Ahşap Konak-20

 



   Ahşap konağı şenlendiren, şereflendiren, bu büyük kafesin ana direği olan kadın, yani büyükannem.. benim hayatımın ilk yıllarının büyük ortağı, en sevdiğim kadın, beni de en seven kadın.. sabah dualarla beni uyandıran, tüm gün kucağında sırtında gezdiren, avutan, masallar anlatan, hem dostum hem arkadaşım olan kadın.. ben doğduğumda ellili yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum.. tam bir nine torun hayatı yaşadım onunla.. onun da ilk torunu olmam nedeniyle belki ayrıcalıklı bir yerim vardı nezdinde, ama benden sonra doğan diğer beş torununa da hemen hemen aynı sevgi ve şefkati gösterdiğine şahidim.. hepimizde büyük emeği vardır, tıpkı çocuklarında, eşinde ve konağın her tarafında olduğu gibi izi her yerdedir ve kalıcıdır.. Konağın varisi ve aile reisi olan kocasından çok, asıl o konağın ruhunu temsil etmektedir bence.. sabah gün doğmadan yataktan çıkıp namazını kıldıktan sonra günlük işlere başlar, herkes uykudayken işlerin çoğu hallolma yoluna girmiştir bile.. gerçi o devirdeki tüm kadınlar aşağı yukarı bu pozisyondadır.. binlerce yıldır Anadolu kadını hep bu rolü oynamıştır.. isimsiz kahramanlardır hepsi de. ailenin temel direği, hayat damarı onlardır.. bütün bunları da sevgiyle, büyük bir çaba ve emekle yaparlar, kocaları bazen -hatta çoğu zaman- anlayışsız, bugünkü şartlarda maço, hatta zorba olarak nitelenebilecek insanlar olmasına rağmen (onlara da çok haksızlık yapmayalım, toplum onları o şekilde yetiştirmiştir çünki) kaderlerine sessizce razı, ailenin mutluluğuyla hatta asgari şartlarda da olsa düzgün olmasıyla mutlu olan, dünyadan ve kocasından pek de bir şey beklemeyen, her şeyi Allah rızası için yapan, böyle görmüş ve bu devranın böyle gideceğine inanmış tüm analarımızdan birisidir benim sevgili büyükannem de.. ama benim için o çok değerli, hayatım boyunca unutamayacağım sevgi ve dostluğu göstermiş, insanlara hatta her şeye karşı kendi duyduğu sevgi ve iyilik hislerini bana öğreten ve aktaran bir melek kişidir.. onu anlatmak bu kısa yazıya sığacak şey değildir, herkesin de böyle en sevdiği bir ninesi dedesi vardır mutlaka, olanlara ne mutlu, olmayanlara ne acı...

                      ''Rabbiyesir, velatü asir, rabbi temmim bil hayır.

                       Yarabbim sen yarattın, sen kayır...''

   Şimdi hâlâ kulaklarımdadır bana ilk öğrettiği dualardan biri olan bu şiir gibi dua.. neredeyse okuma yazmayı hiç bilmeyen, ama ta çocukluğunda öğrendiği elifba bilgisiyle okuduğu Kur'an ve ana babasından veya  -belki benim gibi o da- ninesinden öğrendiği kadar dini bilgiyle bir insan nasıl bir kuvvetli inanç (eski deyimle iman ve itikat) sahibi olabilir, işte onun kanlı canlı bir örneğiydi büyükannem.. ne anlamsız hurafelere batıp, adeta dünyasından ve hayattan vaz geçip, ölüme odaklı sıkıcı bir hayat yaşayan softalardan olmuş, ne de tamamen her inanca ve dünya tasavvuruna sırtını çevirip anlamsız bir ömür yaşamış insanlardandı o.. tam tersine, Anadolu irfanı dediğimiz ve asırlar içinde gelişen bir din ve hayat yorumunu kendi hayatında yaşayan yarı ermiş kişilerden biriydi o.. onu anlatmak bu kısa yazıya sığmaz, becerebilir miyim bilmem ama belki apayrı bir yazı konusu olabilir..


   Evin iki kızı ve bir de oğlu vardır.. kızlardan büyük olanı zeki, hazırcevap, esprili ama biraz da kendisini öne çıkarmaktan hoşlanan, kızıla yakın sarı saçlı, mavi gözlü güzel kızıdır evin ve bu kafesin de adeta bülbülüdür.. güzel sesi ile içinden geldiği anda yüksek sesle şarkılar söyler, ince zevki ile çeyizler hazırlar.. ama bu çeyizleri kendisi kendi yuvasında kullanamamıştır ne yazık ki.. birçok kısmet karşısına çıkarılmış, ama çeşitli nedenlerle: önce çok şaşaalı bir hayat yaşayan bir evin güzel kızı olması nedeniyle, sonra da maddi sıkıntılara düşen bir evin görmüş geçirmiş kızı olmasından olsa gerek, evlenmemiş ve evin annesinden sonra ikinci temel direği olarak kalmıştır.. kendisinden küçük erkek kardeşine ve en küçük kız kardeşine de oldukça baskın karakteri nedeniyle adeta bir abladan çok ikinci bir anne gibi görülmesine yol açmıştır.. zaman içinde önce erkek kardeşi evlenmiş, eve gelen yeni gelinle iktidar mücadelesine girmiş ama sonuç beraberlikle bitmiştir.. bunda çok sevdiği erkek kardeşini üzmek, kırmak istememesi yanında aradan geçen zaman içinde dünyaya gelen yeni yavruların da etkisi olsa gerektir.. iktidar mücadelesi gizliden gizliye devam etse de zaman her şeyde olduğu gibi burada da etkisini göstermiş, ateş tam sönmese de küllenip etkisini kaybetmiştir.. çok güzel oynadığı hala rolü de bu sonuçta etkili olmuştur denilebilir.. yeğenlerinin en sevdikleri ve eğlenceli buldukları bu hala, annesiyle ahşap konağın son demlerini de beraber yaşamıştır.. üçüncü evlat olan küçük hala ise adeta meleklik derecesinde saf, sanki hiç büyümeyen bir çocuk gibi daha düşük bir profil çizmiştir evde.. bazen kemanıyla uzun konserler vermiştir yeğenlerine, bazen de geniş evin bir yerlerinde kaybolarak kitaplarla, elbise veya başka dikiş işleriyle oyalanmıştır bu sessiz hala .. sonunda da Kore gazisi bir astsubay karşısına kısmeti olarak çıkınca kısa zaman içinde evlenerek evden ayrılmış, sadece yaz aylarındaki kısa sürelerde eve ziyarete gelerek, artık ev hayatının dışında kalan küçük hala olarak o kısa tatillerde eskiden olduğu gibi yeğenlerini güldürmeye onlarla oyunlar oynayan bir arkadaş rolünü devam ettirmeye çalışmıştır.. onun da geçen zaman içinde üç çocuğu olmuş, görev icabı memleketin çeşitli yerlerinde dolaşıldıktan sonra emeklilik hayatı başlayınca memlekete dönülmüş, ailecek Ahşap konağa yerleşilmiş, sonra da konağın yıkılması sonucu yapsatçılardan paylarına düşen bir dairede eski konağın ve şaşaalı yaşamın hayalleri içinde yaşlılık günlerini tamamlamıştır bu hala da..


   Ailenin tek erkek çocuğu olan ve bu satırları yazmaya çalışan kişinin babası ise hayatı apayrı bir yazı dizisi olabilecek bir insandır.. hayatının ilk dönemlerinde çok güzel şartlarda büyütülen ve güzel zamanlar geçiren bu evlat daha önceki bölümlerde de kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi ilerleyen zamanlarda hayattan aldıklarını misliyle geri ödemiş bir gizli kahramandır.. Ahşap konağın miras paylaşımı sonucu başka kişi tarafından satın alınan bölümü geçen zaman sonucunda o ailenin varisleri tarafından müteahhitlere kat karşılığı verilince ahşap konağın ölüm fermanı da imzalanmış olmuştur.. zavallı konağın inşaata hızla ve hırsla başlayan acımasız müteahhit tarafından yarısı adeta budanıp ortaya çıkan arsaya kısa zamanda yeni bir beton bina kondurulması sonucunda aslında bu konağın yıkılmasına hayatta razı olmayacak olan erkek evlat, konağın kuzey tarafındaki haremlik bölümünün yerinde altı katlı bir apartmanın zehirli bir mantar gibi ortaya çıktığını görünce, kendi evlerinin de artık bu kadarına dayanamayacağını, böyle kalırsa sonunda  -yani kısa zaman sonra- kendi kendisine çöküp yıkılacağını görüp bu acı gerçeği kabul ederek, mecburen ve içi yana yana yapsatçılarla anlaşmak zorunda kalmıştır..


   Böylelikle Ahşap konağın sonunun nasıl geldiğini anlıyoruz.. bu arada konağın ruhu olan anne ondan kısa zaman sonra da o güzelim hala bu gittikçe sönüp kararan dünyadan ayrılmış, evin neşesi torunlar okumak ve kendi yollarını çizmek amacıyla annelerini de yanlarına alarak büyük şehire yani Başkente gitmişler, neticede uzun süre gerçeklere direnen baba da ister istemez müteahhitlerle masaya oturmuştur.. paragöz yapsatçılar kendileri için en iyi şartları bu temiz kalpli ve iyi niyetli adamı pek de zorlanmadan ikna ederek çoktan sağlamışlardır.. kısa zamanda konak yıkılmış, anılarıyla, kedileriyle hatta içinde yaşadığına inanılan ruhlar ve hayaletleriyle bütün o koca hatıralar manzumesi modern zamanların kepçelerine kazmalarına fazla dayanamamış, kısa bir zaman içinde hep beraber yokluklar ülkesine sessizce gidivermişlerdir.. şimdi bütün bu hatıraların geçtiği toprak parçası artık sıradan bir boş arsadır.. iş bilen müteahhitlerin becerisiyle kısa zaman içinde yanındaki apartmanla aynı boyutlarda bir apartman daha ortaya çıkmış, bu hikayenin geçtiği mekanda artık ne o bahçeler ve taştan oyma çeşme yalakları, ne ahırlar ve içindeki at ve inek ve buzağısı. ne tavuklar, kediler, kuşlar, çocukların elleriyle diktiği elma ve ayva ağaçları, asmalar, vişne ve fındık ağaçları ve diğerleri, taşlı bahçeler, pekmez kaynatılan oluklar, tandırlar, ocaklar ve haymalıklar, ne dut ağaçları ne de toprak ve yeşillik denebilecek en ufak bir iz, bir şey kalmıştır.. her yer gökten gelen belalı bir beton yağmuru altında Pompeinin yanardağ külleri altında kalması gibi geçmiş bir tarihte kalmıştır adeta.. çocukken oynadığımız bahçe, o kocaman ağaçlar, otomobil kalıntıları içinde gangsterlik maceraları yaşadığımız hayal dünyamız, atımızın hatta ineğimizin yaşadığı ahırlar, tavuklarımızın hatta ördek ve kazların keyifle dolaştığı o yemyeşil bahçeler... hiç biri ama hiç biri bir daha gelmemek üzere gitmiştir artık.. şimdi artık sadece koca bir apartman, belki de yüz kişiden fazla insanın yaşadığı yirmiden fazla daire ve zemin kattaki dükkanların olduğu sıradan ve anlamsız bir beton yığını vardır.. ne oynadığımız bahçe küçük kiralık evler, fırın, esrarengiz bir hayatı olan alevi dedenin ömrünü geçirdiği ayakkabı tamircisi dükkanı, simit fırını, hatta hatta mahalle arkadaşlarıyla sabahtan akşama kadar oynamaktan bıkmadığımız sokak vardır artık, ne de çocukluğumu geçirdiğim mahalle arkadaşları.. hepsi de gökten uğursuz bir bomba düşmüş de onun sonucu çil yavrusu gibi bir yerlere dağılmışlar  gibidir.. sanki kopmuş bir tespihin taneleri gibi herkes kendisini bir yerde bulmuş, adeta atom bombası düşmüş bir şehir harabesi gibi kalmıştır hafızamızda yaşayan o yerler artık.. ne kadar hayıflansak, ağıtlar yaksak, bir yerlerde bir şeyleri bulup çıkarıp toplamaya kalksak da nafile.. artık bu koca boşluğu doldurmanın bir yolu imkanı kalmamıştır.. artık anılardadır bütün bunlar ve sadece artık Ahşap Konağın hayatının yazıya döküldüğü veya anlatıldığı yerlerde ve hafızlardadır.. herkes kendi Ahşap Konağının ağıtını yaksın.. 


   Yıllar sonra o şehre, mahalleme, hatta sokağıma gittiğimde büyük bir hayretle hiç bir şeyin ortada kalmadığını gördüm.. ne doğduğum ve çocukluğumu ilk gençliğimi yaşadığım ev, ne sokağımdaki mis gibi ekmek ve simit kokularının yayıldığı fırın, ne köşe başındaki Bakkal Turan'ın düzgün, tertipli aydınlık ve temiz bakkal dükkanı, ne de onun hemen karşı köşesindeki eski usul, içinde her şeyin karman çorman karışık bulunduğu, karanlık ama kendisine göre de sıcak bir havası olan bakkal.. evimizin karşı sırasındaki zemini terzi, avukat yazıhanesi ve bir kaç içi boş dükkandan ibaret olan iki katlı bina.. hiç biri, evet hiç biri ortada yoktu.. hatta okuduğum ilk okul bile yıkılmış, yerine daha sevimsiz, soğuk görünümlü standart okul mimarisinde yapılmış, eski okuluma göre daha küçük bahçesi olan bir temel eğitim okulu kondurulmuştu.. kısacası sadece adı kalmıştı eski okulumun.. sokakta yürüyeyim dedim, eskiye ait hiç bir ipucu yoktu.. acaba başka bir yere mi geldim diye düşündüm doğrusu.. ama sokak adı aynıydı, ilk okulumun adı da değişmemişti bereket, sadece ilk okul değil temel eğitim okulu kelimesi eklenmişti adına, artık bu kadarına razıydım...


    Dedesi ninesi, hatta ondan bile eskileri, babası ve kendisi hep aynı evde doğup büyümüş, aynı tahta masaları hatta oyuncakları kullanmış, aynı okullara gidip nerdeyse aynı sıralarda oturmuş, aynı okul ve çocuk bahçelerinde oynamış, yıllar sonra hatta yaşlılığında bile memleketine geldiğinde her şeyi yerli yerinde bulan Avrupalı insanlara gıpta ettim doğrusu.. acaba biz mi geleneklerimize bağlı, eskiye saygılı, muhafazakar toplumuz yoksa modern, eskiye saygısız diye tanıtılan Avrupalı veya başka ülkelerdeki insanlar mı.. yorumu ve kanaati sizlere bırakıyorum...


   Bu yazı dizisini de burada bitiriyorum artık.. burada yazmayı unuttuğum veya fırsatını bulamadığım kısımları da kısmetse başka yer ve zamanlarda kayda geçirmek isterim.. bu yazıyı yazmaktan maksadımın bir yönü de eskiyi unutmamak, hatırlamak ve hatırlatmak yanında, eskiye saygı ve geleneklere bağlılık hakkında bundan sonraki düşünce ve anlayışlara kendimce bir katkı sunmak.. ne yazık ki kaybettiğimiz bir çok şeyi bir daha geri toplamak bir araya getirmek mümkün olmuyor.. önemli olan onların yaşarken değerini bilmek ve yaşatmaya çalışmak.. ben burada aslında bir başarısızlığı ve hayal kırıklığını anlatmış oluyorum.. eski anılarını ve değerlerini koruyup yaşatanlara ne mutlu.. onların başarılarının artması ve bu anlayışın güçlenmesi dileklerimle...
















Yorumlar

  1. Elinize sağlık, duygulanarak okudum. Bana Orhan Pamuk'un üç kuşağı anlattığı Cevdet Bey ve Oğulları kitabını hatırlattı. Eskiyi tüketmek konusunda fazlasıyla hoyratız ve Avrupa'ya gıpta ediyoruz. Yazınızın başındaki duayı hepimiz bilirdik. O zaman inancımız bizi diri tutardı. Şimdi yaşadıklarımız en temiz duygularımızı bile kirletti. Çocuklarımıza kötü bir miras bırakıyoruz maalesef:(

    YanıtlaSil
  2. Maalesef öyle oldu.. insan olarak yaşadıklarımız ve birbirimize yaşattıklarımız yani kısacası kendimize, başka insanlara, hayvanlara, bitkilere.. neticede tüm dünyaya ve tabiata saygısızlığımız ve pervasızlığımız yüzünden başımıza geldi bütün bunlar.. ettik ve bulduk, bulmaya da devam ediyoruz ne yazık ki.. ben de 'etmeyelim' , 'yapmayalım' demek için yazdım biraz da bunları ama neye yarar.. ''bade harab-ül Basra'' ...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke