Ahşap Konak-14

   


                                        Sarhoş oldum da
                                        Seni hatırladım yine;
                                        Sol elim,
                                        Acemi elim,
                                        Zavallı elim!


   Şair Orhan Veli Kanık nasıl da özetleyivermiş ''Sol'' diye kısaca anlatılan bir düşünce, davranış daha doğrusu hayat görüşünü, ve özellikle de memleketimizdeki serencamını..

   Tüm Anadolu'da olduğu gibi o 1950'ler Türkiye'sinin küçük ve mütevazı şehrinde de sol dediğimiz hayat görüşünün durumu böyleydi.. sol deyince asırlardır savaştığımız ve artık can düşmanımız olarak görülen Rusya mı ve hakkında çok çeşitli söylentiler dolaşan komünizm mi akla geliyordu acaba, yoksa milli hislerine ve dinine düşkün bir ahalinin, üstelik yedi düvelle ölüm kalım mücadelesinden çıkmış bu yorgun insanların, imparatorluğun dört bir tarafından yenilgiler ve bozgunlardan kaçıp sonunda sığındığı Anadolu'da sol hakkında gelişi güzel anlatılanlar mı yol açıyordu, bu sola karşı ilgisizlik hatta düşmanlığa, yoksa asıl sebep Şairin de dediği gibi, sol elin acemiliği ve sağ ele göre zavallılığına benzer şekilde aslında Sol'un kendisi mi beceriksizdi.. gerçeğine bakarsanız tâ padişahlık ve istibdat döneminden itibaren sol ve sosyalizm biliniyordu ve hatta iyi kötü örgütlenmiş durumdaydı bile memlekette.. gerçi bu örgütlenme daha ziyade münevverler ve üst düzey düşünürler arasında olmuş sayılırdı, ama hangi akım Anadolu'da, daha doğrusu halk arasında kök salmıştı ki o zamanlar.. hatta milliyetçilik ve bugünkü anlamda yurtseverlik, ulusculuk gibi kavramlar bilinmiyordu bile payitahtta ve Anadolu'da, sol düşünce varken.. hatta bütün bunların üstüne, yeni yeni palazlanmaya çalışan milliyetçilik akımları Osmanlıda suç gibi bile görülüyordu.. çünki Osmanlı zaten çok sayıda millete hükmediyordu ve bu milletlerin ayrılarak bir devlet kurması idarenin ruhuna aykırı bir durum, hatta bölücülük olarak kabul ediliyordu.. önce Yunanistan'ı kurarak Rum tebaa ayrılmıştı Osmanlıdan, sırada Bulgarlar, Sırplar hatta müslüman olan Arnavutlar vardı.. Anadolu'da ise asırlardır halkla beraber hatta iç içe yaşayan rumlar ve ermeniler sadık tebaa olarak görülüyordu o zamanlar.. yani kısacası milliyetçilik ve ulusçuluk sol görüşlerden bile tehlikeliydi o zamanlar.. ama ne olmuşsa olmuş, artık sağ ve uluscu akımların politik başarısı mı diyelim, yoksa dindar kesimlerle ilişkisini bir türlü iyi geliştir(e)meyen solun hatası mı diyelim, sol görüş memlekette günah keçisi hatta şamar oğlanı haline getirilmişti.. bu durum Cumhuriyet kurulduktan sonra aynen hatta daha da kuvvetlenerek devam etmişti.. tabi ki bütün bunların suçunu solun dışındakilere atamayız kuşkusuz.. sol, aynen şairin yazdığı gibi zavallı, acemi, beceriksiz olarak tanındı ve bilindi her zaman memlekette.. sol görüşler cumhuriyetin ilk yıllarından beri üvey evlat, aykırı evlat, hatta memlekete yabancı, düşman, yabancı kökenli biri gibi görüldü 1950'lere gelinene kadar.. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi de bu durumu değiştirmedi, zaten bu parti de zihniyetini içinde doğup sonradan ayrıldığı CHP den almıştı, solun zaten ana görüşü olan enternasyonalizm halkta dış kökenlilik gibi algılanmıştı bir kere.. bu durum zaten halkta bir soğukluğa neden oluyordu, üstelik bir de savaş sonrası Sovyet Rusya'nın toprak talebinde bulunduğu iddiaları, Amerikanın başını çektiği galip devletlerin çekici vaatleri ve modern yaşam biçimi ve zenginliği, uzun süredir sıkıntı içinde yaşamış ve refah isteyen insanımızın Rusya'daki rejim hakkındaki duyduğu korkutucu haber ve düşünceler, bu memlekette solun geleceğinin kararmasına çoktan yol açmıştı.. bütün bunlara karşı Sol dediğimiz parçalı ve kendi içinde kavgalı yapı da kendini halka sevdirecek ya da hiç olmazsa anlatacak fırsatları bulamamıştı neticede.. bu olgu daha çok ve uzun süreler araştırılması ve anlaşılması için çok ve ciddi çalışmalar gerektirecek temel meselelerinden biridir memleketin...


   İşte o günlerde bu memleket köşesinde de siyasi ve sosyal durum başka memleket yörelerindekinden farksızdı.. bu amatör yazı dizisinde solun ya da siyasi hayatın tarihini veya durumunu anlatacak değiliz kuşkusuz, ama o küçük şehirde bile az çok siyasi olaylar ve görüşler hayat buluyordu ve gerek yerel gazeteler olsun, gerek dışarıdan geç de olsa şehre ulaştırılan gazete ve dergiler aracılığıyla olsun, gerek de her akşam muntazaman radyodan dinlenen ajanslardan olsun, insanlar dünyadan ve memleketten haberdar oluyorlardı kuşkusuz ve demokrasiye adım attıklarını düşündükleri bu nisbeten daha serbestleşmiş görünen sosyal hayatta bir fikir ve görüş sahibi olmaya çalışıyorlardı.. 



   İşte bu ahşap konağa doğan üçüncü kuşak evlat olan yazarımızın kitaba, edebiyata ve özelikle de şiire düşkün babası da eve günlük gazete olarak Hürriyet gazetesini getirirdi akşamları daireden dönerken, haftalık dergilerden Hayat ve mizah dergisi olarak da Akbaba alınırdı düzenli olarak.. sonradan büyüdükçe farkına vardığı, babasının gençliğinden itibaren yıllar boyunca biriktirdiği ve küçük bir özel kütüphane haline getirerek eşe dosta, -okunup geri verilmek kaydıyla- ödünç verilen çok sayıda yerli ve  yabancı basılı eser, çeviri roman ve sürekli yayınların olduğu bir oda dolusu kitap ve memleket edebiyat dünyasının bir çok diğer örneği, yazarımızın da doğduğundan itibaren tanıştığı dostlarından olacaktı zamanla..




   Belki de, hatta kesinlikle, bu küçük Anadolu şehrinde oldukça nadir görülen bu kitap ve basılı eser kokusu ile büyümüş olmak hayatımın her döneminde kitaba ve basılı her türlü esere merak ve sevgiyle yaklaşmama neden olmuştur diyebilirim.. hatta öyle ki, okuma yazmayı öğrenir öğrenmez babamın kütüphanesinin en küçük müşterisi ben olmuştum.. bana göre kitaplar bile vardı burada.. varlık yayınlarının cep klasikleri, masal kitapları, dünyadan ve bambaşka alemlerden bahseden çeviri çocuk kitapları büyülemişti adeta beni.. mahallede sokakta akşamlara kadar oynayan çocuklardan çok bu kitaplardaki dünya beni çekmişti içine.. o sıcak yaz günlerinde elime bu kitaplardan birisini alır adeta içinde olduğum zaman ve mekandan uzaklaşır bambaşka dünyaların içine girerdim.. hâlâ o günlerde hissettiğim okuma zevkini şimdi bile duyabiliyorum bu satırları yazarken...





   Ahşap konağın birinci kuşak evladından kalan pek bir kitap veya yazılı belge kalmadığına göre bu delişmen ve hedonist evladın öyle basılı eser okumak, edebiyat merakı ve ilgisi duymak gibi bir özelliği yoktu anlaşılan.. o bir hayat adamıydı kuşkusuz.. memlekete döndükten sonra bir süre çeşitli iş denemeleri yapmış, sonunda kendisinin de çok severek tükettiği, hayatının en önemli keyif sebeplerinden başta geleni olan rakı işine girmişti sonunda.. hem de ne giriş,, önce küçük bir rakı imalathanesi kurmuş, sonra işi öyle büyütmüştü ki İstanbul'a ve civar şehirlere artık tanınmış bir isim yapmış yani bir marka olmuş rakılarını kamyonlarla gönderecek kadar.. artık tam işini bulmuştu.. o şimdi tanınmış ve zengin bir rakı fabrikatörüydü...









Yorumlar

  1. Büyük dede'nin maceralarını okudukça L.'ın geleceğini okur gibi oluyorum yahu :))) ürperdim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke