8- İtiraflar

 



     Şimdi nasıl başlasam bu hikayeye, nasıl anlatsam olan biteni ve zırvalarımı diye düşünürken, patron da meraklı gözlerle, elinde sıcak kahvesi, artık sadece keyiflendiği zamanlar tellendirdiği Havana purosu ( ne de olsa sosyalistlerin Kâbesi olan Küba'dan gelmişti, bu püroların maddi değerinden çok manevi değeri vardı onun için) masasında geriye doğru yaslanmış güzel bir hikaye bekleyen çocuklar gibi iştahla ve sabırsızlıkla bakıyordu ona doğru...


     Biraz düşündükten sonra, her şeyi baştan ve dosdoğru anlatayım, her seferinde bir yalan uydurmaktansa doğruyu söylemek en iyisidir, zaten yalan söylemeyi de oldum olası beceremem ve sevmemişimdir dedi.. ve açık bir yüreklilikle, kaza yerinde bulduğu yanık kağıt parçasını, orada yazanları, onda yarattığı aydınlanma hissini, gece boyunca, hatta rüyalarının bile tamamında bu konuyla uğraştığını, sonunda da -büyük bir saçmalık yaparak- her şeyin teorisini, açıklamasını yapmaya kadar işi vardırdığını, bereket, gözüne tesadüfen (?) ilişen mezarlık kapısındaki yazının aklını başına getirdiğini, sonunda da yeni bir aydınlanma -ama bu sefer kişisel ve daha mütevazı- yaşadığını ve arkasından yazıhaneye geldiğini, bazen yüzü kızarıp kekeleyerek, bazen de kendi kendisiyle dalga geçerek anlattı, sayıp döktü baba gibi gördüğü bu adama, bir çocuğun babasına yaramazlıklarını itiraf etmesi gibi...


     Patronun yüzüne bu defa daha olgunlaşmış bir delikanlı gibi baktığında ne alaycı bir gülümseme, ne de aşağılayıcı bir bakış gördü.. tam tersine patronun gözleri eski bir filmi izler gibi dalmış, yıllar yıllar öncesine kapılıp gitmiş gibi bir derin tefekkür içinde olduğunu gördü şaşırarak.. neden sonra patron günümüze salona geri döndü sanki, ve ağır ağır konuşarak:  -Fahrettin!, sana hep oğlum gibi baktım, sende hep kendimi ve hayallerimi gördüm.. o saflığın, idealistliğin tıpkı benim gençliğime benziyor.. madem sen mertçe ve dürüstçe olan biteni bana anlattın, şimdi ben de sana, benim hakkımda çok kişinin bilmediği, hayatımı ve düşüncelerimi nasıl kurup yönlendirdiğimi, şu son demlerimdeki ruh halimi ve neler düşündüğümü itiraf edeyim.. bunu bir özeleştiri veya hayat görüşüm, şahsi hikayem olarak da alabilirsin.. kim bilir günün birinde benim bir otobiyografimi yazarsan -ki çok memnun olurdum bundan- sana ilk bilgiler olsun bu sözlerim.. evet, şair ne demiş, ''yaşadığımı itiraf ediyorum''.. ben de sana yaşadığımı itiraf edeceğim Neruda gibi.. şimdi iyi dinle beni.. zaten ikimizin de şu anda yapacak başka bir işimiz yok, sohbet için zamanımız var bu akşam.. artık benim fazla bir zamanım da kalmadı, ama artık o zaman da eskisine göre daha yavaş geçiyor, senin ise çok zamanın var, ama o da sana göre hızlı geçiyor.. şimdi trenlerimizi paralel raylarda aynı yönde aynı hıza getirelim ve sen kompartımanının penceresinden benim trenimi ve koltuğumda oturan beni seyret..


     O çalkantılı kurtuluş, kuruluş kavgalarının tam ortasında babam ve annem tanışmışlar.. babam bir ermeni tüccarın yanında getir götür işlerine koşan ve dürüst temiz kalpli bir genç olduğu için -veya öyle tanıttığı için kendisini-, patronu tarafından çok sevilmiş.. patronunun da çok güzel ve temiz, çevredekilerden bir görüşte hem dış görünüş hem de yaşam olarak farklı bir yaşantı süren bir ailesi ve babamdan on yaş kadar küçük dünya güzeli bir kızı varmış.. o zamanlar padişahlık devrinin son demleri artık, başta İttihat ve Terakki cemiyetinin tüm dünyaya kafa tutan liderlerinden Enver paşa olmak üzere bir kargaşa idaresi,  adeta o koca Osmanlı, binmiş bir alamete gidiyormuş kıyamete.. ama Anadolu'nun küçük bir kasabasında kendi dünyalarında yaşamakta olan babam, patronu, hatta tüm kasaba halkı nereden bilecek başlarına büyük bir felaketin geleceğini.. gerçi duyuluyormuş sağda solda rusların ermenileri kışkırtıp zavallı müslümanlara saldırttıkları haberleri ve vahşet hikayeleri, ama böyle bir şey burada dünyada olmaz, ne kadar ayıp ve günah şeyler bunlar derlermiş tüm kasaba halkı.. derken İstanbul'dan bir emir gelmiş, birkaç gün içinde ermeniler ''sırf onların iyiliği için'' başka bir bölgeye, büyük ihtimal arabistan veya suriye tarafına ''geçici'' olarak gidecekler, işler düzelince gelecekler diye.. patron anlamış tabi olacakları, ama küçücük, sıska ve böyle ''uzun'' yola dayanamayacağını bildiği biricik kızını yanına almaya, karanlık bir geleceğe sürüklemeye kıyamamış, çok güvendiği babam ve ailesine emanet etmiş yola çıkmadan, ayrıca hem malını mülkünü, hem de iş yerini de onlara emanet etmiş.. kısa zamanda kafileler çekip gitmiş, bir daha haber gelmemiş kimseden.. babam ve ailesi kıza bir prenses gibi bakmışlar ve hatta yetkililer anlamasın diye kendi giysilerinden giydirip adını bile değiştirmişler.. sonra savaş yılları, daha korkunç olaylar.. en sonunda yunanın kovulması, Mustafa Kemal paşanın reisliği altında yeni cumhuriyetin kurulması.. bütün bunlar bilemedin onbeş yirmi sene içinde olup bitmiş.. sanki bir rüya gibi değil mi? kimine göre kâbus ve sonu kötü biten bir rüya, kimine göre de bunalımlarla geçip sonunda oh be! dünya varmış! la biten bir rüya.. her neyse, evlatlık olan kız artık evlenme çağına gelince beraber büyüdüğü ve gerçekten de sevdiği adamla yani babamla evlenmiş ve annem olmuş.. tabi babam da artık kasabanın en tanınmış tüccarı, dindar ve herkesçe sevilen Hacı Emin bey.. annem geçirdiği ağır travmaların da etkisiyle olacak, hassas bir kişiliğe sahip, güzel sanatlara ve o şartlar içinde olacağı kadar edebiyata aşina, ama hep bir hüzünlü bir yanı olan, çabucak ağlayan bir kadın idi.. belki de o yüzden ilk evladı olan beni de hep duyarlı, hassas ve adeta tek sığınağı, sırdaşı kişi yalnız benmişim gibi üzerime titreyerek büyüttü.. bu yüzden karakterimin belirleyici özelliği olan hassaslığım ve kolay kanan yapım, saflığım ondandır.. babam ise gerçekçi bir adamdı.. benim kendisi gibi tüccar olmamı istedi hep ve karakterimi beğenmediği için olsa gerek bana hep sert davrandı.. beni hanım evladısın sen diyerek küçümsedi, ben de belki bu yüzden ona direndim.. bence inatçı kişiliğim ve bazı bedeni özelliklerim, özellikle de mavi gözlerim de ondan aldığım taraflardır.... babamın kendisi de sanırım balkan göçmenlerindenmiş.. kökeni arnavut veya pomak olabilir, ama çok anlatmazdı o tarafları.. o konular açılınca gözleri yaşarır, sessizleşir ama çabucak başka konulara, iş hayatına, para kazanmaya falan geçerdi.. başkalarınca dışarıdan görülen babam, her zaman -genellikle de camide olmak üzere- beş vakit namazını kılar, kurbanını gösterişle keser, sık sık hacılığıyla, Kâbe anılarıyla övünür, müşterilerle konuşurken hep Allahtan dinden bahsederdi ama paraya düşkünlüğü, bozuk ve eski malları yeni diye yeminler ederek satmaya çalışması, hatta terazide bile hile yapmaktan bir türlü vaz geçememesi, bende babama ve dolayısıyla ondan görerek tanıdığım müslümanlığa karşı bir inançsızlık ve riyakarlıktan tiksinme yaratmıştır.. belki de dinden uzaklaşmam ve böyle dini ibadet gösterilerine küçümseyerek alay ederek yaklaşmam, babamın bu samimiyetten uzak davranışları sonucudur.. insan zekası çevresinden tiksindiği için sanata veya felsefeye sığınır derler ki bence de doğruluk payı yüksektir bu sözün, benim -annemin de yardımıyla olsa gerek- sanata edebiyata, okumaya, şiire yönelmemin altında bu ruh halinin etkisi olmuştur.. dediğim gibi zaten annemin de okumaya, sanata geleneksel türk müziğine merakı çoktu.. ona da bu özellikleri ailesinden geliyordu tabi ki.. babam ise okumaktan, yazmaktan, hatta müzikten bile nefret eder veya öyle görünürdü tüm yobazlar gibi.. kim bilir, okur ve düşünürse akıl yürütecek ve yanlışlarını görecek, vicdanı onu rahatsız edecek diye düşünüyordu.. ben de işte çok küçük yaşlardan itibaren annemin sevgilisi ve şu dünyaya göndereceği biricik mesajı olarak yetiştiğim için hassas, çevreyi gözlemleyen, eleştiren, empati yapan -hatta biraz çok yapan- vicdan ve adalet duygusu gelişmiş, belki de bu yüzden biraz da çevresini birazcık aşağı gören -ama bu hallerine de o insanların ellerinde bir birikim, yetişmişlik olmadığı gerçeğinin sebep olduğuna inandığım için-  onların bir suçu olmadığına (!), o masum halkın tamamen o zamanların ve şartların oluşturduğu toplumun içinde bulundukları durumun kurbanları olduğuna inanmaya başladım.. benim ilk çocukluğumda ve gençliğimde de her şey sütliman değildi tabi ki.. Mustafa Kemal paşa çok seviliyor, sayılıyor ama adamları, -yanındaki doymak bilmez fareler ve insanlık düşmanları- toplumu sömürmeye devam ediyordu.. paşanın erken ölümü büsbütün sarstı dengeleri.. devletimiz tarafından ustalıkla oluşturulan genel inanışa göre kötü olan her şeyi iç ve dış düşmanlarımız, özellikle de solcular, komünistler yapıyordu.. ama yine bereket ki devlet adamlarımız her şeye hakimdiler ve düşmanlara göz açtırmıyorlar, canı dayak yemek isteyenleri, hapislerde yatıp orada yan gelip keyif çatmak, roman şiir falan yazmak isteyenleri, bozguncuları, nefeslerini bile dinleyecek kadar yakından takip edip gerekeni yapıyorlardı.. devletimizin çevremdeki en büyük destekçilerinden biri de tabi ki babamdı.. sanırım o zamanlarda Oidipus kompleksi, psikanaliz gibi şeyler pek revaçta değildi ama, ben babama iyice kızıyordum artık ve sırf onu kızdırmak üzmek için de solcu eserleri, solcu yazar ve şairleri okuyordum.. böyle böyle üniversite çağına girdiğimde artık ben de bir -Anadolu kasabası ayarında- sosyalist olmuştum.. sağcıların yani faşistlerin çevreye tepeden bakışları, kendileri gibi düşünmeyene davranmayana hoyrat ve terbiyesizce saldırıları, kadını, yabancıyı, ermeniyi, kürdü, alevileri (o zamanlar bizim oralarda kızılbaş denirdi onlara ve haklarında ne iftiralar düzenlenir, işin garibi de o saf dediğimiz hemşerilerimiz bunlara hemen inanıverirlerdi..) aşağılamaları, kaba deyimlerle şakalara konu yapmaları, hatta tenhada ellerine geçirdiklerini dövmeleri bende sağcılara karşı büyük bir nefret uyandırmıştı.. solculuk nedir, sosyalizm komünizm nedir doğru dürüst haberim bile yoktu ama sağın, faşistlerin düşmanıydım artık.. o yüzden de kendime solcu diyordum.. neyse, bu alt yapı ile üniversite çağım geldi.. babam hiç istemedi tabi benim gitmemi, dükkana, mallara kim sahip çıkacaktı.. bereket benden beş yaş küçük erkek kardeşim tam babamın kopyası olmuştu.. sanırım bana rakip olmak için o da sağcı olmuştu.. Anadoluda çok vardır böyle aileler, solcu sağcı öz kardeşler birbirlerine düşmandan daha çok düşmandır.. her neyse konuyu dağıtmayayım; Üniversitede de kendim gibi arkadaşları kolayca buldum ve şimdi düşününce çok masum gördüğüm ufak tefek eylemlere girmeye başladım.. savaş karşıtı afişler, emekçilerin haklarının patronlardan, sermayeden sorulacağı gibi sloganımsı tehditler, amatörce yazılmış duvar yazıları vs.. başka da bir şey yaptığımız yoktu doğrusu.. ama bundan keyif alıyorduk ve halkımızı bu yolla bilinçlendirip devrimi gerçekleştireceğimize gerçekten de inanıyorduk.. bu heyecanlı günler ve zafer sarhoşluğu zamanları çabuk geçti.. bu arada devrimci arkadaşlar grubumuzdaki kızlar arasından biricik aşkımı da bulmuştum ben, ve o yüzden iki misli keyifliydim.. ama her güzel şey gibi bu devrimci zamanlarımızın da sonu çabucak geldi.. demokrasiyi getirecek diye heveslendiğimiz demokrat parti iktidarı yılları yeni başlamıştı ki bir gün toplu olarak kendimizi emniyetin soğuk nezarethanesinde bulduk.. zaten daha önce devrimci hocalarımız üniversiteden uzaklaştırılmış, gittikçe çember etrafımızda daralmaya başlamıştı.. tuhaftır biz adeta zafer bir adım ötemizde gibi hissederken meğer gizli polis bir adım arkamızdan bizi takip ediyormuş da haberimiz yokmuş.. teker teker sorgudan ve arkasından da işkencelerden geçirildikten sonra (zaten kimin ne yaptığını biliyorlardı, zevk için veya bizi daha da sertleştirmek için yapıyorlardı işkenceleri..) çözülüp arkadaşlarını ele verenler, hangi itiraf gerekiyorsa onu söyleyip altına imzayı atanlar oldu ama aslında hep gereksiz yere bunları yapmışlardı.. çünki zaten nefes almamız bile takip ediliyordu.. yıllar sonra bir içişleri bakanı bunu övünerek söylemişti zaten.. oğlum bak bugün de her şey aynıdır değişen hiç bir şey yoktur bu mizansende.. sağcılar da solcular da bir elin parmakları tarafından oynatılan kuklalardan ibarettir bu memlekette.. ama ben bu acı gerçeği çoook sonraları farkedecektim.. o konulara da geleceğim ileride.. neticede her birimiz hapishaneyi boyladık.. solcuydum ama, benim asıl marksizmle tanışmam hapishanede tanıdığım eski sosyalist büyüklerimiz sayesinde olmuştur.. bu memlekette fikir adamlarının bir hapislik dönemi mutlaka vardır, hatta hapiste yatmak göğüste şerefle taşınan bir madalya gibidir.. hapiste hem okumaya hem tartışmaya çok zamanımız vardı, solculuk diplomam hapishane damgalıdır yani.. neyse, bir süre sonra zaten suçsuzluğumuz anlaşıldı ve salıverildik, ama bu arada babam beni reddetmiş ve öldüğümde cenazeme gelmesin diye haber de yollamıştı.. o yüzden babamla bir daha hiç görüşmedim.. ama hakkını yemeyeyim adamın, beni mirasından mahrum etmedi de aç ve açıkta kalmadım, eşimle beraber kıt kanaat olsa da geçinip davamızı savunmaya devam edebildik.. kapitalist parasıyla sosyalistlik etmek de böyle oluyormuş işte.. sosyalist olmuştum ama zaten hassas ve insancıl biri olduğum için hep fikir alanında kaldım, tüm mücadele hayatımda elime hiç silah almadım.. benim silahım dilim ve inadımdı.. sonuna kadar da hep düşünce planında savaş verdim, kitleleri bilinçlendirmeye çalıştım.. bu gazeteyi de sırf cebimden harcadığım paralarla buraya kadar getirdim.. başlarda yazılarım ve mücadelem çok ses getiriyordu ama zamanla benim yöntemim yetersiz bulundu yoldaşlarca.. onlar bir an önce silahlı mücadeleye başlanması taraftarıydılar.. demek ki hala aklımız başımızda değilmiş, iplerimizin kimin elinde olduğundan haberimiz olmadığı şöyle dursun o çağlarımızda daha henüz devrim sarhoşluğumuzun, sosyalist ülkeyi -silahla da olsa zor kullanarak da olsa- kurma heyecanımızın etkisi altındaydık.. gerçi ben zaman zaman içimden kendime bile soramadığım soruların beynimi rahatsız etmeye başladığını hisseder gibiydim ama ne grubumuz, ne partimiz ne de ülkedeki ortam bizleri serbest düşünmeye bırakıyordu.. bir sele kapılmış oraya buraya çarpa çarpa giden odun parçaları gibiydik adeta... yıllar yıllar böyle geçti.. ne o devrim geldi, ne de sosyalist fikirlerimiz iktidara gelebildi.. büyük siyasi hesaplar için kullanıldığımızı çoğumuz hâlâ anlayamadık bile.. zamanla bazı arkadaşlarımız saf değiştirip faşistlerle birlik oldu, bizi içeriden vurmaya, polise derin güçlere ihbar edip kendilerini yüceltmeye kalktılar, bazıları ellerinde silahlarla dağlarda halk çocuklarının jandarma polis olmuş takımıyla çatışmalarda hayatlarını kaybettiler.. şimdi artık sadece devrimci türkülerde, anılarda yaşıyorlar...


     Sacit Sami bey kısa bir duraklamadan sonra ağır ağır ve düşüne düşüne sözlerine devam etti; evlat! buraya kadar anlattıklarım daha başlangıç zamanlarım.. şimdi asıl itiraf kısmına geliyorum.. iyi dinle ve arada istersen soru da sorabilirsin ama düşüncelerimin akışını bozmadan.. dedi.. işin zor kısmına gelmişti.. bunu hissediyordu acar muhabirimiz de şu anda.. Sacit Sami bey, bir süre gözleri çok uzaklara dalıp, ufukta kaybolan bir gemiyi seyreder gibi hüzün ve umutsuzluk dolu bakışlarla düşünceye daldı.. sonra sanki bir başka ses tonuna ve başka bir zamana geçmiş bir medyum gibi ağır ağır konuşmaya başladı...




                                               *                               *                              *







Yorumlar

  1. Bir dönemi anlatan belgesel gibi yazdıklarınız. Acar muhabir ağzı açık bir şekilde dinlemiş SSCB'yi:) Biraz geriden takip ediyorum. İfade tarzınız akıcı ve kolay anlaşılan türden. Üstelik tarafsız bir şekilde ele alıyorsunuz konuları. Fırsat buldukça okuyacağım. Selamlar, saygılar:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginiz için çok teşekkür ederim.. evet mümkün olduğunca objektif ve kolay anlaşılan şekilde yazmaya çalışıyorum.. mazruf zarftan önemli :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke