Hayaller...ve gerçekler.

 



     Üzerinde tam teçhizatlı teknik adam kıyafetli adam, hatta başındaki kişisel koruyucu donanım olarak mecburen taktığı, artık şu an kafasında olup olmadığını bile unuttuğu kaskı ile oturuyordu bir masanın kenarında.. elinde kullan at tipi bir dikdörtgen tabak ve içinde bir parça küçük pasta ve plastik çatalı.. doğum gününü kutlamak için gelmişlerdi çok sevdikleri arkadaşlarının odasına bu öğlen molasında.. kendilerince bir sürpriz yapmak istemişlerdi.. kısıtlı bütçelerinden ayırdıkları parayla en küçüğünden, üzeri çilek aromalı ve pembe renkli yaş pastalarını, yanlarında getirdikleri birkaç köpük tabak ve çatalla birlikte.. ben de tesadüfen bu kutlamaya dahil olmuştum.. pastayı son derece ciddi ve bir mühendis edasıyla eşit üçgenlere ayırmıştı doğum günü kutlanan arkadaş.. yine pastayı getirenlerden aldığı cep çakısıyla.. ikram olsun diye önce bana uzattılar bir köpük tabak ve plastik çatalla birlikte bir parça çilek aromalı pastayı.. sonra diğer üç kişi de paylaştı birer parça, ve bir şey söylemeden yemeye başladık hep beraber.. ben olayı yeni kavramaya başlamıştım.. bu neyin kutlaması diye sorunca, pastayı getirdikleri kişi önemsiz bir şeyden bahseder gibi, bugün benim doğum günüm de sağolsun işte arkadaşlar bunu getirmişler, diye biraz utanarak ve yüzü kızararak açıklama yapmıştı.. sanki bir yaş daha aldığı için suçluluk duyar gibi söylemişti alçak sesle ve yarım yamalak.. ben de ooo! ne güzel bir jest yapmış arkadaşlar, sağolsunlar.. seni sevdikleri belli, filan gibi bir şeyler geveledim pastadan küçük bir parçayı ağzıma atarken.. diğer işçi arkadaş da pasta fena değilmiş, falan dedi.. sanki bir matem havası esiyormuş gibi bir his geldi bana bu küçük odada.. yaşamak bir suç ve biz bunu her gün tekrarlıyoruz. bir de utanmadan pasta falan kesiyoruz işte.. erkek erkeğe doğum günü kutlaması da böyle oluyor işte.. oysa kadınların da işin içinde olduğu, hatta onların organize ettiği, bir sürpriz havası verilerek kurbanın utandırıldığı nice doğum günü kutlamalarına da şahit olmuşluğum vardır.. kimi olayı hemen cep telefonu ile ölümsüzleştirir, kimi şen şakrak espriler ve kahkahalar atar.. kimi çayları ve tabakları dağıtır.. kimi hemen temizliğe ve ortalığı toplamaya girişir.. ortada bir neşe ve güleryüz esintisi dolaşır durur.. biraz sonra facebook dan olayı öğrenenler arayıp sormaya, iyi dileklerde bulunmaya başlar.. kısacası birden günün olayı haline gelir bir kişinin ömrüne bir yaş daha eklenmesi.. oysa bugün bu odada neredeyse ölüm sessizliği hakimdi.. herkeste bir durgunluk, ağızları neredeyse bıçak açmıyor.. işte türk usulü bir erkek kutlaması.. 


     Biraz da konuşmuş olmak ve ortamı yumuşatmak için olsa gerek, arkadaşa kaç yaşına girdiğini sormak istedim.. yine hafif bir sesle otuz dört cevabını aldım.. diğer mesai ortakları ooo filan dediler kısaca.. onlara bayağı çok bir rakam gibi geldi bu.. ama ben ne kadar gençmiş arkadaş diye düşündüm, ve, yahu çok gençmişsin, benim yaşımın yarısından bile iki yaş küçüksün dedim.. bu kez herkesi yine bir sessizlik ve düşünce aldı.. daha önünde çok uzun bir maraton mesafesi kalmış bir yarışçı gibi düşünüyordu sanırım o anda arkadaşımız.. 


     Aradan kısa bir süre geçtikten sonra işçilerden biri, biraz da hayal kırıklığı hissi ile, bu yaşa geldik, ben hiç anlamadım bile.. neler umduk, neler bulduk anlamında bir şeyler söyledi.. ve sonra yeni doğan arkadaşımıza dönerek öyle değil mi abi.. sen neler bekliyordun, neler buldun bu hayattan diye bir zor soru yöneltti kendisine.. o da aynı sessizlik içinde; çok şeyler bekliyordum, ama artık beklentilerimi düşürdüm dedi, yine yüzünde ne anlama geldiği pek belli olmayan hafif bir gülümseme ile.. soruyu soran arkadaş, ben de çok şeyler hayal ettim ama elime ne geçti ki.. işte durum bu, dedi.. herkes hafifçe başını sallayarak tasdik etti durumu.. artık çoluk çocuğa da karıştık, bundan sonra pek hayal kurma gibi bir lüksümüz de kalmadı dedi, soruyu yönelten adam..


     O sırada önündeki küçük dilim pastayı bitirmiş tam teçhizatlı arkadaş, gözleri uzak bir deniz ufkunu izlercesine dalmış vaziyetinden çıkıp, benim en büyük hayalim bir arabam olsun binip nereye gittiğimi bilmeden gaza basıp uzaklara gitmek idi dedi.. hatta öyle uzaklara ki, benzin bitene kadar nereye gittiğimi bilmeden ve bakmadan gitmek.. sonra da arabadan inip yürümek dedi yine hayal kurar gibi uzaklara gözü dalmış vaziyette..


     Tıpkı Turgut Özben gibi değil mi? dedim arkadaşa.. biraz düşündü.. ama ne demek istediğimi sanırım anlamadığı için bir cevap vermedi.. biraz sonra da yavaş yavaş ayağa kalktı pastayı getiren iki arkadaş.. biz de kesenize bereket dedik onlara ve bir yaşına daha giren arkadaşımızı bir daha kutladıktan sonra odadan çıktık.. doğum günü olan arkadaşı; bu kadar pasta kaldı yahu, bunu dağıtalım ama köpük tabak ve plastik çatal da kalmadı, ne yapsak diye düşünürken dertleriyle baş başa bıraktık sessizce.. hayaller o küçük pasta gibi ellerinde kalmıştı, gerçeklerse bunu nasıl dağıtmalı, kime vermeli ve ne demeli sorularıydı o anda..


     İnsan hayal ettiği sürece yaşar diye bir söz var.. ama sanırım hayal ancak genç yaşlarda özellikle çocuklukta kuruluyor.. yaş ilerledikçe hayatın gerçekleri, kendisini ifade ve toplumda bir yer tutma çabaları, hayalleri bir tarafa bırakıp bu köşe kapmaca oyununda bir boş sandalye kapma çabasına itiyor insanları ister istemez.. kimisi hayal kurmaya bile vakit bulamıyor bu kargaşa içinde.. gerçekler dediğimiz üzerimize üzerimize gelen, hatta en yüksek perdeden kornasını çalan, farlarını bir yükselten bir alçaltan son süratini almış bir kamyon adeta.. bir yere kaçayım ezilmeyeyim, canımı kurtarayım diye bir yerler arıyorsun, sanki bir tünel içindesin ve sağında solunda küçük sığınma kovukları da yok.. bir el tutup beni güvenli bir yere alıverse diyorsun sanki.. oysa neler hayal etmiştin biraz önce.. tünelden çıkınca cennet gibi bir yere ulaşacağından, kuş cıvıltıları, ısıtan ama yakmayan bir güneş, her yer yem yeşil, sular şırıl şırıl akıyor...ne oldu, daha tünele yeni girdik yahu.. iki adım atmaya kalmadan üzerimize kamyon gönderdiniz.. oynamıyorum işte...


     Yok öyle kaçmak!.. dur bakalım!.. daha dün bir bugün iki.. öyle her gelen kamyondan korkarsan ohooo!, seninle işimiz var.. sen tünelde koşacaksın, kamyonlar, tırlar, trenler üzerine üzerine gelecek.. ya yere yatacaksın üzerinden geçip gidecek, sen üstünü başını silkeleyip koşmaya devam edeceksin, ya bir imdat kovuğuna sığınacak, orada bir süre sinip tehlikenin geçmesini bekleyeceksin.. bak işte tünelin ucu göründü galiba.. bir ışık görüyor musun?.. acaba o bir başka kamyon mu? diye düşünme şimdi.. o cennetin ışığı işte.. inan bana.. evet, evet, inan..


     Sen hep hayal kurmaya devam et.. yoksa bu tünelden geçmenin bir anlamı yok.. belki de sen anı yaşıyorsun, tünel senin etrafından geçip gidiyor.. ne malum?.. sen varsın, ve tünel var.. bütün bildiğin bu.. gerçek bu işte.. başka gerçekler peşinden de koşma.. sen koşmaya devam et.. sonra birazdan, birden tünelin bitip cennete ulaşmayacağın ne malum? her şeyden bu kadar emin misin? bütün bunların bir oyun olduğundan emin misin? biraz sonra neler olacağından emin misin?.. yapacak iş yok işte.. en iyisi hayal kurmak.. ve koşmaya devam etmek.. evet evet, hayal kurmak iyidir.. zaman gelip geçer.. sen hayallerinden vaz geçme...





     

Yorumlar

  1. Netflix'te çok sevdiğim Ricky Gervais'in eşini kaybettikten sonra yaşam amacını yitiren bir adamı oynadığı "After Life" isimli yarı trajik ama oldukça kara mizah içeren bir dizisini izliyorum birkaç senedir. Bu 3. ve son sezondu, Ricky normal yaşamında gerçekten çekilmez bir insan, ateist ve tamamen materyalist, nihilist bir adam. Bu tabii onu çok iyi bir komedyen yapıyor bana göre çünkü "aman tanrım bunu nasıl söyleyebildi" dediğin - ama hepimizin de için için düşündüğü - şeyleri o söylüyor bizim adımıza. Bu After Life'ta da öyleydi, gayet gerçekçi, hayatta hiçbir amacı kalmamış bir adamı canlandırırken aslında biraz da hepimizi canlandırıyor.
    Ülkenin malum durumu, insanımız çok mutsuz, umutsuz. Özellikle gençler.. Çok acı bu. Fakat yaşadığım yerde bu durumlar olmadığı, refah ve demokrasi içinde yaşandığı halde, yani insanlar hani şu Maslow'un ihtiyaçlar piramidinde "kendini gerçekleştirme" evresine ulaştığı halde, yine bir doyumsuzluk ve mutsuzluk var. Bu sefer konular daha eften puftan ama yine bir "mutsuzum, hayallerime ulaşamadım, kısıldım kaldım" hali.. Bu noktada işte aklıma o meşhur piramide sonradan eklenen hane geliyor, yani kendini gerçekleştirme hanesinden bile bir adım ötede olan "evrenle birleşme" duygusu. Bu inançlı ol ya da olma, aslında temel bir ihtiyaç, inançlıysan tanrıyla birleşip kendini tanrıya ait hissetme arzusu, inançsızsan doğayla birleşme panteizm dürtüsü ama bu insanın en son ulaşacağı nokta deniyor. Ben de katılıyorum..
    Kimiz neyiz, anlam arayışı, hayatın envanterini çıkartıp Z raporumuzu hazırlamak vs tamam bunlar da kendimiz için çok anlamlı ama sonucunda nihilizme ve "hiçbir şey olamadım ben"e varacaksak, anlamı yok ki.. Bir aidiyet ve kabul edilme ihtiyacımız var insanlar olarak ve ölmeden bunu doyurmak lazım, öyle ya da böyle, ister buna hayallerimize ulaşmak diyelim, ister inanç sahibi olmak, ister doğayla bütünleşmek...
    Bilemedim tuhaf mı kaçtı şimdi bu yazdıklarım çünkü insanımız daha o ihtiyaçlar listesinde çok altlarda olduğunu dile getiriyor ama o liste bence piramit değil bildiğin çember.. Her farklı yaş döneminde sürekli dönüp duruyorsun o çemberin maddeleri arasında..
    Yok yine düşüncelerimi toparlayamadım sanırım ama belki anlaşılmıştır ne demek istediğim :)
    Çok sevgilerimle.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bence çok güzel ifade etmişsin ve anladım demek istediğini.. bazen böyle durumlar olsa da geniş düşününce daha farklı sonuçlara ulaşabiliyoruz.. her şeyin anlamı ve amacı var bana göre.. biraz önce yazdığım son yazıda da sanırım bunu anlatmışım ve farkında olmadan bu yazına cevap yazmış gibi olmuşum.. güzel tesadüf... Sevgiler...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke