14- Zaman

 


     Sacit Sami bey, keyifle kadehini eline alıp bir yudum rakı daha içtikten sonra yine düşünceli bir halle konuşmaya başladı; -İşte böyle delikanlı, sana baktıkça senin yaşlarındaki bizi görüyoruz sanki.. Anadolu'nun bir köşesinden okumak, yepyeni dünyalara yelken açmak hevesiyle geldiğimiz, o nisbeten de olsa memlekete demokrasinin geldiğini düşündüğümüz 1950'lerde İstanbul, bugünlere göre çok küçük ama çok şirindi.. zaten o zamanlar memleketin her tarafı da öyleydi ya, yine de biz toy gençlerin gözünde İstanbul, sanki bambaşka bir dünyaya ait masalsı güzellikte bir yerdi.. bizim düşüncemize göre medeniyet, kültür ve ülkenin geleceği, burada oluşturulup buradan memleketin her yöresine dağıtılıyordu.. kısacası, suyun kaynağı İstanbul'du bizim ve hemen herkesin gözünde o zamanlar.. gerçi payitaht artık, bin koca görmüş ama yine de bakire kalmış olan bu kadim ve esrarlı şehir değildi, bu ünvanı artık zorla da olsa, istemeyerek de olsa, resmen Anadolu devriminin başlatılıp yönetildiği, yedi düvele kendisini -zorla da olsa, 'de facto' olarak- kabul ettirmiş olan Ankara almıştı.. ama gönüllerde, -özellikle de İstanbul'da doğup büyümüş, oranın havasını koklamış olanların gönüllerinde-  bu kadim şehir vazgeçilemez olarak payitaht sıfatını hak ediyordu.. başta gazeteler olmak üzere memleketin belli başlı kültür ve sanat insanlarının nefes aldığı yaşam merkezi burasıydı, ve belki de bu yüzden olsa gerek, kendi dar kabuğunu kırıp başka dünyalara ulaşmak isteyen Anadolu gençlerinin ilk tercihi de İstanbul'du.. memur olup devlet kademelerinde yükselmek isteyenler, ya da İstanbul'un labirentlerinde kaybolmaktan korkarak öğrenim gördükleri yer memleketlerine yakın olsun diye düşünenler tercih ederlerdi Ankara'yı yüksek tahsil için.. Ankara öteden beri hep bir memur şehri, ve özellikle de memur çocuklarının yüksek tahsilde tercih ettikleri şehir olmuştur.. bir de, imkanları ancak oranın şartlarına yetenlerin ve devlet tarafından geleceği parlak görülerek ileride devlet kadrolarında kullanılmak üzere burslu, yatılı, veya askeri okullardaki gibi her şeyi devletçe karşılanıp en sadık ve güvenilir elemanlar olarak yetiştirilenlerin -ve ileride genç devrime sahip çıkacak ve onu gözü gibi koruyacak muhafızlar olacak öz evlatların- beyinlerinin ve ruhlarının bu amaçla işlendiği okullara girenlerin şehriydi Ankara.. İstanbul daha dünya şehri, Ankara ise daha öz ve ''milli'' değerlerin şehriydi.. yani kısaca İstanbul her zaman daha hürriyetçi ve liberal, hatta sosyalizme daha yakın, Ankara ise daha muhafazakar, kontrolcü ve devletçi olmuştur.. gerçi Cumhuriyeti kuran kadrolar başlarda devrimci, devletçi ve halkçı olduklarını iftiharla söylerken zaman içinde -her devrimin başına geldiği gibi- bu ilkeler taşlaşmış ve yönetimi elinde tutan elit kesim daha muhafazakar bir görünüm almıştır.. gerçekten müthiş önsezilere sahip olan  Atatürk, bu tehlikeyi de sezmiş ve devrimi gençlere ve onların yeniliğe açık zihinlerine emanet etmiştir ama, ne yazık ki özellikle ondan sonra yönetime gelenler, eldekileri korumak ve sahip çıkmak en azından kaybetmemek gibi bir amaçla da olsa, neticede oldukları yerde takılıp kalmış, sonunda da ister istemez tutuculuğa esir olmuşlardır.. bu konular çok uzun araştırmalar ve tartışmalar gerektiren derin konulardır, ama genel özet olarak bu şekilde söylenebilir.. zaten tüm dünyada geçerli bir kaide de vardır bu devrim konusunda; devrim önce kendi öz çocuklarını yer -özellikle en zeki ve ateşli çocuklarını- .. ne yazık ki bizim devrimimiz de bundan nasibini almıştır.. yönetimi ele geçiren elit kesimin içerisinde kalıp mücadeleye orada devam edecek cesareti olanların çoğu, bir süre sonra suikast bahanesiyle veya başka bahanelerle istiklal mahkemeleri eliyle yok edilmiş, ya da korkutularak sindirilmiş ve susturulmuş, ya da Adıvar'lar, Sertel'ler, Nazım Hikmet ve diğer bir çok aydın insanların başına geldiği gibi memleketten kaçmak zorunda bırakılmışlar, ya da gönüllü veya gönülsüzce sürgün edilmişlerdir.. sınır boylarında öldürülen Sabahattin Ali olayı hala içimizde kanayan yaradır.. daha nice yurtseveri ve yoldaşımızı kaybettik bu yolda, hepsinin hatırası hala içimizde acısını ve canlılığını koruyor.. bu acımasız kader mi diyelim kaide mi diyelim Sovyetler'de ve diğer doğu Avrupa sosyalist ülkelerinde daha zalimane ve şiddetli şekillerde işlemiş, neticede milyonlarca masum cana mal olmuştur.. Avrupa kültüründe ve liberalizmin egemen olduğu batı Avrupa memleketlerinde bereket böyle acı olaylar ya çok az veya hiç mesabesindedir.. bu konu asıl şimdi değineceğim konu ile ilgisiz gibi görünüyor ama yine de bir bağlantı var, düşününce anlayacaksın.. 


     Benim değinmek istediğim konu geçen zamanda nelerin değişmeden devam ettiğini, nelerin de görünüşte de olsa değiştiğini anlatmaktı.. -Jülide; hatırlıyor musun, o delişmen çağlarımızda nasıl da umutlu ve heyecanlıydık değil mi? sanki güzel günler bir adım ilerimizdeydi ve az bir çaba ile biz yaratacaktık o geleceği.. şimdi seksenlerimizi yaşadığımız şu zamanda, geriye dönünce zaman nasıl rüzgâr gibi akıp geçmiş şaşıyorum, sanki henüz dün gibi o günler hafızamda.. zamanın nasıl geçtiğini düşünürken bana öyle geliyor ki; biz sanki bir dağın tepesine tırmanmış da oradan geldiği yollara, geçitlere bakarak, vay be! ne yollar kat etmişiz, buradan bakınca geldiğimiz yol kuş uçuşuyla beş dakikalık bir yer gibi, ama biz ne uçurumların kenarından, ne zorlu sarp geçitlerden geçtik, düşüp yuvarlanma korkusu içinde nefesimiz kesilerek nerelerden ilerlemişiz de buraya ulaşmışız.. şimdi uzaktan hepsine tepeden bakıp geçtiğimiz yolları daha ayrıntılı görüyoruz, ama yine de sanki masallardaki tekerleme gibi, az gitmişiz.. uz gitmişiz.. dere tepe düz gitmişiz... sonra bir de dönüp arkamıza baktığımızda ne görelim! bir arpa boyu yol gitmişiz... işte delikanlı, işin özeti bu.. zaman öyle bir şey işte.. Kur'an'da da yazar ya, zaman görecelidir, size çok uzun gelen zaman tanrının katında ancak bir saat gibidir diye.. çok doğru bir benzetme.. şimdi sen, bir genç olarak önünde çok uzun ve neredeyse bitmeyecek gibi yılların olduğunu düşünüyorsun.. ama bizim yaşımıza gelince anlayacaksın ki, ne kadar kısa sürmüş yaşamımız, aradan geçen onca zaman.. sanki dün gibi derler ya işte aynen öyle.. o kadar uzun sürenin sonunda bir soluk alıp da geriye bakıp, sakince durup düşününce, aradan ne kadar uzun olaylar geçmiş, neler neler sığmış bu hayata! dersin, sonra da zamanı düşünüp sanki göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş her şey diye şaşarsın.. şimdi sana bir türlü geçmek bilmeyen günler, bir de bakarsın ki arkasından atlı kovalamış gibi hızla kaçan yıllara dönüvermiş.. zamanın göreceli olduğunu fizikçiler de formüllerle vesaire ispatladılar.. hele ışık hızında zaman diye bir kavramın kalmadığını, evrendeki kara deliklerden ışık bile kaçamadığı için zamanın da orada donduğunu söylüyorlar.. bunlar bizim şu anki hayal gücümüzü aşan şeyler, ama en azından bu yaşlara gelen bizler zamanın nasıl göreceli bir şey olduğunu, ne kadar yavaş veya hızlı olabileceğinin şartlara göre nasıl değişeceğini hissedebiliyoruz.. -değil mi Jülide? sen ne dersin bu konuda? diye sevgili eşine soru yöneltti Sacit bey.. her zamanki asaleti içinde, adeta bir Buda gülümsemesiyle onları izleyen Jülide hanım da; -Evet, özellikle senin yanında zamanın nasıl geçtiğini anlamak zor.. daldan dala atlıyorsun her zamanki gibi, sana yetişebilmek için koşarken bir bakıyoruz gece yarısı olmuş, dedi.. hep beraber kahkahalar koyuverildi yeniden.. Sacit bey, kolundaki sünnet zamanından yadigar saatine bakarak, -Ooo! gerçekten, yeni gün başlamış bile.. olsun, hava da sohbet de güzel.. senin bir programın var mıydı sormadım Fahrettin?.. şimdi eve de zor gidersin artık.. bu gece daha konuşacak çok konu var.. salonumuzda yatarsın olmazsa.. umarım rahatsız olmazsın, dedi.. delikanlı da; -aman efendim, sizin yanınızda ve böyle güzel bir akşamda, konuşmalar da böyle renkliyken bence zaman geçmesin, dursun isterim.. ben durumumdan çok memnunum.. gerekirse sabaha kadar da otururum burada izniniz olursa, dedi.. Sacit bey de; -bak senin zamanın da başka türlü işlemiş burada.. böylece zamanın göreceliğini pratik olarak da ispatlamış olduk hep beraber dedi ve bu söze de hepsi gülerek ve onaylayarak baş salladılar..


     Sacit bey ve Jülide hanım şimdi geçmişe dalmış gibiydiler.. muhabirimiz de bir yandan bu iki sevimli ihtiyarı izliyor, öte yandan da sözün nereye varacağını kestirmeye çalışıyordu.. Sacit beye göre neredeyse onun içtiğinin yarısı kadar bile alkol almamışken, şu anda kendisini oldukça çakırkeyif hissetmeye başlamıştı.. böyle ortamlarda alkol aldığında çenesi açılır, aklına geldiği gibi konuşur gülerdi.. ama bu sefer öyle olmamıştı.. konular mı ilginç gelmişti sanki, bu iki müthiş insanın karşısında dut yemiş bülbül gibi  mi olmuştu, yoksa meraklı bir öğrencide olduğu gibi yeni şeyler öğrenme heyecanı mıydı, ya da Anadolu gençlerinin genlerine işlemiş olan büyükler karşısında pek konuş(a)mama hali mi sinmişti üzerine bilinmez.. galiba hepsiydi..


     -Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz dikkat ettiysen evlat! dedi Sacit bey bir süre sonra.. şair ne güzel söylemiş; nereye gidersen git yine öz şehrine, -yani kendine- döneceksin diye.. işte biz de dönüp dolaşıp yine kendi hikayelerimize geliyoruz.. inan bencillikten değil bu.. dağın tepesine ulaşmış ve oradan geldiği yolları gören, artık gidecek başka tepe de kalmadığının bilincindeki insanın ruh hali.. biz unumuzu eleyip eleğimizi astık.. daha doğrusu kilede elenecek buğday da kalmadı gibi.. işte biz son kalanları elemekle ve unun nasıl aktığını izlemekle meşgulüz şimdi.. İnsan tuhaf bir varlık.. zaman denen kavramı sadece biz insanlar hissediyoruz sanırım.. ağaçlar, hayvanlar da kuşkusuz zamanın nasıl geçtiğini biliyor ve içgüdüsel de olsa tedbirlerini alıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar, ama sadece insan biliyor önündeki zamanın sınırlı olduğunu, elemekte olduğu buğdayın sonunun da geleceğini, en sonunda her şeyin yok olacağını.. yani her şeyin geçici olduğunu bir insan biliyor bu dünyada.. bir biz biliyoruz diyorum, ama nereden biliyorsun ki? diyeceksin şimdi.. evet, sadece biz insanlar biliyoruz, çünki, bunu bildiğimiz için zamana karşı direnmeye, yok olduktan sonra bile bir şekilde dünyada yaşamaya, kısacası bir şekilde ölümsüzlüğe sahip olmaya çalışıyoruz.. bu amaçla, uzun süre -en azından uzunca bir süre- kalıcı olacağını umduğumuz eserler bırakmaya, bizden sonra konuşulup yâdedilecek güzel anılar bırakmaya, kısacası diğer insanlar bizi en azından bir süre daha unutmasınlar diye bir şeyler yapmaya, yaratmaya çalışıyoruz.. böylelikle acımasızca akıp geçen zamanı yenmeye, bu dünyada bedenen olmasa da isim ve eserlerimizle kalmaya çalışıyoruz.. dinler, özellikle islâmiyet, her şeyin geçici olduğunu, hepimizin bu dünyada çok kısa zaman kalacağımızı, ahiret hayatı diye anlatılan asıl büyük zamana hazırlanmamız gerektiğini anlatıyor.. ama insan, yine de bu dünyada mümkün olduğunca çok kalmaya, deyim yerindeyse ''dünyaya kazık çakmaya'' çalışıyor.. benzetmeye dikkat ettin mi, kazık çakmak.. yani içinde yaşamını sürdürdüğün çadırın -yani bedenin- rüzgardan uçmasın, yüzdürmeye çalıştığın sandalın akıntıya kapılıp sahilden uzaklaşıp kaçmasın, ipe tutunup bir yere ulaşmaya çalıştığın uçurumda yuvarlanıp düşmeyesin diye bir yere kazık çakmak.. ''oyunun sonunda'' sen gitsen de o kazık orada kalsın, senden bir hatıra olarak.. kimi insanlar kocaman binalar yapmak, kimileri uçsuz bucaksız topraklara sahip olmak, kimi altın gümüş ziynet sandıkları doldurmak, kimi para, hisse senedi vesaire biriktirmek.. hemen herkes karıncalar misali bir şeyler toplayıp geriye bırakmak istiyor bu amaçla farkında bile olmadan.. bu düşüncelerle bakıyorum da; sanırım biz de mücadelemizi, idealimizi ve onun için yaptıklarımızı bırakmak istiyoruz geriye.. oğlumuz ve kızımız, sanırım bu topraklarda geriye bir şeyler bırakmanın değersiz ve anlamsız olduğunu düşündüler.. ama onlar da kurdukları kendi dünyalarında bir şeyler bırakacaklar şüphesiz.. herkesin seçimi kendisine has.. bizim neyi bırakmak istediğimizi aşağı yukarı anlatabildik değil mi?.. -doğru ifade ettim mi Jülide? ne diyorsun? dedi, sevgili hayat ve mücadele arkadaşına şefkat ve gülümseyerek bakarken.. Jülide hanım da, - bu kadar sözden sonra sonunu iyi bağladın doğrusu.. sanıyorum her insan gibi bizim de bazı defolarımız var, öyle görünüyor.. dedi, ve ikisi birden yine kahkahaları koyuverdiler..


     Sacit bey, -işte sonunda sadede gelebildik sevgili Fahrettin.. bu; uzun zamandır düşündüğüm, ama rakının da yardımıyla ifade edebildiğim fikrimi yani amacımı anladın, ve bu konuda sana da bazı görevler düşüyor, görüyorsun değil mi?.. hazırlan bakalım şimdi bundan sonra geleceklere!.. ama korkma, seveceğin görevler olacak bunlar.. neticede bir bakıma sen de bizim üzerimizden bir eser bırakmış olacaksın şu ''yalan dünyaya''.. mutlaka sonra da sen kendi eserlerini yapar, yaratır ve yazarsın inşallah.. umarım senin de bahtın açık olur, sen de bir Fahrettin bulursun kendine yardımcı olarak bu yolda.. dileğim budur.. şimdi kulaklarını ve gözlerini iyice aç ve hazır ol bakalım göreve!.. dedi...




                                                      *                         *                        *






     

Yorumlar

  1. Hikayenin en heyecanlı kısmına geldik:) Bakalım, Sacit Bey nasıl bir kazık çakacak dünyaya?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kendisinden beklentilerimiz yüksek, ona yakışan bir şey olmalı.. :)

      Sil
  2. "Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz dikkat ettiysen evlat! dedi Sacit bey bir süre sonra.. şair ne güzel söylemiş; nereye gidersen git yine öz şehrine, -yani kendine- döneceksin diye.. işte biz de dönüp dolaşıp yine kendi hikayelerimize geliyoruz.. inan bencillikten değil bu.. dağın tepesine ulaşmış ve oradan geldiği yolları gören, artık gidecek başka tepe de kalmadığının bilincindeki insanın ruh hali."
    İşte bu çok ilginç..
    Bende lmayan bir duygudur bu kazık çakma isteği. Neden bilmiyorum, tembellikten de olabilir hakikaten dünya varlığına pek ehemmiyet vermemekten de, rüzgarlı havada kendimi kaybetmiş de olabilirim ama nedeni nasılını pek anlamadan evet pek kazık çakma isteği yok nedense bende.. Olmalı mı onu da bilmiyorum. Çocuklar yapmak bile sırf keyiflidir onları izlemek diye düşündüğümden, merakımdan oldu :/ Ama aynı zamanda bende diğer insanlardan çok daha derin ve kaygılı bir anlam arayışı da var hayata dair, belki de bu kazıkları çakamadığım içindir.....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bence az veya çok her insanda var bu ''sonrasına bir şeyler bırakma'' isteği.. ama belki de çoğumuz farkında değiliz.. meselâ günümüzde elektronik iletişim, eskiden mektuplaşma, hatta edebiyata yönelim bile bu isteğin karşılanması diye düşünülebilir.. mağara insanının duvara resimler çizmesi veya el izini bırakmasından da anlıyoruz ki ''ilkel'' insanlarda bile hayvanlardan ayıran bir özellik bu.. Arkeolojiye amatör seviyede kalsa da merakım vardı.. bu da insanların geleceğe neler bıraktığını araştıran bir bilim dalı.. örneğimizde olduğu gibi Sacit bey, Jülide hanım, hatta Fahrettin bile bu çaba içindeler.. belki de insanlar kaygılarından uzaklaşmak için yapıyordur bunları, bilemiyorum.. paylaşmak güzel şey...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke