Ahşap Konak-15





   Bazı insanlar şansızdır doğarken, çeşitli nedenlerle daha ilk yaşlarından annelerini ya da babalarını göremez ve tanıyamazlar.. bazıları da şanslıdır, sevgi ve ilgi ortamına doğarlar, anneleri ve babalarının yanında ikinci anneleri, ikinci babaları ya da kardeşleri diyebilecekleri yakın akraba veya dostları olur yaşamlarının bu ilk adımlarında.. belki de eski pederşahi ailelerde bu ihtimal daha doğrusu şans daha çok gerçekleşir.. şimdilerin çekirdek ailesinde, ya da birbirlerinden uzaklaşmış kardeşlerin veya büyüklerinden uzakta yaşayan ebeveynlerin çocuklarında olduğu gibi şartlarda, bırakın ikinci anneyi artık bu modern zamanlarda birinci anneyi bile doyasıya göremez bu çocuklar, hayatlarının ilk basamaklarını çıkmaya çalışırken..



   İşte bu satırların yazarı da belki o pederşahi aileler zamanında doğduğu için, belki de aslında daha doğrusu şanslı olduğu için, bu ikinci anneler, babalar ortamının tadını alan bahtiyarlardan addetmektedir kendisini.. hâlâ duyarız teyze anne yarısıdır, amca baba yarısıdır gibi sözleri.. bu ikinci anne babalar birincilerin aksine bebeği, sonra da çocuğu neredeyse anne veya baba gibi koruyup kollamakla kalmazlar bir de üstüne ona bir arkadaş, adeta koruyucu meleklik görevini yaparlar.. hatta bu yüzden gerçek anne ve babalarla darılıp ters düşecek kadar şımartır veya nazını çekerler bu küçük meleklerin.. çocuk da hayatı boyunca unutmaz bu anne veya baba yarılarını, zor durumda kalınca hatırlar veya onlara sığınır çoğu zaman..



   İşte bu Ahşap Konakta yaşayan ailenin ilk torunu da belki de ilk olmanın da getirdiği şansla, hemen bir ikinci anneye sahip olmuştu.. ama bu ne hala (çünki teyzesi yoktu, amcası da yoktu üstelik) ne de başka biriydi.. gerçi bekâr halalar da onu sever ve el üstünde tutarlardı ama bu ikinci anne babaanneydi.. bu, artık ellili yaşlarına ulaşmış, ailenin sessiz ama temel direği olan fedakar, yorulmak bilmez enerji sahibi, dindar, kimse hakkında kötü konuşmayan ve güler yüzünü hiç bozmayan kadın, torununu ilk kucağına aldığından itibaren adeta onunla yeniden hayat bulmuş, annelik içgüdüsünü sergilemeye başlamıştı.. zaten pederşahi ailelerde asıl sözü geçen kadın büyük babanın eşi olan kadındır.. dışarıya karşı ve aile içindeki konuşma ve görüşmelerde sözü geçen kişi baba gözükse de aslında her zaman son söz büyükanneye aittir.. fiilen şah odur aslında bu küçük devlette.. baba sorumsuz ve temsili cumhurbaşkanı gibidir.. son sözü söyler ama bu hiç bir zaman büyük hanımın onayı dışında olamaz.. gerçi delişmen ve zevk düşkünü bir hayat yaşamış ve bir dediği iki edilmemiş bir kişi iken sonradan ekonomik statüsü ile birlikte aile içindeki yeri ve heybeti de azalmış olan büyükbaba, daha doğrusu dede, üstelik bu torun doğduktan kısa bir süre sonra geçirdiği beyin kanaması sonucu bir tarafına da inme inmiş ihtiyar adam, artık çoktan evin baş köşesinde oturan ama sesi pek çıkmayan bir uzak ve sakin şahsiyet halini almıştır bile.. artık salonun duvarında kocaman ve oldukça sert bakışlı fotoğrafından herkese mağrur ve hükmedici bakışlar atmasına karşın, şu anda köşesinde sessizce oturan adam, o kişinin artık sadece bir başarısız kopyası veya sessizce duran bir balmumu heykelidir sanki..



   Bu sevecen babaanne, torununu her fırsatta kucağına alıp bahçeye, oradan da sokağa çıkarır, gelen geçen o zamanlarda son derece az olan otomobil veya traktörlere, o zamanların asıl kişisel ulaşım aracı olan tek veya çift atlı faytonlara, bazen de çok azalmakla beraber şehrin ortasından büyük gıcırtılarla geçen kocaman mandaların (yerel ismiyle kömüşlerin) çektiği kağnılara merakla bakarak uzun süre birlikte seyrederlerdi büyük bir heyecanla.. hatta biraz ileride, şimdi ortalarda adı bile kalmamış ve şehirdeki ilk asfalt yol yapma hamlesine kurban gitmiş Küçükpark denilen, gerçekten de sevimli bir minik parka bile giderlerdi büyükannesi  (o zaman babaanne adından çok büyükanne adı geçerliydi, ve hep öyle kalacaktı kulağında ve kalbinde torunun) ve biricik torunu..






   Bu küçük park hafızamda beni tekrar o zamanların sosyal hayatına götürdü.. mahallenin ihtiyarlarının ufak banklarda oturduğu, çoğu zaman mahalleli erkek çocukların oldukça sert oyun ve şakalarla beraber gürültüyle oynadıkları, gelen geçenlerin bir süreliğine nefes almak için oturarak dinlendikleri, etrafı ağaçlarla çevrili ve küçük yollarının kaldırım taşları ile döşeli iki yönlü büyük bir yola açıldığı, ortasında minik bir havuzu bile bulunan bu küçük meydancık, belki de Cumhuriyetten önceki zamanlardan şehre kalmış sevimli bir yeşil alandı.. ama 1950'lerin ortasına doğru Demokrat partinin iktidarı ile birlikte başlayan ve gittikçe hız kazanıp sonunda bugünlere kadar gelen ve adeta bir yıkım çılgınlığına dönüşen; geniş yolar açma, asfaltlaşma ve betonlaşma hamlesinin ilk kurbanlarından olmuştu bu küçük park... ahali bu şehirleşme (!) hamlelerini genellikle beğenmişti.. işin nereye gittiğini bilseydi ister miydi bu delilikleri bilinmez tabii.. Çelik Gülersoy'un Cumhuriyetin ilk zamanlarından başlayan, ama Menderes/Demokrat parti zamanında adeta hız kazanıp sonunda katliama dönüşen İstanbul'daki yıkım ve imar (!) faaliyetleri için yazdığı ve adeta geçmişe bir ağıt niteliğindeki kitapları ( İstanbul maceramız, Esentepeye veda, Tepebaşı; Bir Meydan Savaşı ve diğerleri...) kimseyi uykusundan uyandıramamış, hatta bu mimari aşığının veya benzerlerinin bozguncu, kadir kıymet bilmez, burnu havada entel vs. vs. gibi nitelemelerle sesi bile kesilmek istenmişti.. bu facialar apayrı bir yazı hatta inceleme konusudur ve halen yetkili yetkisiz kişiler tarafından da tekrarlanmaktadır, ama benim dönüp dolaşıp geldiğim konu olan; bu milletin neden okumuş yazmış insanlarının dediğine değil de işine gelene (o da kısa vadede işine gelen çoğunlukla basit, değersiz, küçük hesaplarla ilgili şeylerdir genellikle) ya da o anki haleti ruhiyesine göre keyfine göre ve canının istediğine kulak vermesidir.. tâ Osmanlı döneminden beri bu böyle olmuştur bir çok vakada görüldüğü üzere.. halk oyunlarında da görüldüğü gibi aydın ve nisbeten daha bilgili uzak görüşlü olan Hacivat karakteri yerine, kendi içinden çıkmış biri olarak gördüğü, halen de içinde yaşamakta olan, kendinden saydığı, kaba saba, ama sevimli bir karakter olan Karagöz'lere yakın hissetmiştir kendisini ve her zaman da verdikleri kararlarında onların dedikleri olmuştur hep.. bu her yerde böyle midir bilmem ama bizim memleketimizin kanayan yarası olmaya devam etmektedir bu gerçek halen ve her zaman.. Okumuş yazmış, dünyayı az buçuk görmüş ve az da olsa halkından farklı yaşama biçimi olan, yabancı görülen meseleler üzerinde düşünen ve halkının farkına bile varmadığı bir çok soyut şeyi idrak edip yaşamış, şimdiki deyimle entelektüel dediğimiz insanlarımız, nedense halka bir türlü dertlerini daha doğrusu meramlarını anlatamamışlardır.. bu kişiler Osmanlı devrinde Jön Türk olmuş, padişahın hışmına uğrayıp yurt dışına kaçmış veya sürülmüş, Cumhuriyet devrinde muhalif münevver veya solcu olmuş ve yine rejimin hışmına uğramış, kimisi çeşitli şekillerde susturulmuş veya yok edilmiş, kimisi yurt dışına kaçmış veya kaçırılmış, veya Tan matbaasının ve yayınevinin yakılması olayındaki gibi ölmekten beter edilmiş, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi düşünen ve hissettiklerini anlatmaya çalışan değerleri heba edilmiştir.. Daha bir kaç hafta önce aramızdan ayrılan Adalet Ağaoğlu bile kendisini ve meramını anlatamamış aydınlarımızdan değil midir?.. bu insanlar hiç bir zaman iktidarın veya güçlünün yanına yanaşmamış, onlardan hiç bir şey beklememiş, sadece kendi emekleriyle ve onurlarıyla yaşamak istemişler, ama ne yazık ki bu bile onlara çok görülmüştür.. işte böyle olmuştur bu aziz ve necip milletin değerlerine sahip çıkma hikayesi.. ne geçmişten gelen güzelliklere sahip çıkılabilmiş, ne de zaten az yetişen insanlarının kıymeti bilinmiştir.. kısacası serencamımız, değerlerimizi kaybetmekten, daha doğrusu bozuk para gibi harcamaktan ve ondan sonra da onların arkasından ağıt yakmaktan ibarettir denilse yeridir...





   Biz yine bu sıkıntılı ve üzücü konuları biraz olsun unutabilmek için Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi yeni bir heyecan ve şevkle -on yılda onbeş milyon gencin yaratıldığı o ilk on yıllara- yaşanan o ümitli günlere dönelim.. Ahşap konağın cömert ve hedonist oğlu artık durulmaya başlamıştır ve maddi sıkıntılar başladığı, yalnızlaştığı, alıştığı yaşam biçiminden ayrı kaldığı sırada kendisine yeni bir çıkış yolu bulmuş, kısacası en sevdiği işi (rakı içmeyi) kendisine iş edinmiştir.. bu amaçla bir işletme kurmuş, işin inceliklerini öğrenmiş, iyi ustalar getirmiş, en son teknikleri uygulayan aletler (fermantasyon fıçıları, imbikleme kazan ve aletleri, ölçüm aletleri ve gereçleri, şişeleme aletleri vs.) kullanarak neredeyse günümüz için bile modern sayılan bir fabrika kurmuştur.. o şehirde ve iç Anadoludaki çoğu yerde olduğu gibi, özellikle aleviler kendi rakılarını kendileri geleneksel yollarla yapmaktadırlar zaten ve bunun adı da ''boğma rakı'' dır.. ama bu adamın imal ettiği rakı, adı üstünde öyle sıradan bir şey değildir, o zamanlar yerel olarak ve tamamen atadan kalma usullerle yapılan bu içki çoğu zaman ölümlere bile neden olabilmektedir.. ama bu İstanbul görmüş, kafası çalışan ve tam bir müteşebbis ruhu taşıyan adam, bu işi öyle başarılı bir şekilde yapmıştır ki, ünü Samsun ve Ankarayı bırakın İstanbul'a kadar yayılmış imal ettiği rakı adeta aranılan bir marka olmuştur.. eski Amerikan filmlerinde veya siyah beyaz tarihi fotoğraflarda görüldüğü gibi tulumlu ve pos bıyıklı işçiler bilgi ve becerilerini fabrikada imalata ve zenginliğe dönüştürmeye başlamışlardır.. tabi patronlarını da o çok sevdiği zevk ve safa alemlerine ve ''dostlarına'' tekrar kavuşturmuşlardır...

Yorumlar

  1. Güzel yazıyorsunuz, doğru bakış açısıyla yazıyorsunuz, tebrikler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğeniniz için teşekkür ederim.. neredeyse 120 yıl öncesinin (bunun son 70 ini ben de yaşadım) hayatını ve insanlarının hallerini düşünüp, anlayıp, yazıya dökmek sanki o zamanları tekrardan yaşıyormuş gibi geliyor bana.. nostalji kokusu oldukça keskin yazılarımda ama bir yandan da objektif olmaya çalışıyorum.. bakalım nasıl gidecek...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke