Ahşap Konak-18

 



   Ahşap konak sakinleri için artık gerçekten sakin, ama biraz da hüzünlü ve üzüntülü günler başlamıştı.. ''Cömert Baba'' malından olmuş, memlekette de Atatürk'ün vefatı sonrası artık tek parti devletinin milli şef dönemi başlamıştı.. Atatürk'ün beklenmedik ve erken vefatı tüm ülkeyi yasa ve ümitsizliğe düşürmüştü.. Genç Türkiye'nin coşkulu ve umutlu günleri artık gerilerde kalmıştı.. Atamız; ''Türk! Öğün, Çalış, Güven'' derken tüm millet en çok ona güvenmişti.. ama o büyük adam çok erken bırakmıştı halkını ve ülkesini.. üstelik dünya ekonomik buhranı ülkemizi de etkisine almıştı iyice.. Birinci Cihan Harbinin yenilmiş tarafları doğrulup ayağa kalkmaya uğraşıyorlar, galip ülkeler sömürgecilik ve eski düzenlerini sürdürmeye çalışıyorlar, bütün kaybeden taraflar daha savaşın yorgunlukları ve tazminatları konusu bitmeden yoksulluk ve haksızlıklarla baş etmeye çalışıyorlar, bu arada da savaşın en büyük galiplerinden olan Sovyetler Birliği, daha doğrusu başındaki diktatör Stalin; tüm dünyaya, özellikle de medeni ve hür dediğimiz dünyaya korku salmaya başlıyordu.. ufukta yeni bir savaş, daha doğrusu bir hesaplaşma, hesabı ödememe veya ödetme savaşının işaretleri görünüyordu.. milli şef İnönü bu ortamda ne yapacaktı.. o her zaman iyi bir ikinci adam, daha doğrusu hesap adamı olmuştu, ama artık lider olabilecek miydi.. ufuklarda karanlıklar ve fırtına işaretleri belirirken genç, gururlu ama fakir cumhuriyet ne yapacaktı.. kurtlar sofrasında bu ülke neyle karşılaşacaktı..


   Daha önce de söylediğimiz gibi bu yeni durumda ekonomik zorluklarla baş edebilmek, yolsuzluk ve verimsizliklerle mücadele edebilmek ve ayağımızı yorganımıza göre uzatıp kendi yağımızla kavrulmaktan başka bir seçenek görülmüyor gibiydi.. Atatürk'ümüz başımızda olsaydı ne yapardı acaba.. milli şef ne yapacaktı.. o zamanın moda olan ekonomik akımına uyuldu sonunda, daha doğrusu başka seçenek de yok gibiydi.. dışarıdan sermaye ve teknik gelsin, biz de çalışıp kazanalım diye düşünülmedi.. her şeyi kendimiz yapacaktık.. hatta yapmaya ve sonuç almaya da başlıyorduk sanki.. sanayi tesisleri, atölyeler, eğitimde hamleler, yavaş da olsa ekonomik faaliyet artıyordu.. ama bir yandan borçlar, öte yandan silahlanma yarışı, Lozan'da kapatılmamış hesaplar, tüm dünyanın kendi derdine düşmesi, emperyalist ülkelerin dişlerini göstermesi, üstüne üstlük bunlar yetmemiş gibi kişisel çekişmeler ve küçük hesaplar (bu konu hiç bitmeyecektir memlekette) ülkede moralleri bozmaya devam ediyordu.. Hükümet tarafından alınan devletçi ve korumacı kararlar bizim ''girişimci iş adamı'' aile reisini de hemen etkiledi.. o da tabi ki bütün bunlardan İnönü'yü ve CHP'yi sorumlu tuttu ve sıkı bir muhalif oldu, tabi o zamanki şartlar ne kadar elveriyorsa o kadar.. bu arada İkinci Cihan Harbi de patladı.. ülke iyice kabuğuna çekildi.. İnönü ülkesini korumak için tarafsızlık politikası gütmeye, daha doğrusu iki tarafa da hoş görünmeye çalışıyordu.. bazen Almanları hoş tutmak için, faşizme karşı çıkıp müttefikleri tutan solcu ve aydın basın ve muhalefet gözaltına alınıp matbaaları yakılıp yıkılıyor, bazen de Müttefiklere hoş görünmek için ırkçı ve Turancılar hapise atılıyordu.. bir ondan bir ötekinden misali.. ama savaşın sonu geldiğinde netice belli olunca biz de Birleşmiş milletlerin müttefikleri tutan bölümüne girdik ve sembolik de olsa Almanya'ya savaş ilan ettik.. Stalin buna rağmen ülkeden toprak ve boğazlarda bazı haklar isteyince de ''mecburen'' Amerika Birleşik Devletlerinin başını çektiği ''Hür'' ve demokrat ülkelerinin ittifakına katıldık.. 


    Bunlar hepimizin aşağı yukarı bildiği tarihi bilgiler, bunları enine boyuna irdelemek için ne bilgi seviyem ne de mecalim var.. ama o dönemlerde yaşayanların anılarını ve yorumlarını okuyarak ve gelişmelerin Ahşap Konakta yaşayan aile üzerinde nasıl yankıları olduğunu düşünüp hayal ederek bir şeyler anlatmaya çalışıyorum.. her devri o zamanın şartlarına göre yorumlamak gerekir tabi, ama biraz uzaktan ve dışarıdan da olsa daha geniş açıdan olayları anlamaya çalışmak istiyorum.. benimki biraz kolay ve neticede bir yorum yapma olayı olduğu için bir zararı da yok.. ama o zamanlarda yaşayanlar ne gibi zorluklar çektiler, mesela ekmeği nüfus kağıdına vurulan bir damga ile karneyle ve günde belli miktarda almak nasıl bir duyguydu, zengin bir yaşamdan birdenbire yoksulluk içine düşmek nasıl bir şeydi, senin olup bitenlerde bir sorumluluğun veya hatan olmadığı halde başına gelen sıkıntılar ve imkansızlıklarla baş başa kalman nasıl bir şeydir... bütün bunları ne kadar hayal etsek de, ne kadar o zamanki şartları hissetmeye çalışsak da tamamen bilemeyiz.. olan olmuş geçen geçmiştir.. hafıza i beşer nisyan ile malüldür derler.. insanın hafızasının unutmak gibi kötü bir özelliği olduğunu söylerler.. acaba doğru mu.. unutamasaydık o acıları, hayal kırıklıklarını, maddi manevi çöküntüleri, daha mı iyi olurdu dersiniz.. bence iyi ki unutuyoruz bir çok şeyi.. unutmak, daha doğrusu zaman en iyi ilaçtır derler.. unutamasaydık bu ilaç tesirli olur muydu dersiniz...


   İşte bu sıralarda Ahşap Konağın biricik oğlu, yani bu satırların yazarının babası olan kişi, hem çocukluğunda bir prens hem de gençliğinin başında düşkün bir işadamının yükü omuzlarına binmiş şair ruhlu, her zaman iyimser (belki de acılarını içine gömmeyi öğrenmiş) kişisi, ne yapacaktı.. Baba; İnönü'ye muhalefet etmek ve kendince intikamını almak için, Osman Bölükbaşı'nın kurduğu muhalif hareketi elinde kalan tüm imkanlarla desteklemiş, ama kontrollü idare ve matbuat onlara göz açtırmamış, her türlü zorluk, göz korkutma hatta tehditlere rağmen elinden geldiğince bu harekete yardımcı olmuş, mücadele vermişti.. Bölükbaşı'nın hayatı ve yaptıkları, siyasi mücadelesi; o dönemin siyasi ve toplumsal hayatı, basını, ve Adalet mekanizması hakkında çok iyi bilgiler verir.. ama neticede ortada bir milli şef gerçeği ve siyasi ortam vardır.. her şey o kadar kolay ve açık değildir.. bütün yapılıp edilenler, muhalefet daha doğrusu hak mücadelesi, demokrasi mücadelesi, en sonunda ülkenin siyasi tarihinin tozlu sayfaları arasında yerini alacaktır..


   Şair ruhlu evlat ise bu siyasi mücadelelere hiç girmemiş, sanki ülkenin siyasi yaşamında nelerin olup nelerin olamayacağını çok önceden bilmiş gibi bütün bunlara hayatı boyunca kayıtsız kalmış daha doğrusu öyle görünmeyi tercih etmiştir.. O, sanki bu küçük ve verimsiz siyasi tartışma ve çabaların bir yere varamayacağını, daha doğrusu kalıcı hiç bir etkisi ve önemi olamayacağını görmüş gibidir.. onu ilgilendiren tek şey, sadece neredeyse tek önem verdiği şey edebiyat, şiir ve kitaplardır.. o sanki gerçek dünyaya sırtını dönmüş, kendisini kitaplarda anlatılan olay ve hayatların içine atmış, sanki onlara sığınmıştır.. bu belki de bir kaçıştır.. ama olsun, kısır çekişmeler ve boş amaçlar olarak gördüğü, şahsi ikbal arayışı olarak değerlendirdiği, hatta tehlikeli bulduğu bu kısır siyaset onu hiç bir şekilde ilgilendirmemiştir.. o, asıl kalıcı olan sanat ve özellikle edebiyat aleminin içinden neredeyse hiç çıkmak istememiştir.. gerçi mecbur olduğu için küçük bir memuriyet işinde çalışmış, babasının borçlarını ödemiş, kız kardeşleri ve artık solmuş yıpranmış halde olan Ahşap Konağı elinden geldiğince ayakta tutmaya çalışmış, üstüne bir de evlenip yuva kurmuş ve üç tane de evlat yetiştirmiştir.. daha ne yapsın...


   Ahşap Konağın cömert, daha doğrusu müsrif ve zevk düşkünü reisi de artık hastalıklarla uğraşmaktadır.. yüksek tansiyon sonucu geçirdiği beyin kanamasının sonunda bir tarafı felçli, bakıma muhtaç bir ihtiyardır artık o.. o efsanevi renkli, keyifli ama inişli çıkışlı hayatın sonunda bir yatağa mahkum olmak kim bilir ne kadar acı olmuştur, bu son derece keyif düşkünü ve iyi yaşamayı seven adam için, tahmin etmek hiç de zor gelmiyor değil mi...





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke