Atatürk

 



    Okul arkadaşlarımdan oluşan bir medya grubunda geçen gün bir paylaşım gördüm; Bir Çocuk Kalp Cerrahı; muayene ettiği bir çocuk hastasının kalbini ultrason cihazıyla incelerken, çocuğa ''kalbini ekranda görmek ister misin'' diye sormuş ve çocuğun istemesi üzerine de ekranda kalbinin ultrason görüntüsünü göstermiş.. çocuk kalbini görünce çok şaşırmış tabii ama doktora sorduğu soru daha ilginç; çocuk, ''doktor amca, Atatürk'ü göremedim, lütfen gösterebilir misiniz ?'' demiş.. bu durumdan çok etkilenen ve duygulanan doktorumuz da bu olayı medya ortamında arkadaşlarına anlatmış.. kısa süre içinde de bu olay ve haberi yayılarak bizlere kadar ulaşmış...



   Şimdi bu olayın daha doğrusu haberin yayılma ve insanlar arasında yorumlanma biçimlerine gelelim..


   Ülkemizin en hassas konularından birisine, belki de birinci sırayı alan ve toplumu yıllardır uğraştırıp meşgul eden, adeta toplumu ortadan ikiye bölen kronik bir meseleye giriyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayın ve türbülans geçinceye kadar yerinizden kalkmayın...


   Ben bile şu andan itibaren oturduğum masada biraz daha gerginleştim, sandalyede biraz daha dik ve dikkatli oturmaya başladım.. artık bu yazı beni nerelere sürükleyecek diye tedirgin olmaya başladım.. her şeyden önce, bu yazdıklarımın hiç bir art niyet taşımadığını, sadece serbestçe düşünülmeye çalışılarak hissiyatımın ve düşüncelerimin anlatılmasına çalıştığımı, hiç bir kişi veya kuruluşa hakaret veya aşağılama amacı taşımadığımı, yazacaklarımın sadece ve sadece kendi kendime bir şeyler düşünüp paylaşmaktan ibaret olduğunu belirtmek istiyorum en başta..



   Bu, yukarıda kısaca özetlediğim medya grubundaki paylaşıma benim ilk tepkim, o küçük çocuğa karşı derin bir sevgi ve o saflığına, naifliğine büyük bir sempati duymak oldu.. her çocuğun gökyüzüne baktığında Allah'ı görmeye çalışması, bulutların üzerinde meleklerin yaşadığını hayal etmesi gibi hatta biz büyüklerin bile zaman zaman benzer hayallere dalmaları -mesela denizden bir anda deniz kızlarının çıkması fena olmazdı hani- insanı rahatlatan, muhayyilesini geliştiren,hayata renk ve heyecan katan bir durumdur aynı zamanda.. şair boşa dememiş insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar diye.. işte ben de çocuğun bu saf ve temiz sorusunu böyle bir gülümseme ve sevecenlikle karşıladım.. sonra da biraz düşünmeye başladım...


   Önce paylaşımdan sonra neler gelişti onu yazayım;


   Bu paylaşıma; bazı arkadaşlar alkış, kalp emojileriyle, bazıları gözyaşı ve çiçek emojileriyle ve benzerleriyle, gerek duygusal gerek de coşkulu ifadelerle bir çok yorumlar attılar.. ama her zaman olur ya bir pürüz, densizlik veya aykırı bir yorum; bir arkadaş da ''yahu nedir bu, iş mi yani, böyle saçma şey olur mu'' gibilerinden bir yorum yazmış.. birden ortalık karıştı.. kimisi arkadaşı paylamaya başladı, kimisi Atatürk her zaman kalbimizdedir, aferin çocuğa, böyleleri oldukça sırtımız yere gelmeyecek, gericiler korksun vs. vs. benzeri bir salvodur başladı.. her işi olduğu gibi bunu da bir savaş, had bildirme hatta hesap sorma vesilesi yapıverdik gitti...



   Her şeyden önce, biz niçin böyleyiz, ya da niçin böyle olduk diye düşünmeye başladım.. bu ülkeye bunca hizmet etmiş, çok zor zamanlarında büyük hizmetler yapmış, adeta mucizeler yaratmış değerlerimizi, insanlarımızı saygıyla anacağımıza niçin hâlâ çekişme ve kavga konusu yapıyoruz.. ya da niçin bir türlü doğru düzgün tartışmayı, fikir alış verişini, hatta en basitinden konuşmayı bile beceremiyoruz diye hayıflandım.. bu olgu sadece tarihimiz ve tarihi kişilerle ve olaylarla da sınırlı değil, siyasi ve toplumsal görüşlerimiz, hatta bir futbol takımını tutma konusunda bile hemen iş tartışıp kavga etmeye dönüşüveriyor.. sanki herkes barut fıçısı olmuş.. patlamak için bir kıvılcım bekliyor.. hatta geçenlerde Sakarya'daki havai fişek fabrikasındaki feci kazada olduğu gibi -hoş o olay da tam aydınlatılamadı ya- durup dururken bile patlamaya başlıyoruz.. bu kadar mı sinirli olduk.. ne oldu bize böyle...



   Herkes her şeyi sevmek veya çoğunluğa değil hatta azınlıkta bile olsa bir fikir veya kişi hakkında aynı şeyleri hissetmek, düşünmek zorunda değildir şüphesiz.. ama en azından adabı muaşeret derdi eskiler, bir asgari saygı seviyesi de olmalı değil mi.. Atatürk; hemen hemen ülkedeki tüm insanlarımızın kabul edeceği bir görüşe göre bir kahraman, bir devrimci, bir yenilikçi, kurtarıcı, kurucu, her şeyimizi borçlu olduğumuz ve bunu da hiç unutmamamız gereken bir kişi olabilir.. ama bazılarına göre de bu kadar yüceltilmeyebilir ve eleştirilebilir de.. aynı şekilde başka tarihi şahsiyetlere hatta dini şahsiyetlere de kimisi çok değer verir, kimisi vermez.. değer verenler vermeyenleri ihanetle, düşmanlıkla, alçaklıkla vs. suçlayamaz.. sadece bu gibi şahsiyetlere hakaret edilmemesi, açıkça alay, aşağılama gibi sevenlerini üzecek ağır tabirler kullanmaması beklenir.. tabi ki aynı şekilde karşı tarafın da kendisi gibi düşünmeyenler hakkında aynı tarz hakaret, aşağılama ve nefret içeren ifadeleri kullanmamaları beklenir.. bunlar adabı muaşeret kuralıdır en basit ifadeyle.. bunlar ortada yoksa ne yapacağız...



   Son zamanlarda vaktimin bir kısmını geçen yüz yılın memleketteki tarihi ve toplumsal olaylarını ve bu olaylarda rol almış şahsiyetlerin anılarını okumaya, incelemeye verdim.. özellikle Cumhuriyetin kuruluş mücadelesini (öncesiyle ve sonrasıyla) anlatan anı ve biyografi kitaplarında, o çalkantılı dönemlere ait bir çok bilgi ve belge bulunabiliyor.. bunlardan okuyabildiklerime ve öğrenebildiklerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki, o devirde olanlar ve sonradan bunlara yapılan yorumlar, daha sonrasında da o zamanlardaki etkili olmuş aktörlerin bazılarının, özellikle gözden düşmüş olanlarının yazdıkları, bende memlekette geçerli bir resmi tarih, bir de alternatif tarih tezi bulunduğu izlenimi verdi.. özellikle mecliste Nutuk'un okunması ve sonradan da hemen her yerde okutulması, bizzat Atatürk tarafından bir Cumhuriyet tarihi yazılması ve her şeyin ona göre ayarlanması isteğinin bir neticesi gibi geldi bana.. o zamanki şartlar içinde bunun böyle olması ve resmi görüş olarak kabul edilmesi belki de gerekliydi.. hatta suikast girişimlerini de gerekçe göstererek kurulan İstiklal mahkemeleri eliyle, muhalif veya ilerde ''sıkıntı'' yaratma kapasitesi olanların, yumuşak ifadeyle belirtmek gerekirse ''tasfiye'' edilmesi ''devrim önce kendi çocuklarını yer'' düsturunun beklenen bir sonucuydu belki de.. bütün bunlara diyecek yok.. zaten artık olan olmuş, her şey tarihe geçmiş, tarihi de geri döndürebilmek mümkün değil, artık olayları bire bir yaşayanların hiç biri hayatta olmadığına göre pek yapacak bir şey de yok.. hatasıyla sevabıyla artık her şey tarihe mal olmuş durumda...



   İşte asıl mesele de burada başlıyor.. ''tarih'', daha doğrusu gerçek tarih nedir.. neye göre gerçek, kime göre gerçek.. senin gerçeğinle onun gerçeği çok farklı.. peki biz ne yapacağız bu durumda.. resmi tarihe mi saplanıp kalacağız ve onu herkese zorla kabul mü ettireceğiz, yoksa biz amatör okuyucular olarak anıların, romanların içine dalıp gidecek, sonunda da hiç bir şeye inanamaz hale mi geleceğiz.. ya da daha acısı ve kötüsü ''tarafsız ve objektif'' olduklarına güvenmek zorunda kalarak kendi tarihçilerimizi bırakıp yabancı yazar ve tarihçilerin yazdıklarına mı kulak vereceğiz.. evet, soruyorum, ne yapacağız... o kadar üniversitemiz, aydınımız, tarihçimiz, bu işlere meraklı yazar ve romancımız varken, biz bütün bunları boş verip sadece okullarda öğretilen resmi tarih görüşünü dikkate alıp diğer bütün literatürü meydanlarda yakacak mıyız.. üstelik resmi görüş bir süre sonra değişirse ne olacak o zaman.. zaten neredeyse yarım yüzyıldır, hatta daha uzun süredir, resmi tarih tezi her köşesinden yıpratılıp zedelenmeye devam ederken, biz, gerçeklerin peşinden gitmeye çalışan, neler olduğunu anlamaya çalışan, ya da gölgede kalmış veya ''ademe terk edilmiş'' (yokluğa ,unutulmaya mahkum edilmiş) en ufak izleri bile unutturulmaya çalışılmış, resmi görüşe göre düşman ilan edilenlerin evlatlarına bile hainlerin soyu muamelesi yapılmış, kanlarını canlarını bu vatan için seve seve vermiş, ömürlerini tüketmiş gölgede kalmış hatta damgalanmış insanların hiç olmazsa hatıralarını olsun anmayacak, yad etmeyecek miyiz.. Sovyetler Birliği'nde bile Stalin devrinden hemen sonra yapılan özeleştiri ve itibarların iadesi hareketi bizde olmayacak mı.. veya ne zaman olacak.. resmi tarihin itibarsızlaştırdığı kişiler gerçekte nasıl kişilerdi, hakikaten kötü insanlar mıydılar, yoksa şartlar gereği öyle mi gösterilmişlerdir.. insan kendi annesi veya babası hakkında bile bazı üzücü şeyler duysa bunların gerçek mi yoksa haksızca söylenmiş şeyler mi olduğunu merak etmez mi.. bir düşünürümüzün veya yazarımızın söylediği gibi hainlerle mi kaynıyor bu memleket.. birbirimize hiç güvenemeyecek miyiz.. hem kimin hain ve değersiz, kimin vatansever ve değerli olduğuna hangi zümre veya görüş karar veriyor ki.. bugün bile işimize gelmeyen sözler ve eylemlerde bulunanları ne kadar kolaylıkla hain olarak damgalayıveriyoruz.. bu huyumuzdan vazgeçmeyecek miyiz.. başkalarını damgalamak, kategorize etmek, şeytanlaştırmak, afaroz etmek bu kadar kolay mı.. bunun bir cezası yok mu.. daha doğrusu bu âdetimizden ne zaman vazgeçeceğiz.. sanırım Murathan Mungan söylemiş, bu memlekette her şey olunur, ama rezil olunamaz diye.. çok doğru.. insanlar bugün birbirlerini hainlikle alçaklıkla suçluyorlar, yarın bir de bakıyorsunuz can ciğer kuzu sarması oluvermişler.. bu nasıl bir rezilliktir, kimse de önemsemiyor.. bence asıl utanmamız gereken bu.. haysiyet cellatlığı ne kadar kolay bu topraklarda.. şimdi de bir kanun çıkaracaklarmış, insanların unutulma hakkı diye.. neymiş, insanların önceden yaptıkları suçların, ahlaksızlıkların unutulması da bir insan hakkıymış.. bak hele, yahu duyuyoruz, dünyanın ileri ülkelerinde adamlar bir kamu görevine talip olduklarında yedi göbek sülaleleri araştırılıyor, biri çıkıp o ilkokulda kopya çekmişti, vergisini bir sefer ödemedi, birisine yalan söylediğini duydum dedi mi artık o adam insan içine çıkamıyor, bırak görev almayı, seçilmeyi.. biz, bir de kanunla koruyacağız böyle adamları.. bunun soykırımı inkar etme suçundan ne farkı var.. olmuş bir şeyi olmadı diyen kişiyi hapse atıyorlar, bizde ise olmuş şeyi hatırlatan suçlu olacakmış.. pes doğrusu.. bir kanunla tüm geçmiş pisliklerimizi temizleyip üstüne sünger çekeceğiz öyle mi.. yahu, böyle eylemleri olmayana bile çamur at izi kalsın kabilinden yargısız infaz yapılıyor, o mağdurları koruyan yok, kötülüğü yapanların alçaklıklarını unutmamız gerekiyor, hatırlatana ceza.. bunları da gördük ya..



   Yine konudan saptık gibi oldu, ama aslında hepsi birbirine bağlı.. insanlarımızı, hele ölmüş insanlarımızı aşağılamayalım, ruhlarını muazzep etmeyelim hiç olmazsa.. onlar öldüler gittiler, biz de onların yanına gideceğiz bir süre sonra, bırakalım mezarlarında rahat etsinler hiç olmazsa.. artık geçmişimizle barışalım, helalleşelim, birbirimizi anlayalım, empati kuralım... yoksa ''senin annen bir melekti yavrum'' sözüyle aldatılan, avutulan bir küçük çocuk halinden kurtulamayız, hep çocuk kalırız, hep başkalarından yardım ve medet umarız.. başkalarının yönlendirmesine muhtaç oluruz.. koca bebeklerin yaşadığı bir millet ve memleket olur kalırız.. sonra da küçücük bir çocuğun masum sorusunu kimimiz büyük bir olaymış gibi alkışlar ve gözyaşları içinde kutlar, kimimiz de bu ne yahu diye isyan eder.. sonra da hep birlikte birbirimize gireriz.. en iyi yapmakta olduğumuz, ama bir sonuç da alamadığımız kısır çekişmeler içinde ömür tüketiriz..



   Artık ne olur, bırakalım tarihe, bilime, insanların vicdan ve inanç hürriyetlerine müdahale etmeyi.. bırakalım insanlar gerçekleri araştırsın, kendilerince doğruyu bulsun, haksızlığa uğrayanlar varsa aklansın, haksızlık edenler hiç olmazsa vicdanlarda yargılansın..barışalım tarihimizle, insanımızla, birbirimizle.. böyle gitmiyor, gitmez inanın.. Hırant Dink'in hâlâ kulaklarımda kalan bir sözü var ''bizim dertlerimize, hastalığımıza yine bizden başka çare ve ilaç yok, yaralarımızı biz saracağız gözyaşlarımızla, biz helalleşeceğiz.. yoksa düşmanın, kötü niyetlilerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacağız''.. işte bu iyileşme, barışma olasılığından korktukları için öldürdüler bir daha zor elimize geçecek o şansı.. niceleri gibi.. artık dursun bu kin, nefret söylemi.. inanın çok az zamanımız kaldı...




   Bütün bunlardan sonra son söz olarak, bu memlekete iyi kötü emeği geçmiş, ömrünü insanımıza ve bu topraklara adamış, tüm insanlığa faydası dokunacak işler yapmış, en azından yapmaya çalışmış, hiç olmazsa kimseye zararı dokunmamış tüm ölmüşlerimizi saygı ve rahmetle anıyorum.. ülkeyi badirelerden atlatarak bize bir vatan kazandırmış olan başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm büyüklerimizin, şehitlerimizin, isimsiz kahramanlarımızın ve meçhul askerlerimizin , gazi ve şehitlerimizin, tüm fedakar ve asıl yükü çekmiş olan analarımızın, bacılarımızın, çocuklarımızın, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkez, Alevi, Sünni... demeden bu memlekete emeğiyle kanıyla canıyla bir şeyler katmış, ödemiş, anılarını bırakmış tüm gelmiş geçmişlerimizin aziz hatıralarını saygı ve minnetle anıyorum.. bu sıkıntılı ve kısır ortam ve zamanlardan akıl ve gönülle, sevgi ve saygıyla hep birlikte çıkarak o bir türlü gelmeyen güzel günlerin artık geleceği umuduyla bitirmek istiyorum anlatmaya çalıştıklarımı.. umarım kimseyi üzmemişimdir.. herkesi düşünme ve insafa davet ediyorum.. neticede biz de fani kişileriz, bugün varız, yarın yokuz.. kimseye arkamızdan kötü söz söyletmek istemeyiz.. başkalarına da söylenmesine razı olmayız değil mi....



   




Yorumlar

  1. Vallahi altına imzamı atarım ya da tebrik ederim çok güzel yazmışsınız gibi klişeler dıiımda bir şeyler yazmak istedim.. Bunu kendi çocuklarımda da yaşadığım için (geçen uçak yolculuğunda bulutlar arası melek arayan yavrumuz) ben de gülümsedim ve bak çocuğa atatürk kalbimizde demişler demek ki dedim.
    Bizim ülkemizde bu Tek Adam / Kurtarıcı Baba imgesi çok güçlü. Bu ihtiyacımız padişahlık dönemine dayanıyor. Pederşahi aile yapısına dayanıyor. Daha bu kuşağa dek "baba" kusursuz kurtarıcı koruyucu bir imge. Babanın da insan olduğu, onun da kusurları ihtiyaçları olduğu düşünülmüyor. Bu nedenle daha ev içinde başlayan imaj politik liderlere dek devam ediyor givi geliyor bana. Çocuk toplum oluşumuzu, duygusallığımızı, şark kafası da denen aslında tam yetişkine dönüşememiş küçük kurnazlıklarımızı ve hep bir ödül ceza sistemine ihtiyaç duymamızı da bu çocuk toplum anlayışıyla açıklayabiliyorum.
    Bu anlamda Atatürk (ya da bir kesim için RTE de benzer aslında) baba figürüdür. Kutsaldır. Uğruna kavgalar edilir, ölünür dahi ama insan olarak düşünülmez hata yapacağı asla düşünülmez.. Atatürk'ün insani yanı ve politik ve askeri dehası dışında sosyal yaşamındaki hataları bu nedenle açıldığında bir taraf savubmaya öbür taraf salsırıya geçiyor. Çok duygusal bir konu bu.. Açıkcası muhafazakar kesimin fanatiği ile Atatürkçülük fanatiği tamamen aynı kişisel yapıdaki insanlardan oluştuğu için, bu konu bitmez..
    Yazıdaki referanslar çok etkileyici! İnsanda daha çok okuma açlığı beliriyor. Teşekkürler!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler..hem katkınız hem de beğendiğiniz için.. bir çok yerde bu durumun tezahürlerini görüyoruz ve görmeye de daha uzun süre devam edeceğiz anlaşılan...

      Sil
  2. Tamamen aynı fikirdeyim. Bu didişme aslında hem Atatürk'e hakaret ettirmeye varıncaya kadar laik kesime, hem de insanları dinden çıkartacak kadar gerçek dindarlara zarar verdi. Yazınız son derece naif bir şekilde kaleme alınmış. Bu kadar bölünme ve karşılıklı hırs, bu ülke topraklarında hiç görülmedi. Belki de ülkemizi zayıf düşürmek için özellikle böyle bir ortam yaratılıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler.. naif biçimde yazmam tamamen bir dostla konuşur gibi. açıkçası kendimle konuşur gibi yazmamdan ileri geliyor sanırım.. bu tarz örnekler beni her zaman düşüncelere sevk ediyor.. Sadece C. nin de dediği gibi henüz çocuk toplum aşamasındayız galiba.. belki de o yüzden üslup naif oluyor kim bilir :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke