Ahşap Konak-16

 


   Bu kez alıştığımız sırayı bırakalım, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarına dönelim.. Ahşap konağın ilk sahibi hayatını çoktan kaybetmiş, delişmen ve zevk sefa düşkünü evlat artık nisbeten durulmuş, servet suyunu çekip alışılan debdebeli hayattan tam uzak düşmek üzereyken bu defa şeytan devreye girmiş ( çünki eş çok dindar ve hali vakti yerinde olan köklü bir ailenin kızıdır ve içkinin kokusundan bile nefret etmektedir, değil içmek, bir de üstüne imalini yapıp satmak öyle mi, tam bir şeytan işi.. evlerden ırak...) ve tekrar paraya ve dostlarına kavuşan yeni aile reisi alıştığı hayatı yeniden yaşamaya başlamıştır.. üstelik artık mirasyedi bir evlat değil başarılı bir iş adamıdır.. Cumhuriyetin kurucusunun da çok sevdiği ve halktan saklamaya gerek kalmadan severek tükettiği rakı, artık onun hem geçim kaynağı hem de yeniden kavuştuğu uzatmalı sevgilisi durumundadır.. işler o kadar hızlı gelişmiştir ki kaliteli ve markası da hayli tutmuş isim yapmış olan rakılarını kasa kasa kamyonlara yükleyerek kara ve deniz yoluyla tüketicilere ulaştırmaya başlamıştır.. o bölgede yetişen üzümler kullanılmamaktadır rakı imalatı için.. Ege bölgesinden kamyonlarla gelen kuru incirler, önce gerekli parçalama ve sulandırılma işlemine tutulmakta, sonra büyük fıçılarda mayalanma ve alkole dönüştürülme işlemi başlamaktadır.. daha sonra o devir için görülmemiş modern imbikler ve diğer aletler devreye girmekte, ustalar tarafından halis rakı imal edilmektedir.. her aşamada kalite kontrolü ve üretim, o zaman için yine görülmemiş alkolmetrelerle, kimyasal tahlillerle denetlenmektedir.. işin her aşamasında patron ve ustalar son derece ciddi ve titiz bir çalışma içindedirler.. ama mesai bitip akşam olunca gelsin eğlenceler, ziyafetler.. hatta hamamlarda bile hem göbek taşlarında günün yorgunluğu atılırken öte yandan ziyafetler çekilmesi ve tabi ki  kasa kasa rakıların içildiği eğlenceler.. hızını alamayan patron, bir akşam ahşap konakta arkadaşlarına verdiği ziyafette eksik olmayan saz takımının yanında, oyun havalarında bir de köçek oynatmaya kalkmıştır.. aslında Anadolu'da kadın erkek karışık eğlence adeti yoktur, kadınlar ayrı eğlenir erkekler ayrı.. işte böyle erkek toplantılarında pek de seyrek olmayan bir adettir bu köçek oynatma.. saz söz ve ziyafet olunca çengi de olacaktır elbet.. ama evde yapılan alemde bu geceki saz bir başka çalıyordur sanki.. alkışlar el çırpmalar, hatta naralar başka atılıyordur.. evin dindar hanımı konuklar içeri girerken, kapı aralığından da olsa gizlice harem tarafından, gelenlere bakmıştır, ama sanki yukarıdaki alemden bu kez başka sesler gelmektedir.. zil sesleri başka çalmakta, dans ritimleri başka hissedilmektedir, ahşap evin tahtaları neredeyse başka bir heyecanla sallanmaktadır.. anlaşıldığı kadarıyla gelen kahkaha ve hırslı seslere bakılırsa, sanki bir kadın oynatılıyor gibidir yukarıda.. atılan şuh kahkahalar köçek ve erkek çengi sesine benzememektedir.. iyice meraklanan evin hanımı sonunda bilmeceyi çözer.. gelenler arasında ufak boylu oldukça geniş kalçalı ve yüzünü de pek göstermemeye çalışan bir erkek olduğunu hatırlayacaktır.. evet evet, o erkek kılığına girmiş bir yosmadır kesin.. neyse yapacak bir şey yok.. ama bakalım öyle mi; evin hanımı, işret alemi bitip de herkes evi neşe içinde terk ederken, eline geçirdiği uzunca ve kalın bir süpürge sopasıyla o grubun içine hışımla dalacak ve gözüne kestirdiği o erkek kılığında gelen kadının kafasına indiriverecektir tüm hıncıyla.. kocası ne oluyor demeye kalmadan tabii biraz o da alır nasibini.. bu olaydan sonra artık evde saz söz alemleri biter.. tabi dışarıda da bittiğini sanmayın, aynı hızla devam edecektir bu alemler.. zavallı kadının bunlara yapacağı bir şey yoktur.. o, en çok ahşap konağa bir kadın getirilmesine kızmıştır, hepsi bu.. zaten koca da bir süre sonra eşine ve çocuklarına bir İstanbul dönüşü çok değerli hediyelerle gelmiş, gönüllerini almıştır.. aldığı yeni otomobille de yakın yerlerdeki mesire yerlerine, kaplıcalara, hatta  Havza ve Samsuna sık sık geziler yapılmakta, ara sıra ailecek İstanbul'a bile gidilmektedir.. yaşantıları keyifleri yerindedir herkesin, özellikle çocukların.. daha ne olsun.. bu zavallı koca daha ne yapsın...



   Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında ekonomi denecek bir şey adeta yoktu denebilir.. daha doğrusu Osmanlıdan devralınan borçlar dışında ortada birkaç küçük işletme ve atölye hariç çalışır durumda doğru dürüst bir üretim kapasitesi, aile ekonomisi dışında devletin vergi alabileceği doğru dürüst işletme yoktu neredeyse.. hele Anadolu'da ahali topraktan ve üzerindeki hayvanlardan ne elde edebiliyorsa onunla geçiniyor, zaten kendisine yetmeyen üretimden biraz fazla çıkarabilen de mahalli pazarlarda malını satıp kendisine lazım olan ne varsa onu alıp köyüne, evine dönüyordu.. en çok alınıp satılan mallar gaz yağı, bez, tuz, ve küçük ev gereçleriydi.. şehirdeki küçük esnaf demircilik, nalbantlık, yorgancılık, dülgerlik, ayakkabıcılık, terzilik gibi işlerle insanların ihtiyaçlarını karşılıyor, zaten ortada para pek bulunmadığından, alışveriş yumurta, tereyağı, sebze ,tavuk gibi taşınabilir şeylerin takas edilmesiyle de yapılabiliyordu.. hele (o zamanlar panganot denen) kağıt para diye bir şeyi çoğu insan görmemişti bile.. ayrıca köyden mallarını getirip pazarda satanların köye dönerken eve götürmeyi en sevdikleri şeylerden biri şehirdeki fırınlarda yapılan beyaz ekmek (fırancala ekmeği) ve simitti.. hatta köyde şehirden hediye gibi getirilen bu beyaz ekmeğin, yufka ekmek arasına konup dürüm yapılarak yendiği bile söylenirdi.. şimdi köy ekmeği, ekşi maya kara fırın ekmeği diye herkesin tercih ettiği bu ekmekler o zamanlar mecbur kalındığı için yenen halkın ana gıdalarındandı, gerçek şu ki, ekmek aslında halkımızın her zaman ana besin maddesiydi.. ekmek kavgası, eline ekmeğini almak, ekmek aslanın ağzında ve daha bir çok ekmekli özdeyiş bugün bile geçerlidir.. hatta o zamanlar ekmek o kadar kutsaldı ki, yerde bir parça ekmek görülse hemen alınır ve üç kere öpüp alnına götürülüp kutsandıktan sonra ayak altı olmayan yüksekçe bir yere konulurdu.. savaştan yeni çıkılmıştı ve süpürge tohumundan, arpadan yulaftan yapılmış ekmek bile bulmak büyük şanstı.. hatta kadınların o yokluk içindeki harp zamanında, araziyi dolaşarak askerlerin atlarının dışkısını bularak onu karıştırıp içinden çıkan buğday tanelerini toplayıp yıkadıktan sonra ekmek yaptıkları bile söylenirdi.. şimdiki zamanlarda Asyada yaşayan bir cins kedinin dışkısının içinden çıkartılıp en nefis kahve çekirdeği olarak yüksek paralarla satılarak gösterişle ve keyifle içilen kahveleri düşününce bu anlatılanların bir şaka olmadığına inanıyorum.. her neyse, kısacası Anadolu'da ekonominin durumu böyleydi aşağı yukarı.. zaten doğru dürüst yol ve taşıt da olmadığı için uzak şehirlerden farklı ürün ve sebze meyvaların getirilmesi, pazarlanması, yerel ürünlerin, bırakın dış memleketlere, yakın şehirlere bile pazarlanması diye bir şey yoktu neredeyse.. o yüzden bizim girişimci rakı fabrikatörümüzün şehre dışarıdan nasıl kuru incirleri getirdiği, bu şartlarda nasıl imalat yaptığı ve bunları da büyük bir beceriyle nasıl pazarlayabildiği inanılacak gibi değildir doğrusu.. bugün olsa bu tür girişimcilere büyük kuruluşlar tarafından inovasyon, start up vs. gibi kelimelerle cafcaflandırılarak ödüller verilir, el üstünde tutulurlar böyleleri.. ama o devirde neler oldu girişimcimizin başına neler geldi, ilerleyen bölümlerde göreceğiz..



   Böyle cömert, daha doğrusu müsrif ve hedonist bir babanın oğlu olmak nasıl bir şeydir biraz da ona gelelim.. zengin bir aile içinde doğup, hayatının en coşkun, sorumsuz ve eğlenceli zamanlarını keyifli bir ortamda geçirmek kuşkusuz bir ayrıcalıktır.. gerçi anlattığımız kişi, yani bu satırların yazarının babası, ailenin üçüncü sıradaki çocuğuydu.. en büyükleri İstanbul'dan babası ile gelmiş bir üvey ağabey, onun küçüğü olan çok zeki ve hırslı bir abla, ondan bir kaç yaş küçüğü de evin hem ilk hem de üveyi sayarsak ikinci erkek çocuğu olan kendisiydi.. burada yine ince bir noktaya geliyoruz.. üvey evlatlık nedir, nasıl bir şeydir.. Kemalettin Tuğcu akla geliyor hemen değil mi.. İstanbul doğumlu ve engelli olduğu için halkın içinden gelmediğini düşündüğümüz ve kendi kendisini yetiştirmiş diyebileceğimiz bu yazarımız 200 civarında eseriyle halkımızın psikolojisi üzerinde büyük izler bırakmıştır.. konuları çoğu zaman üvey çocuklar, acı çeken insanlar, evlatlık verilenler gibi anne baba sevgisini çok görmeden büyüyen insanlardır ve onları anlatmıştır eserlerinde genellikle.. halkımız arasında çok okunan bir yazardır , insanımızın gönül tellerine dokunabilmiştir, ama nedense edebiyat aleminde görmezden gelinmiş adeta ona da üvey evlat muamelesi yapılmıştır.. 


   İşte bu ailede de o zamanlar sanki bir Kemalettin Tuğcu romanı kokulu bir hava geçmiştir anladığım kadarıyla.. İstanbullu ağabey dik başlı, kendinden emin, annesizliğin verdiği acı, öfke ve sıkıntıyı belki de sertlik ve katılık içinde gizlemeye çalışan bir kişiliğe sahipmiş.. hiç bir zaman kendisini aileden sayamamış.. hep bir ayrıksı, aklı başka yerlerde ve agresif yapısı olduğu anlatılırdı zaman zaman.. hatta önce mahallede arkadaşları arasında sivrilip sonra da şehirde sözü geçen bir kabadayı oluverdiği ve hemen herkesin korkuyla karışık saygı duyduğu, insanlarla kolay ilişki kuramayan ama kendisine bağlı küçük bir çeteyi çok güzel idare eden bir delikanlı oluverdiği anlatılır.. ama özellikle erkek kardeşini hanım evladı, muhallebi çocuğu gibi nitelendirmesine ve aşağı görmesine rağmen, kardeşlerini her zaman gözü gibi koruyup kolladığı, kimsenin zarar vermesine izin vermediği adeta onların bir koruyucuları bugünkü deyimle adeta bir body guard, fedai gibi onları kanatları altına aldığı da söylenir.. bu yüzden de olsa gerek uyumsuz yapısı, dik başlılığı, sert karakteri, zamanla evden çok dışarıda arkadaşlarıyla daha doğrusu avenesiyle zaman geçirmesine neden olmuştur.. hatta yirmili yaşlarına gelmeden, daha önce birkaç kere gidip geldiği İstanbul'a, annesinin yanına gideceğini söyleyerek artık kendisine dar geldiğini düşündüğü bu küçük Anadolu şehrini terk etmiş, önceleri ara sıra mektup yazarak durumundan haberler vermiş, zamanla mektuplar seyrelmiş ve sonunda da ne mektup ne de haber gelmez olmuş bu evlattan.. durumunu merak eden babanın sık sık gittiği İstanbul'da bile izini bulamaması sonucunda, onun maceracı kişiliğinin de yönetmesiyle; ya başına kötü bir şey geldiği, ya da çok çok uzaklara gittiği kanaatine varılmıştır aile içinde.. neler olduğu bugün bile hâlâ sır olmakla birlikte, Avrupa'da çok dolaşmış olan edebiyat ve sanat düşkünü yeğen ilginç haberler vermiştir onun hakkında yıllar yıllar sonra...




Yorumlar

  1. hahaha yapmış mı ya gerçekten? bayılıyorum bu büyük dedenin maceralarına ama babanne de babanneymiş, zekiymiş eli de çabukmuş, bir yandan da onunla gurur duydum.
    yani üzüm bağlarının arasında incir rakısı yapıyor dedemiz? bu bence inovatif zekayı işaret etmiyorsa nedir?!?
    üvey ağabeyle de rahmetli çağatay abimizi özdeşleştiriyorum nedense.... bazen ailede sadece saç göz değil de karakterler de sanki "kopyalanıyor" değil mi..?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Her nesilde bir tane böyle atak ve gözükara çıkıyor sanırım ;)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke