Ahşap Konak-13




   
   O; geceleri gök yüzünde bin bir türlü yıldızın pırıl pırıl parladığı, baktığın her yerde de aynı şekilde ateş böceklerinin gök yüzüne nazire yaparcasına yerde bir ışık cümbüşü yarattığı, temmuz ve ağustos ayı günlerindeki bağ hayatına dönelim biz yine.. elbette yeni doğmuş bebek ve annesi o yıl bağa yatıya kalmak için gitmemişlerdi.. bebek, hem anne tarafının hem de baba tarafının ilk torunu olduğu için neredeyse görmemişin bir çocuğu olmuş pozisyonundaydı.. özellikle babanın gelinlik çağdaki iki kız kardeşi, onlardan sonra da annenin 3 tane bekar erkek kardeşi yeğenlerini görmek, biraz olsun kucaklarına almak ve sevebilmek için can atıyorlardı adeta.. hatta iki aile arasında ufak tefek kıskançlık sürtüşmelerine de sebep oluyordu bu durum bazen.. ama bebek nasıl olsa ahşap konağa doğmuştu, ayrıca o zamanlar zaten pederşahi hayat biçimi herkes tarafından benimsenen bir aile hayatıydı.. bu sebeplerle her iki aile de konumlarının bilincinde ve durumlarına razı oldukları için meseleler genel bir anlayış içinde hallediliyordu.. yine de eve gelen bu bebek sesi ve kokusu her iki ailenin gençlerinde de evlenip, bir çocuk sahibi olup kucağına almak isteğini kesinlikle uyandırıyordu.. bizim kahramanımız da bu sayede yaşadığı prens ya da şehzade hayatının tadını iki seneye yakın çıkaracaktı.. ondan sonra dünyaya gelen kız kardeşini de bu sebeplerle belki de çok kıskanacaktı.. tahtına ortak çıkmış bir düşman gibi görecekti zavallı kız kardeşini bir süre.. ama daha sonraki zamanlarda, büyük dayının evlenmesi ve arkasından onların da bir çocuğu olması büyüyü iyice bozacak, rakiplerin artması işin tadını biraz daha kaçıracaktı.. bir yandan da yanlarına yaşıtları ve oynayacakları arkadaşların gelmesi tabi ki onları daha mutlu ediyordu kuşkusuz..

   Evde bu mutlu hava sürerken ülkede de demokrat parti idarede kendisini göstermeye başlamıştı.. eski dönemden kalan ve mimlediği yüksek bürokratları tasfiyelerle, Kore'ye asker göndermeye karşı çıkan Behice Boran ve arkadaşları ile Aziz Nesin gibi aydınları tutuklamalarla, basına sansür uygulamakla durumunu kuvvetlendirmekle meşguldü.. ama bütün bunlardan çok, bir kamu kuruluşunda küçük bir memuriyette bulunan aile reisini üzen şey ise bambaşkaydı.. kendisi de ailenin tek erkek evladı olduğu için üzerine titrenerek büyütülmüş, edebiyata, özellikle gençliğinde hemen hemen her erkek arkadaşının yaptığı gibi, ama onlardan bir kaç kat daha fazla dozda şiirle uğraşmış bu yumuşak huylu ve sevecen insanı çok üzen ve günlerce göz yaşı dökmesine neden olan olay, o yılın sonlarına doğru ünlü şair Orhan Veli Kanık'ın gece Ankara'da sokakta yürürken bir çukura düşmesinden iki gün sonra gelişen ama (sarhoşluktandır diyerek) farkına varılamayan beyin kanaması sonucu çok erken yaşta hayata veda etmiş olmasıydı.. zaten o yıllarda, özellikle verem hastalığına yakalanan bir çok amatör şair arkadaşı birer birer hayata veda etmişti.. (bu veremden ölen şairler üzerine yapılmış ve o zamanları anlatan güzel bir film, bu durumu çok güzel anlatır; Kelebeğin Rüyası, Öykü ve Yön: Yılmaz Erdoğan, oyuncular; Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat... 2013)  bu üzücü olay, babasına memleketteki sıkıntılı haberlerin hepsini unutturmuştu adeta.. babasının bu naif ve gözleri hemen nemlenen hassas yaradılışı yazarımızın da çok erken zamanlardan itibaren dikkatini çekecekti..






                   ''Artık bu haftadan beri yetmiş yaşındayım
                    Güçlükle çıktığım tepenin tâ başındayım''

   Şair Yahya Kemal Beyatlı, yetmiş yaşına girdiği günlerde, biraz da nükte olsun diye bu beyiti yazmış.. işte ben de bugünlerde buna benzer bir hissiyattayım.. geriye bakıp düşündüğümde; bir tepenin başında olmakla birlikte, bu kadar zamanı nasılda çabucak geçirdiğimi hayretle izliyorum.. gerçi şairin dediği gibi güçlükle bir tepeye tırmanmış hali de hissetmiyorum  - hoş şair de oldukça rahat ve dışarıdan bakanlarca keyifli görünen bir hayat yaşamıştır, ama hemen herkesle itişip kakışmaktan kendisini alamayan kişiliği nedeniyle artık yalnızlaştığını ve hayranlarının da azalmakta olduğunu görmektedir, zaten dağların tepelerine ulaşmış insan genellikle yalnız değil midir-  bu yaşa gelene kadar herkes gibi ben de bir çok sıkıntılar, hayal kırıklıkları, başarılar ve başarısızlıklar yaşadım, kısaca her insanın yaşadıkça başına gelenlerden ben de kendimce nasibimi aldım.. yine de bu satırları yazarken hayatımın geçen yıllarına hayıflanmıyorum, hani derler ya bir daha gelsem dünyaya şöyle şöyle işleri yapmazdım vs. oysa ben bu kanıda değilim; herkes kendi şartlarınca ve bulunduğu ortama ve karşısına çıkanlara göre bir hayat yaşar.. kendisinden daha iyi durumda olanlara bakarak hayıflanmanın, ahlar vahlar çekmenin hiç bir anlamı yoktur.. şartlar öyle olduğu ve elinden ancak o kadarı geldiği için öyle sürmüştür hayatı, bir daha aynı şartlarda dünyaya gelse o kafa ve o yapıyla sonuç pek de farklı olmayacaktır bana göre.. hem insan, başkalarının yaşantısına bakarken sadece durumu kendisinden iyi olanları değil aynı zamanda daha kötü durumda olanları da görmeli ve şükretmeyi de bilmelidir kanımca.. zaten bütün bu okumaları ve anlatmaları, biraz da kendi hayatımız hakkında bir düşünceye varmak, kendimizle hesaplaşmak için yapmıyor muyuz.. en azından ben öyle yaptığımı düşünüyorum...






    Gelelim yine Ahşap Konağın ilk zamanlarına..1900'lü yılların başlarına.. ailenin biricik erkek evladının serencamına, hayat çizgisinin nasıl ilerlediğine.. Karma denen şeyden habersiz, hayatının keyfini çıkaran delişmen oğulun yaptıklarına.. aslında belirttiğimiz gibi devir padişahlık devridir ve baştaki de o zamanlar bile kimince kızıl sultan, kimilerince göre de ulu hakan olarak nitelendirilen padişah II.Abdülhamit dir.. bu uzak Anadolu kentinin insanlarının İstanbul'daki yaşam hakkındaki bilgileri ne kadar olabilir ki.. ama her akşam ve sabah padişahın çok yaşaması için haykıran mahkumlar ve askerler bile bu küçük sancakta (o zaman orası sancak statüsündedir) o çok korkulan padişahın gölgesinin tüm memleketin üzerinde olduğunu hissettiriyordu ahaliye.. ama bizim güçlü bir yerel yöneticinin oğlu olan kahramanımız için böyle şeylerin pek önemi yoktu kuşkusuz.. oldukça serbest yetişiyordu gencimiz, ama yine de iyi yetişmesi ve iyi bir tahsil alması için tüm imkanlarını da seferber etmişti aile.. evlat da okumaya merak sarmış, hatta aliyyül âlâ (en iyisi, pek iyi) derecesiyle bitirdiği mahalli okullardan sonra kendisi yüksek tahsil için İstanbula gitmek istemiş, İstanbuldaki en iyi okullardan birine kaydı da yaptırılmıştı, ama tahsil için ayrılık zamanı gelip çattığında, kaderi mi diyelim şartları mı diyelim her ne ise, okumak için İstanbula gitmek amacıyla evden ayrılma esnasında durum beklenmedik şekilde değişmiş, tam yola çıkmak üzere arabaya binerken ona çok düşkün annesi üzüntüden dayanamayarak düşüp bayılmıştır.. bunun üzerine gencimiz ( işte bunu yapmayacaktı ama) annesini teskin etmek için arabadan inerek seyahati ertelemiş, ama sonraki her gidiş teşebbüsünde bir kaç kez daha tekrarlanan bu sahnelerden sonra kendisi de düşkün olduğu annesini bırakamayacağını görerek İstanbul hayallerinden vazgeçmiştir.. sonradan bu hadise anlatıla anlatıla, bir aile efsanesi halini almış ve hem bir üzüntü hem de acı acı gülünecek bir olay gibi hatırlanıp gitmiştir.. yine söylendiğine göre annesinin kendisini okumaya göndermemesine sonradan çok içerleyen evlat, o olaydan sonra, annesini ayılıp bayıldığına neredeyse pişman edecek derecede kendisini haylazlığa, keyif ve eğlenceye adamıştır.. bu şımarık evladın neden böyle olduğu, niçin böyle davrandığı bu şekilde açıklanmaktadır, ama aslında, çocukluktan beri her istediği yapılan, zorluk ve sıkıntı nedir görmemiş, el bebek gül bebek yetiştirilmiş bu evladın, neden böyle, -anadolu deyimiyle- sefa pezevengi (yabancı dilde karşılığı hedonist) biri olduğu ayan beyan, herkesin kolayca göreceği kadar açık değil midir? hoş, yine de daha sonra askerlik vazifesinden de bedel ödeyerek kolayca kurtulan şehzademiz, o coşkun delikanlılık zamanlarında fırsat buldukça, yani sık sık, yakın eğlence mekanlarından çıkmamaktadır.. bu ''yerli Don Juan''ımız fırsat buldukça yani canı istediği zaman da İstanbul'un yolunu tutmaktadır.. fakat İstanbul da o zamanlar artık sıkıntı içindedir.. isyanlar, İttihatçıların suikastleri, dört bir cephede devam eden savaşlar, daha neler neler.. bu zamanlarda bizim servet tüketicisi de ailenin içinde, batmakta olan padişahlığın bir benzeri durumu yaratmaya devam edecektir.. hatta bir süre, uzunca bir zaman İstanbulda kalmış, Rusya'da ortaya çıkan devrimin temizlik eylemlerinden kaçan asil ve zengin hayata alışmış beyaz rusların, İstanbulu doldurduğu ve eğlence hayatına yeni renkler kattığı demleri de yaşamak fırsatı bulmuş, her türlü içki ve uyuşturucu dahil tüm dünya zevklerini ve rezilliklerini de tatmayı ihmal etmemiştir.. bütün bu çılgınlıkların sonunda da,bir gün aniden, başından geçen bir evliliğin(?) meyvesi olan küçük oğlunu da yanına alarak memlekete dönüvermiştir.. ailesine ve sonradan zaman zaman oradaki hayatından bahsettiği zamanlarda evlatlarına anlattığına göre o çalkantılı yıllarda İstanbulda resmi ve özel işlerde çalışmış, bir çok işe girip çıkmış, girişimci, hatta olaylara hesapsızca atılan ruhunun yönlendirmesiyle bir çok macera da yaşamıştır.. bu arada başından yine yukarda değindiğimiz gibi mahiyeti hiç bir zaman tam olarak öğrenilemeyen bir de evlilik geçmiş, yine sebebi tam öğrenilemeyen bir şekilde bir süre sonra eşinden boşanmış ve küçük evladını da yanına alarak memlekete dönmüştür.. bu evlat hakkında ilerideki bölümlerde yine bazı bilgiler verilecektir.. bu anlata anlata bitirilemeyen İstanbul maceraları, zaman zaman aile içinde gülüşmeler ve hayıflanmalar içinde söylenip gitmiştir.. bu orijinal ve renkli bir hayat süren adamın yaşamı, neredeyse bir roman konusu olabilecektir.. ama yine de, bu adam hakkında kimse kötüdür dememiş, hakkında kötü konuşmamıştır.. arkasından tek dedikleri; çok cömert bir insan olduğu, memlekette onun ziyafet ve eğlence sofralarından geçmemiş hemen hiç kimsenin olmadığı, yemeye içmeye düşkün tam bir zevk adamı olduğudur.. bunların dışında dışında laf edilmemiştir bu ilginç adam hakkında..derler ya, yiğit derler candan ederler, cömert derler maldan ederler, sanki bu söz bu adamın hayatının özetidir.. hayatı boyunca fırsat buldukça ve eline para geçtikçe sık sık gittiği İstanbul seferlerinden memlekete, o zamanlar o şehirde kimsenin görmediği hediyeler ve aletlerle (başta gramofon, taş plaklar) hatta satın aldığı otomobillerle dönen bu evlat, sanki dünyaya sadece eğlenmeye gelmiş olduğunu düşünmüş gibidir, ve bu haliyle şair Nedim'in Lale devrindeki ruh halinin o devirdeki sıkı bir takipçisi olarak eğlenmenin, sefa sürmenin hakkını vermekte temayüz etmiştir denebilir...

   Bu zevkü sefa demleri geçmeye, daha doğrusu babadan kalan servet erimeye ve paralar suyunu çekmeye başladığı bir zamanda ise, artık durulmaya başlayan evlat bundan sonra düzenli bir hayat yaşamak isteğinden olsa gerek, tekrar evlenmeye karar vermiş ve ileride yazarımızın babaannesi olacak memleketlisi bir hanım ile dünya evine girmiştir.. zaten zaman da artık padişahlığın battığı, Anadolu'da kurtuluş hareketlerinin ve örgütlenmenin canlandığı zamanlardır.. hem bu rahat ve sorumsuz yaşama alışmış evlat, hem de memleket, artık yeni durum ve şartlara geçmektedir.. yine beylik sözle söyleyelim, hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır artık...



     


                

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke