Kandilkaya-3

 


   Benim Büyülü Dağ'ım da bu Kandilkaya'ymış demek ki dedi.. şimdi bağrından çıkan buz gibi suyun ve onun doldurduğu küçük havuzun yanında serilip kaldığım o büyülü dağ ne alemde acaba diye düşündü sonra.. arkasından da ister istemez tekrar perdeye kaydı gözleri...


   Evet perdede şimdi Kandilkaya görünüyordu.. tepesinde kocamış meşe ağacı ve o ağacın altında yatan uzun mezar içindeki Kandil Dede de yerli yerindeydi.. kendisini aradı gözleri o koca beyaz kayalıklar arasında.. onu da şimdi gökten gelen bir darbe etkisiz hale getirmişti galiba.. ama ortada toz bulutu veya patlama izi filan yoktu.. beyaz perdede beyaz kayalıkların arasında kendisini arayan bir seyirci.. çok komik geldi bu fikir.. yine yüzünde gülümseme izi devam ediyor muydu acaba kendisinin.. ne önemi vardı ki.. komik her şeye gülünür diye bir kaide yoktu.. üstelik her gülümseme görüntüsü ortada komik bir şeyler olduğunu da göstermezdi kesinlikle.. acı acı gülümseme, alaycı gülümseme, aptalca gülümseme.. daha nice gülümseme çeşidi vardı.. birden aklına Buda'nın gülümsemesi geldi.. o da acaba ne sebeple gülümsemişti?.. ya da onun heykelini yapanlar neden ona böyle gülümser bir ifade vermeyi istemişlerdi?.. bir öğretmenin veya çocuklarıyla övünen bir anne veya babanın gururlu ve her şeyin farkında olduğunun bilincindeki gülümsemesi miydi bu, yoksa bir şeyler anlatmaya çalışan birinin anlamakta güçlük çekenleri görünce yüzünde beliren o anlayışlı ve merhametli ifade miydi?.. kendisi ölürken niçin o şekilde bir gülümseme belirmişti yüzünde?.. her ne sebeple olursa olsun yine de üzgün ya da ağlamaklı bir ifadeden daha farklı bir şeydi bu, ama mutlaka bir nedeni de olmalıydı... belki de o sırada bedeni zihninden önce durumu kavramış ve tıpkı hareket etmeye başlayan bir trendeki yolcuyu uğurlayan kişilerin yüzünde beliren ifadedeki gibi -yüzleri gülerken gözlerinde de bir kaç damla yaş oluşması gibi- bir görünüme girmişti kim bilir.. bu ruh halinde, uzun seneler birlikte olup birbirlerine alışmanın getirdiği yakınlığın artık sona ermekte olduğunun farkına varılması hissi yanında, öte yandan giden yolcunun belki de güzel yerler ve günler görebileceği beklentisi ve ümidi rol oynuyor olabilirdi.. neden olmasın.. Beden artık uzun süredir ayrı düştüğü toprak anasının kollarına kavuşmanın huzurunu ve sevincini duyuyor, ama bunun yanında da o kadar kahrını çektiği, acı tatlı bir çok hatıraları beraber yaşadığı dostunu yani canını, ruhunu uzaklara, belki de asıl yurduna gönderdiğini anlıyor veya hissediyor, yine de ondan ayrılmanın verdiği acıyı, içine düştüğü sıkıntıyı işte bu şekilde ifade ediyordu belki de.. neden olmasın..


   O anda babası aklına geldi.. O, ölürken neler hissetmişti acaba.. şimdi perdede bir yoğun bakım salonu görüntüsü belirmişti.. floresan lambaların her yeri bembeyaz ve çiğ ışıklarla aydınlattığı, gün ışığından çok farklı bir hali olan bu ışık bombardımanının altında bir sıra dizilmiş yataklar ve bu yataklarda bir sürü boru, serum hortumu, elektronik cihazların bağlantı kabloları ve çeşitli yerlerine yapıştırılmış flasterleri ile donatılmış kadın mı erkek mi oldukları bile belli olmayan hastaların yattığı bir çok cihaz ve diğer gereçlerle dolu bir mekan.. sürekli çalışan çeşitli tıbbi cihaz ve aletlerden gelen sesler, solunuma yardımcı olan aletlerin motorlarının homurtuları, kesik kesik öten ve kalp sesine benzer bir ritimle adeta kendi şarkısını söyleyen monitör bip bipleri, hastaların çıkardığı çeşitli ton ve tarzda ve bir şeyler anlatmaya çalışır gibi sesler.. sanki birbirine karışmış bir sesler çorbası.. uzakta hemşirenin oturduğu monitörlerle kaplı masada kısık sesle FM  kanalından bir radyonun yayınladığı pop müzik parçalarının oynak hareketli ritmik nağmeleri ve araya aniden giren spikerin neşeli sesi bile geliyor biraz dikkat edilince duyabilen kulaklara.. hastaların kimi derin bir uykuda gibi, kimi bir şeylerden rahatsız ama ifade edemiyor gibi homurtulu iniltili sesler çıkarıyor, kimisi de artık iyice yaklaşmış olan sonunun farkında sessiz bir teslimiyet içinde beklemekte.. işte babası da orada bir yatakta yatıyor.. kısa süre görmek için izin almış hemşireden  (babasını görmek için, haberi alır almaz otobüsle yola çıktığını ve uzaklardan yeni geldiğini söylemiş hemşireye) ve vakit de sabaha karşı bir zaman, ama o karışık salonda zaman da adeta yok olmuş, seslerin içine karışıp kaybolmuş.. günün hangi saati olduğu hiç belli değil.... uyur gibi duran babasına uyandırmamak amacıyla sessizce yaklaşmış ama sanki babası onun yakınında olduğunu hissetmiş gibi birden gözlerini açıp ona gülümseyivermiş.. sanki şimdi ikisi de Kandilkayanın bağrındaki o buz gibi suyun başındalar, o babasının elini tutuyor ve su ne kadar soğuk değil mi diyen babasına bakıyor.. babası da ona her zamanki sevgi dolu bakışıyla gülümsüyor.. ikisi de bu kasvetli salondan ve durumdan çıkıp gidivermişler.. şimdi ekranda el ele görünüyorlar ve zirveye çıkmak için hazırlar...


   Sonra bir zaman geçiyor. tekrar yoğun bakımda yine.. babası ona sevecenlikle bakarken o da babasına nasıl bakacağını bilemezken, ikisi de birden aydınlanmış ve hayatın anlamını çözmüş gibi bir kaç saniye içinde bakışarak  anlaşıyorlar.. babası ona bir şeyler söylemek istiyor şimdi.. o, Babacığım geçmiş olsun, haberi alır almaz yola çıktım, işte yanındayım, merak etme iyileşeceksin gibi lafları sıralamaya çalışırken babası ağzını açıp kısık sesle bir şeyler mırıldanıyor.. eğilip kulağını yaklaştırıyor babasının dudaklarına.. babası '' evimize gidelim, burada kalmak (ölmek) istemiyorum'' diyor galiba.. anlamazlıktan gelmiş gibi yapıyor, ne diyeceğini düşünüyor bu arada, sonunda '' ben bir gidip doktorla konuşayım ondan sonra inşallah çıkarız buradan'' diyor, ya da böyle bir şeyler geveliyor.. babası zirveye burada yapayalnız, ruhsuz, kasvetli bir ortamda değil de, evinde, alıştığı yatağında, karısının ve evlatlarının yanında çıkmak istiyor..


   Sonra bir cami ve bahçesindeki musalla taşlarının üzerinde cenazeler beliriyor perdede.. cami büyük bir cami ve anlaşılan buradan sık sık ve çok sayıda tabut uğurlanıyor.. bugün de yan yana sıralanmış beton musalla taşlarının üçü dolu.. ikisi de boş.. bu öğle namazına bu kadarı yetişmiş.. belki bundan fazlası da ikindi namazına yetişir.. sanki herkesin acelesi var gibi.. namazın bitişinden sonra cenazelerin önü kalabalıklaşmaya başlıyor, ölenlerin yakınlarının çoğu zaten orada, cemaatten çıkanların da bazıları katılıyor topluluğa ve hoca efendi sırayla her gün yaptığı işi artık sıkılmışcasına ve ruhsuzca tekrarlıyor.. cemaatten, adını tabuta yan gözle bakıp öğrendiği merhum veya merhumenin ismini söyleyerek helallik alıyor bir kaç özdeyiş ve Kur'andan bir ayetle sözlerini tamamlıyor.. ondan sonra da yine artık bıkmışçasına cenaze namazının nasıl kılınacağını izah ediyor oradaki cemaate ve namazı kıldırıyor.. böylece şairin dediği gibi bir namazlık kısa saltanatları son buluyor aramızdan ayrılanların ve kalıcı mekanlarına doğru önce birazcık eller üzerinde sonra da cenaze arabasında son yolculuk başlıyor.. geride kalanlar üzgün, durgun ve düşünceli bir ifade ile taziyeleri kabul edip dostlar sağolsun diyorlar.. ölen öldü siz yaşayın demenin kısa ifadeleri karşılıklı alınıp veriliyor..


   Acaba babası da bütün bu merasimi, öncesini ve sonrasını kendi sinema salonunda görebilmiş miydi.. karanlık salonda etrafına bakındı.. hatta Baba! 0rada mısın? diye bile seslendi.. ama garip, sesini kendisi bile duyamamıştı.. 


   Yine de hissetti.. yakınlardaydı babası.. kesinlikle oradaydı.. emindi.. hafif bir yel yüzünü sıyırıp geçti...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke