş Dispanseri, bir Sıtma savaş dispanseri, bir doğum evi, bir Orta okul ve içinde civarda gelenler için yatılı bölümü de olan bir Lise binası, bir de biraz daha şehir dışına yapılmış hapishane dışında pek bir devlet binası ve devlet yatırımı görmemişti o yıllara dek.. olsun du yine de, genç ve kendine güvenli bir devletimiz vardı ya.. başka hiçbir şeyin önemi yoktu.. hepsi olurdu elbet...

   İşte o yaz günlerinde de bir kısmı böyle bir şose yolda gidilen, şehrin dört bir çevresine yayılmış, kışın suyun geçtiği, bahardan sonra kurumaya başlayan dereler etrafında kurulan içinde genellikle üzüm ve meyva ağaçlarının (badem ve cevizlerin,biraz da kiraz,dut ve vişne ve yörenin şartlarına dayanıklı yerli elma, armut benzeri ağaçlarının) bulunduğu Bağlar, yazın ahalinin ve özellikle hali vakti yerinde olanlarının sayfiye yerleriydi adeta.. durumu uygun olanlar o bağların içinde yarı kerpiç yarı kireçli harçla yapılmış bağ evlerine zamanı geldiğinde büyük bir sevinçle taşınırlar, ağustos ayı sonunda geceler iyiden soğumaya başlayana kadar orada kalırlardı.. evin çalışan erkekleri sabahtan şehre dükkan veya iş yerlerine inerler, işlerini bir an önce bitirip bağlarına dönme arzusuyla onlara evden ısmarlanmış şeyleri de yanlarına alarak, akşama doğru veya hava kararırken, uzun bir yoldan gelir gibi hasretle bağlarına ulaşırlardı.. artık bağın uzaklığına ve imkanlarına göre kimisi atı veya eşeğiyle, kimisi de o zamanlar özellikle çocukların dikkatini çeken ve imrenerek bakılan sepetli motorsikletlerle gelirdi aile reisleri bağlara.. hatta bazıları o motosikletin sepetinde kocaman sepetler, erzaklarla beraber; kucağında küçük çocuğuyla sepetin içine kurulmuş karısını da getirir götürürdü bağlara.. sonradan sinema izlerken özellikle amerikan filmlerinde Nazilerle savaşan amerikalıları heyecanla izlerken bu sepetli motosiklerle giden Nazi askerlerini gördükçe hep o bağlara gidip gelen sepetli motosikletli aileler aklına gelecekti bu satırları yazanın aklına...




   Şimdi tekrar düşünüyorum; neden o zamanları yazıyorum.. ''güzel ve yalnız memleketimin'' o küçük ve kendi halinde yaşamaya çalışan şehrinde geçen ömrümün ilk 18 yılı, ne kadar derin iz bırakmış üzerimde.. şimdi bırakın doğduğum ve 18 yıl yaşadığım ahşap konak (daha doğrusu ev), hayata ilk merhaba dediğim doğum evi, büyük bir sevinç ve heyecanla gittiğim ilk okulum, uzun kış gecelerinde misafirliğe gittiğimiz yine ahşaptan yapılmış akraba ve komşu evleri.. hiç biri ortada yok ne yazık ki şu anda.. hepsi beton aşkına ve müteahhit hırsına kurban gitmiş çoktan.. memleket mi, yoksa yıldızlar mı, yoksa gençliğim mi daha uzak diye düşünen o büyük şairi (nurlar içinde yatsın o uzak ellerde) şimdi çok daha iyi anlıyorum.. şu anda ben de neredeyse aynı durumdayım.. Avrupa'da hatta bir çok müslüman ülkesinde dedesinin dedesi bile orada doğmuş, kendi hayatı da muhtemelen orada sona erecek olan insanlara gıpta ile bakıyorum.. hâlâ rüyalarımda bile o evler, o geçmiş ve bir daha asla gelmeyecek zamanlar ara sıra beni uyarıyor; ''sen böyle bir yerlerde yaşamıştın unutma'' diye.. işte belki de unutmamak için, belki de unutulmaması için yazmaya çalışıyorum o zamanları..





   Tekrar bu bağların, heybetli konakların yapıldığı zamanlara, 1800'lerin sonlarına, daha doğrusu Ahşap Konağın ilk sahiplerinin ihtişamlı zamanına dönüyoruz.. padişahın memleketteki otoritesinin ve ''devlet i Osmani' nin'' şehirde görülen yüzlerinden biri olan ve oldukça önemli bir mevkide görev yapan bir devlet memuru olan aile reisinin zamanlarına.. konak itinayla, şehrin güzel bir yerinde, en iyi yerel ustalara yeni yaptırılmıştır ve altın günlerini yaşamaktadır o zamanlar.. 1888 yılında ailenin bir erkek evladı, hemen ondan sonra da kız olan ikinci evladı doğmuştur.. o zamanlar erkek evlat bir adım öndedir ailenin gözünde.. belki de bu sebepten olsa gerek bir şehzade gibi yetiştirilmektedir.. adeta bir dediği iki edilmemekte, önüne her türlü imkan, biraz da fazlasıyla sunulmaktadır.. nasıl olsa gün bu gün, devran bu devrandır.. ama bir yakınımın dediği gibi bu dünyada insanın her türlü şart ve hali görmesi hatta çekmesi gerekmektedir karma teorisi kaidesince ( tabi ki bu bir kaide değildir, ama genellikle kabul görmüş,olağan bir şey gibi görünmektedir) insan hem güzel şeyleri hem de terazinin karşı kefesinde bulunan acı hakikatleri yaşayarak görecektir..buna göre de, ya baştan güzel şeyleri görüp rahat bir yaşam süreceksindir ama sonra bunların tersini yaşayacaksındır -ki bu kötü olan durumdur- ya da bunun tersine, baştan sıkıntıları yorgunluk ve yoksullukları çekip, bunların sonucunda gayret edecek ve çalışmayı öğreneceksin ve ömrünün sonunda rahat huzur ve refaha kavuşacaksındır.. herkeste az veya çok bu hal olacaktır diyen tanıdığım şahıs, gerçi kendi yaşamı boyunca çalışıp çabalamış, sıkıntı çekip bir şeyler ortaya çıkarmış ve beklediği üzere, tam bunların keyfini çıkaracağı sırada da bir hastalığın pençesine düşüp hayatını hastalık içinde yitirmiştir.. ama hiç olmazsa muhtaç duruma düşmemiştir ki bu da az şey değil, hatta çok çok şeydir bu hayatta...

   İşte bu konağın el üstünde tutulan evladı da bu kaideden nasibini alacaktır ne yazık ki.. ama artık bunlardan bir kaç anıyı da bir sonraki bölüme bırakalım..bırakalım da, şimdilik çocukluk hatta gençlik çağının keyfini çıkarsın bu zengin ailenin çok şeyler beklenen biricik evladı.. çünki, zaman çok çabuk geçiyor.. artık koca Osmanlı bile neredeyse ömrünü tamamlamak üzere.. nerede kaldı o eski ihtişamlı günler, artık padişahların ve etrafındakilerin memleketi kurtarmak için yapacakları hemen hemen hiç bir şey yok.. hatta ufukta görünen kara bulutlar artık çok çok yakınlaştı.. o koca topraklar, kıtalar üstündeki o geniş coğrafya, aç kurtlar, çakallar ve leş kargaları tarafından parçalanmak üzere son demlerini yaşamaya çalışıyor.. şairlerin, okumuş yazmışların, memleket hakkında kaygılanıp üzülenlerin vahvahlanmaktan başka ellerinden pek bir şey gelmiyor ne yazık ki.. tabi bunu bizim şehzade de bilmiyor henüz.. başına nelerin geleceği, hatta memleketin, Âli Osmanî'nin başına neler geleceğinden hiç mi hiç haberi yok.. ama ona kızmayalım, o koskoca payitahtta oturanların ve devleti yönetmeye çabalayanların, neredeyse bütün memleketin bu durumdan haberi bile yok.. bir kaç ileri görüşlü devlet adamı, o zamanın dünyasını okuyabilen bir kaç düşünür ve yazar, ve Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı dışında herkes, batmakta olan Titanik Transatlantiğindeki yolcular gibi her şeyden habersiz hayatını sürdürmeye çalışıyordu.. öyleyse bırakalım da bizim Şehzademiz, hayatının en güzel zamanlarını yaşasın bir süreliğine de olsa...





   

Yorumlar

  1. Tabii ki tarihin yok edilmesi, tarihi dokunun yıkılıp yerine "hepsi birbirinin aynısı" olan beton binaların dikilmesi çok acı fakat bir şehrin hiç değişmemesi de çok tuhaf. İnsan doğduğundan itibaren hiç değişmeden kalan bir şehirde yaşayınca, sanki esnekliğini kaybediyor, bakıyorum buradaki insanların çoğu hep aynı rahat rutinde, ne dert ne tasa, hep aynı üç beş dükkandan alışveriş, hep aynı insanlarla sohbet ve bir süre sonra hepsi birbirinin kopyası boş boş bakan, katı yüzler... Bilmiyorum ki bunun bir ortası nasıl bulunur.
    Bazen ben de diyorum M ile L. de işte bu beton yığınları arasında geçen çocukluklarını nostaljik ve doğal bulup özleyecek... Ne tuhaf :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tamam değişim iyidir ama bizdeki gibi olmasın, istemem :) yahu neredeyse her on senede bir gittiğin yer bu kadar mı değişir.. eline kazmayı küreği alan, beton mikserini dolduran başlıyor kafasına göre değiştirmeye.. bu, son zamanların değil, neredeyse son 50 yılın modası bizde.. bitecek gibi de görünmüyor.. bir Camiler ve saat kuleleri değişmiyor neredeyse.. hoş Hasankeyf bile yer değiştirdi ya artık şaşıracak bir şey kalmadı :) ben istemiyorum böylesini..zaten soran da yok hoş :) arasını bulamadık gitti...

      Sil
  2. Ne güzel anlatıyorsunuz. Tarihin içinde kaybolup geri geldim her satırda... O zamanlarda yaşasam her şeye rağmen denize ilk sevdalananlardan biri olurdum kanımca :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim.. o zamanlardaki yaşam unutulmasın istiyorum.. Sadece C nin dediği gibi herkes kendi çocukluğunu özlüyor ve arıyor yaşı ilerledikçe.. her zamanın güzelliği kendine göre diyelim sonucu tatlıya bağlayalım :)

      Sil
  3. Blogunuzu takipteyim bloguma beklerim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim.. blogunuza şimdi bakmaya çalıştım, ama yazılar açılmadı nedense..takip edeceğim..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke