16- Âşiyân'da

 



     Horoz sesleriyle ve günün ilk ışıklarıyla, mutluluk ve huzur ile gurur karışımı bir duygu hali içinde gözlerini açtığında, çocukların yatak odasındaki bu küçük somyede çok güzel bir uyku çektiğini düşündü acar muhabirimiz.. dolu dolu ve oldukça da uzun sürdüğü halde, ona büyük bir kıvanç ve mutluluk duyguları yaşatan gece, artık eve gidecek zamanın çok geçmesi, o saatte bırakın her hangi bir aracı, bundan da öte, eve dönecek  bedeni gücünün olmaması yüzünden, ister istemez ve daha çok da sevinç ve minnettarlıkla Jülide hanımın önerisini kabul etmiş ve artık amerikaya göç etmiş olan oğullarının halen o haliyle kalmış olan odasındaki küçük somyede yatmayı kendisi için büyük bir şeref olarak görmüştü.. işte şimdi böyle güzel bir gecenin sabahında, burnuna gelen taze ekmek kokusu ve dışarıdan gelen kuş cıvıltıları ile sanki memleketinde, ana baba evindeki kendi yatağında uyandığı hissine kapılmıştı.. adeta baba ocağının huzuru aynen bu evde de hissettiriyordu kendini.. Jülide hanım galiba erkenden kalkmış, çayın altını yakmış, kahvaltı masasını hazırlamış, hatta ekmekleri bile kızartmıştı.. içeriden gelen tıkırtılardan ve kokulardan olsa gerek, mutlu bir aile ortamında olduğu hissi ile doluydu.. bir süre daha bu güzel duyguyu yaşayarak yatak keyfi yapmak istedi, ama sonradan bunun bir şımarıklık olacağını düşünerek hemen kalkıp toparlanmaya karar verdi.. üzerini değiştirip, yatağını düzeltip sabah temizliğini de çabucak yaparak salona yöneldi..


     Mutfakta Jülide hanım alışmış hareketlerle ve bir çerkez kızı mahareti ve kıvraklığı içinde adeta dans eder gibi hareket ediyor,  bir yandan yiyecekleri hazırlıyor, öte yandan da verandadaki mermer masaya kahvaltılıkları yerleştiriyordu.. Sacit bey de her zamanki alışkanlığı ile tabakları bardakları  hazırlama işinde eşine yardım ediyordu.. delikanlı; -günaydın efendim! nasılsınız? deyince ikisi birden ona dönerek, -günaydın oğlum, iyi uyuyabildin mi? erken kalkmışsın, galiba bizim gürültümüzden oldu, keşke daha uyuyabilseydin dediler, bir anne baba sevecenliği içinde.. delikanlı da, -hayır efendim uykum yetti de arttı bile, çok uzun zamandır bu kadar güzel ve derin bir uyku uyumamıştım, çok sağolun, bana çok güzel bir gece yaşattınız, sanki memleketimde baba evinde gibi hissediyorum kendimi dedi.. Sacit bey ve Jülide hanım da; -çok memnun olduk, her zaman evimize gelebilirsin, artık bir anne baban da burada, öyle hisset, dediler.. Sacit bey, -delikanlı! bugün kahvaltıdan sonra sana güzel bir sürprizimiz daha var.. hele kahvaltımızı yapalım öyle söyleyelim değil mi Jülide? dedi.. ama Jülide hanım, -hayır Sacit, merakta bırakmayalım Fahrettin'i, zaten çok büyük bir olay da değil bu sürpriz dediğin şey, buraya zaten çok yakın olan Aşiyan'a gideceğiz kahvaltıdan sonra, işte sürprizimiz bu.. ne dersin? hoşuna gitti mi? dedi.. acar muhabirimiz de, -çok güzel bir fikir, kaç yıldır İstanbul'da yaşadığım halde henüz görmediğim için dün gece daha da üzüldüğüm Aşiyan ve orada yatan Tevfik Fikret'i ziyaretimiz bu muhteşem gecenin sonundaki günün taçlandırılması olacak.. çok çok sağolun! dedi.. böylece verandada sevinçli ve mutlu bir kahvaltı başladı.. delikanlı heyecan ve sevinçten olsa gerek masada ne varsa silip süpürdü adeta.. sonra hep beraber ortalığı topladılar ve Aşiyana doğru yola koyuldular..


     Sacit bey küçük bir açıklama yapayım diye söze başladı; Asiyan dediğimiz yer Rumelihisarı semtinde bulunan bir ev aslında.. ama Aşiyan, zamanla Rumelihisarı bölgesindeki semtin adı oldu sonraları.. gerçekte buraya o adı veren kesinlikle Tevfik Fikret'tir.. farsça ''kuş yuvası'' mânâsına gelen Aşiyan, gerçekten de Tevfik Fikret'in hayatının önemli bir kısmını geçirdiği, çok meşhur şiirlerini burada yazdığı, sonraları da topluma ve yaşadığı çağa küsüp adeta inzivaya çekildiği, -bu meseleye fırsat bulursam müzede değineceğim, böylece oranın havasını daha iyi anlamış oluruz-, kısacası hayatında çok önemi olan, görece kısa da olsa -9 sene- yaşadığı, ama çok sevdiği bir yermiş.. bu bölge o zamanlar kuş cıvıltılarından başka ses duyulmayan, bol ağaçlı, uzaktan Boğaziçi'ni gözleyen, adeta yemyeşil ormanlık, sakin bir ortammış.. aslında Bebek ile Rumelihisarı arasında kalan bölgede bir de Aşiyan mezarlığı vardır, 16.yüzyıldan beri o bölgede yaşayan müslüman halkın, ve özellikle başta Halvetiye olmak üzere bazı tarikat mensuplarının gömülü olduğu bu muhteşem manzaralı mezarlığa, zamanımızda, daha çok, önemli sanat, edebiyat ve düşünce insanlarımızın defnedilmesinden dolayı, artık çok meşhur ve değerli kişilerin yattığı bir mezarlık olarak bilinmektedir burası. zaman bulur da gidersen sanat ve edebiyata damgasını vurmuş bir çok değerimizin burada ebedi uykusunda olduğunu görürsün.. o zamanlar, yani 1900'lerin başlarında, Tevfik Fikret, bizim şimdi artık çok değerli bir bölge haline gelmiş olan gecekondu mahallesinde yaptığımız evimize de oldukça yakın olan bir yerde, öğretmenlik de yaptığı Robert Kolejin yakınlarında aldığı arsa üzerine, planlarını da bizzat kendisi çizerek yaptırdığı evine Aşiyan ismini vermiştir.. belki de bundan olsa gerek zamanla bu isim, bu semte damgasını vurmuş olsa gerek.. günümüzde artık Belediye tarafından satın alınıp restore edildikten sonra, sanat ve edebiyat müzesi olarak görev yapan bu evde, Tevfik Fikret'in eserleri, yaptığı tablolar ve kişisel eşyaları sergilenmektedir.. aslında Fikret, vefat ettiğinde, önce aile büyüklerinin medfun bulunduğu Eyüp Sultan mezarlığındaki aile kabristanına defnedildi, binanın İstanbul Belediyesi tarafından alınıp restore edilmesinden sonra, mezarı da aile kabristanındaki yerinden alınarak 1961 de müzenin bahçesine taşınmıştır. bu tarihten sonra da önceden adı Edebiyat-ı Cedide müzesi olan binanın adı, Aşiyan Müzesi olarak değiştirilmiştir.. diğer bilgileri müzede veririm oğlum.. şimdi artık yola koyulalım dedi.. işte Jülide hanım, Sacit bey ve çiçeği burnunda, ama kendisinden çok şeyler beklenen acar muhabir/araştırmacı yazar ve gazeteci Fahrettin, bugün bu müzeyi gezecekler ve o istibdatla geçen, sonra da başka bir hayal kırıklığı ile devam eden bir şair ömrünün hatıralarını bu mekanda hissetmeye çalışacaklardı..


     Gerçekten de günümüzde arsa ve rant değeri çok yükselen, bu yüzden de huzurları kaç-ırıl-an bu gecekondu mahallesi, Âşiyan'a kuş uçuşu olarak yakın gibi görünse de artık otoyollar, yan yolları, geçitler yüzünden yürüyerek biraz uzunca bir mesafe alıyordu.. ama iki ihtiyar delikanlı Tevfik Fikret'in evine gitmek sebebiyle olsa gerek, sanki uçarak yol alıyorlardı.. genç muhabirimiz de onlara ayak uydurdu ve bu güneşli ve güzel İstanbul havasında konuşa güle, Robert Koleji de geçtikten sonra sonunda Aşiyan'a ulaştı üç yoldaş..


     Evin konumu gerçekten nefisti.. uzaktan Boğaza hakim, güzel bir bahçe içinde, günümüzün görgüsüzlerinin şatafatlı evlerine kıyasla son derece huzur verici, sade, ama zevkli bir mimariye sahipti.. ağaçlıklı şirin bir bahçe içindeki Müzenin giriş katında, ilk girişten itibaren kısaca özetlemek gerekirse, Salon bölümünde şairin kişisel eşyaları ve balmumundan yapılmış heykeli vardı.. duvarlarda Osmanlı şehzadesi Halife Abdülmecid Efendi'nin, Şairin Sis adlı şiirinden etkilenerek yaptığı ''Sis'' adlı muhteşem tablosu ile Şairin kendi eseri olan ''Krizantemli Vazo'' ile ''Nazime Hanım Bebek Sırtlarında'' isimli tabloları vardı.. ayrı bir köşede de, şairin babası Hüseyin Efendi'nin eşyaları ve oğlu Haluk'a ait fotoğraflar bulunuyordu.. Fikret'in dinlenme odası olarak kullandığı oda, ''Edebiyat-ı Cedide bölümü'' olarak adlandırılmıştı ve burada da Fikret'in yakın dostlarının fotoğrafları ve Recaizade Mahmut Ekrem'in yine Abdülmecid Efendi tarafından yapılmış tablosu bulunmaktaydı.. evin kuzeyinde yer alan odalar ise ''Abdülhak Hamit Tarhan bölümü'' olarak adlandırılmıştı.. burada da bu büyük şairin ölümünün ardından eşi tarafından İstanbul Belediyesine bağışlanan eşyaları ile yine Şehzade Abdülmecid tarafından bire bir boyutlarda yapılmış bir tablosu bulunmaktaydı.. binanın üst katında olan çalışma odasında Fikret'in kütüphanesi, yazı masası, otoportresi ve hat levhalar sergilenmekteydi.. Yatak odası ise Fikret'in vefat ettiği yer olup, Mihri Müşfik Hanım tarafından ölümünün hemen sonrası alınan yüz maskı da bu odada bulunmaktadır.., Yemek odasında şairin ailesine ait yemek takımları ile şairin yaptığı natürmort tablolar bulunmaktaydı.. ayrıca müzede Şair Nigar bölümünde şairin oğlu tarafından müzeye bağışlanan eşya ve arşiv ile kütüphanesinin bulunduğu bir bölüm ve mutfak ve çamaşırhane de bulunmaktaydı.. Tevfik Fikret'in 1961 de taşınan mezarı da bahçede bulunmaktadır..(bu bilgiler Vikipedi'den derlenmiştir)

     Yukarıdaki bilgileri Sacit bey ve Jülide hanım'dan dinleyerek müzeyi dolaşan acar muhabirimiz, Sis adlı şiir hakkında bilgi sahibi olmadığını itiraf etti iki eski tüfek büyüğüne bahçedeki Şairin mezarının başındayken.. Sacit bey; -Bak oğlum, Fikret bu şiiri gönlünden kopan büyük bir acı ile yazdığında, İstanbul'un sıklıkla görülen sisli bir gününden esinlenmiş, gerçekte ise o zamanlar Abdülhamid istibdatının en acımasız günleri olduğu için memleketin boğucu bir sis gibi bütün ruhlara yapışmış, umarsızlık ve zulüm altında kalmış karanlık halini anlatıyor.. o korkunç zamanlarda, gazetelerde en ufak bir muhalefet yazısı veya bambaşka sebeplerle ortalıkta kol gezen ispiyoncuların jurnallemesi sonucu, bir çok aydın vatansever kendisini hapislerde, sürgünde veya gizli işkencehanelerde buluyordu.. bu duruma dayanamayan bir çok aydın batı ülkelerine, özellikle de Paris'e kaçıp oradan yazılarıyla mücadeleye devam ediyorlardı.. sansür yasası neredeyse aile ortamına kadar ulaşmış ve herkes korku içindeydi.. bugünlerdeki benzer durumlar ne kadar ilginç değil mi?.. işte Fikret, bu şiiriyle bu duruma lanet okuyor, memleketin başına inatçı bir sis gibi çöken o karanlık günlerin acılarını haykırıyordu.. bu şiir çok kısa zamanda elden ele dolaşmaya ve ezberlenmeye başladı.. bugünün dili ile yapılan çevirileri de var, ama o zamanki dille yazılmış bu şiir o günleri çok güzel anlatıyor ve şairin karamsarlığının en koyu zamanlarının şahidi oluyordu.. bu arada ilginç bir gözlemimi de söyleyeyim.. bütün bu şiirler, gazeteler veya elden ele dolaştırılan risaleler hatta jurnalcilerin tüm kötülüklerine rağmen Abdülhamid Şaire neredeyse dokunmamış, hatta işinden ekmeğinden bile ayırmamıştır onu.. Şairin aşırı dürüst, kimseden eyvallahı olmayan biri olduğunu padişah da çok iyi biliyordu.. bu kızıl sultan mıdır, yoksa ulu hakan mıdır hâlâ hangi tarafı doğrudur, gerçektir tartışmaları devam eden padişah da işte böyle ilginç bir adamdı.. hatta Avrupa'ya kaçan bir çok aydını da istese öldürtebilir veya başka şekillerde susturabilir gücü olmasına rağmen onlara da dokunmamış, hatta çoğuna yabancı ülkelerde sefil olmasınlar diye maaş bile bağlamıştır.. işte burası bana çok ilginç geliyor, şimdiki müstebitlerin, diktatör müsveddelerinin, hatta en ufak bir mevki elde edince etrafına ve düşman olduklarına kan kusturmaya çalışan muhterislerin halini ve yaptıklarını görünce, acaba hangisi kızıl sultanmış, zalimmiş diye düşünmeden edemiyorum doğrusu.. aradan yüz seneden çok zaman geçti değişen pek bir şey olmamış, bir arpa boyu yol gitmişiz ancak diye de hayıflanıyorum..-değil mi Jülide? diye mezarın başında düşünceli bir halde duran eşinin elini tutarak sordu.. Jülide hanım da üzgün ve yorgun bir bakışla onayladı onu.. 


     Biraz daha müzenin bahçesinde ve şairin mezarının başında derin düşüncelere dalarak vakit geçirdiler.. sessizliği ve bu karamsar havayı yine Sacit bey bozdu; -Eveeet! işte böyledir bu işler.. bu memlekette yaşayıp da biraz da duygusal, diğerkâm olursan olacağı budur.. biz çok üzgün, yorgun, enerji ve moral olarak tükenmiş olduğumuz zamanlarda işte buraya gelir, Şairin yaşadığı o acı dolu günleri, insanların ne kadar umutsuz oldukları zamanları, adeta bugünün deyimiyle dibe vurmuşluk hallerini hissetmeye çalışır ve bundan kendimize de bir pay çıkararak, kendi halimizin o zamanlara göre çok daha iyi olduğunu, üzülmeye, pes etmeye hakkımızın olmadığını görür ve  buradan bilenmiş ve moral bulmuş, güçlenmiş olarak ayrılırız.. ne yazık ki son zamanlarda yine burayı ziyaret sıklığımız artmaya başladı.. sen de hissettin mi Fahrettin, burada bizim duyduklarımızı ve çıkardığımız sonuçları? diye bu kez acar muhabirimize yöneltti bakışlarını.. onları dinlerken o zamanları da gözünde canlandırmaya çalışan acar muhabirimiz, yaşı ancak 12 eylül darbe dönemi ve ondan sonra gelen ve bir türlü bitmeyen çalkantılı zamanları yaşamaya yettiği için, hayâlinde tam canlandırmasa da, büyüklerinden duyduğu hikayeleri ve biraz da o işkenceleri çekmiş, o mücadeleleri vermiş insanların yazdıklarından aklında kalanları düşünerek, -Evet efendim, bu memlekette aydın olup da özellikle de ödün vermez, ilkelerinden ölse bile dönmez olan insanların başına gelenleri burada ve içerideki hatıraları ve eserleri izlerken daha iyi hissettim. her ne kadar empati yeteneğimden pek de emin olamasam da, sanki bu ortamlarda hâlâ o istibdat döneminin soğuk havası esiyordu.. ama dediğiniz gibi, buna rağmen, umut ve direnç gücü de veriyor bu mekân insana.. yarından tezi yok o dönemi ve ondan sonraki baskı, sansür ve antidemokratik uygulamaları bol dönemleri ve o zamanlarda verilen mücadeleleri anlatan eserleri okuyacağım. okulda sansür ve baskı dönemlerini anlatan hocalarımız ve bu konuda neler yapabileceğimiz konusunda fikir tartışmaları olmuştu biraz, ama insan pratiğini yaşamadıkça bunun ne demek olduğunu tam anlayamıyor.. o baskı ortamında bile insanlar elden ele yaydıkları kağıt parçalarıyla, yasaklı gazeteleri basıp paylaşma yoluyla ne kadar güçlü savaşlar vermişler.. bugünün internet ortamında, haberlerin ışık hızı ile yayılması karşısında baskıcı rejimlerin işi zor, bence beyhude çabalıyorlar.. ama bunun bir de öte tarafı var.. özellikle günümüzde insanlar  rahatlarına, kişisel özgürlüklerine düşkün ve üstüne tuzu kuru iseler savaşmak yerine sıvışmayı tercih edebiliyor.. bir avuç mücadeleci insanın başına gelenleri, sanki film seyreder gibi, -bana bir şey olmaz!, -konuşmasaydı onlar da!, -bu millet için değmez!, hatta -oh! benim başıma gelmedi ya neyse ki , yazık onlara ama, ben halime şükredeyim durumum iyi! gibi değişik tepkiler veren insanlar beklenenden çok sayıda bence ne yazık ki.. bence onların bir kısmı durumun tam farkında değil, ama bir kısmı da neme lâzımcı, hatta kraldan kralcı tipler.. bunlar da artık psikolojinin konusu.. ama anladığım kadarıyla tüm dünyada böyle bir eğilim ve yönelim var özellikle genç kuşaklar arasında.. belki de onlar uzun zamandır bu çabaların sürmesine rağmen hâlâ pek değişen bir şey olmadığını görerek havlu atmış durumdalar.. bu durumda yine biz basın mensuplarına çok iş düşüyor bu konuda.. son gücümüzle bu yanlışlıkları göstermeye, insanları uyarmaya çalışmalıyız.. ya da bunları yapmıyorsak haberciyiz, gazeteciyiz, hatta aydınız dememeli, her şeyden uzaklaşıp gününü gün etmeye, hedonist felsefeye uymaya çalışmalıyız.. dedi.. Sacit bey de - Bak işte delikanlı sende o ateşi görmekle ne kadar haklıymışım.. hemen felsefesini bile yaptın bu işin.. görüyor musun Jülide; bu gençte gelecek var diyordum. haklı değil miyim? dedi.. delikanlı da -aman efendim teveccühünüz.. dedi.. bu söze de hepsi gülerek karşılık verdiler.. bu güzel gezi de bu üçlünün bataryalarında taze enerji depolanmasıyla, böylece yüreklerinde yeni bir güç ve savaşım azmi ile dolmuş olarak ve yere daha sağlam adımlarla basarak müzeden ayrılmalarıyla sona erdi... önlerinde daha yapacak çok şeylerin olduğunu, ama bütün bunlar için de yeterince enerji ve azme de sahip olduklarını çok iyi biliyorlardı...




                                                     *                          *                             *    




                                                                        SON SÖZ      



     Edebiyatçı değilim, öyle bir hevesim de yok, ve buna yetecek güç ve birikimim ve dahası zamanımın da olmadığının farkındayım.. sadece amatör bir Blogger olarak bu yazı dizisini burada bitirirken bazı duygu ve düşüncelerimi de ifade etmek istiyorum..

     Bu yazı dizisini yazmaktaki amacım, bu coğrafyada idealleri ve kendilerini içinden çıktıkları toplumlarına borçlu hissettikleri için, güçlü olan ve bu gücü de elinden bırakmak istemeyen zalim insanlarla amansız mücadelelere giren -ve çoğu zaman da yenilen-, hatta yenileceğini de bilerek bu yola giren; öncelikle, bugün hatıraları bile bilinmeyen veya unutulan, isimsiz binlerce kahraman insanın hatıralarına, onların içinde toplumda biraz daha bilinen ve öne çıkmış olan, -ve kendi okumalarım ve düşüncelerim sonucu birer kahraman olarak gördüğüm-, Mithat Paşa, Tevfik Fikret, Halide Edip ve Adnan Adıvar, Suat Derviş, Sabiha ve Zekeriya Sertel, Cevat Şakir, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Hasan Âli Yücel, ve şu anda adını hatırlayamadığım, bu ülke için ve idealleri için acı çekse de, horlansa veya hakir görülse de, savaşımlarından bir an bile geri çekilmeyen nice memleket evladının hatıralarını yâd etmek, onların yaptıklarını ve hayallerini saygı ile anmak, onlara çam sakızı çoban armağanı kabilinden küçük bir demet çiçek sunmak istedim.. yazdıklarımı naif, iyimser veya hayalci bulabilirsiniz.. haklı da olabilirsiniz.. kahramanların neden özellikle solcular? da diyebilirsiniz.. sağcı bildiğimiz (aslında o da başlarda marksist idi, ama dürüst ve objektif olduğu için yanlışlara göz yummadı ve ister istemez o da aynen Fikret gibi insanlardan uzaklaştı ve inzivaya çekildi, ama hiç bir zaman çalışmaktan, araştırmak ve yayınlamaktan uzaklaşmadı) Cemil Meriç'in bir sözü var (aklımda kaldığı kadarıyla) ; -Bak delikanlı! Bu memlekette ne sağcılık, ne solculuk mücadelesi olmuştur.. bu memlekette sadece ve sadece doğru ile yanlışın, iyilikle kötülüğün, dürüst ve mert olanlarla , sahtekâr ve soysuz, şerefsiz olanların mücadelesi olmuştur.. gerisi boş lâftır...işte ben de bir amatör olarak ve o ruhla, elimden geldiğince bu yazı dizisinde bu insanları ve savaşlarını anlatmaya çalıştım.. bu arada itiraf edeyim, solculara ve ''sol''a kendimi daha yakın hissediyorum.. solu daha insancıl, daha medeni, daha idealist ve diğerkâm olarak gördüm ve bildim.. o yüzden o taraftayım, ama inanıyorum ki ''sağ'' içinde de mutlaka böyle insanlar vardır.. en azından geleneklerine sahip olma açısından muhafazakâr ve dinî inancı açısından kendisini orada gören insanların olduğuna inanıyorum -bu arada dinî inancı gerçekten sağlam insanların aslında solcu olmaları gerektiğini de düşünüyorum- , netice olarak burada ben idealleri için her şeye katlanmış, hâlâ da çabalamaya devam eden insanların hayatlarına bakarak böyle bir yazı dizisini ortaya çıkardım.. görüşlerim ve çıkarımlarım sadece beni bağlar.. kimseye de şu iyidir, böyle düşünmeyen yanlış yoldadır, sapmıştır falan demiyorum.. amacım, her şeyin gittikçe daha sıkıntılı zorlu dönemlere gittiği bu devirde, hayâlen de olsa, güzel şeyler yapan, en azından yapmaya çalışan iyi niyetli ve dürüst insanların her zaman olabileceğini, olması gerektiğini söylemeye çalışıyorum.. takdir okuyanlarındır.. sözü yine yukarına anlatmaya çalıştığım insanlara örnek olan muazzam bir kişiden, yani Tevfik Fikret'ten aldığım çok güzel bir şiirinin son mısraları ile bitirmek istiyorum;

    


                                         Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma;   

                                         Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.






                                             *                            *                           *











                           

Yorumlar

  1. Tadı damağımda kaldı... Elinize, emeğinize sağlık. Fahrettin'i merak ediyordum. Eğer Sacit Beyin fikirleri doğrultusunda yoluna devam etseydi diğer pek çok iyi insan gibi Silivri'de olurdu muhtemelen. Yazınızın son bölümünde "hedonist felsefeye uymaya çalışmalıyız." cümlenizde "uymaya" değil de "uymamaya" sözcüğünü kullanmak istediğinizi sanıyorum. Hem keyif aldım yazınızdan, hem de bilgilendim. Teşekkür ederim, sevgiler, saygılar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ediyorum ilginiz ve mültefit yorumunuz için.. maalesef Fahrettin'in durumu bence Sacit beylerin durumundan daha zor.. onlar o şartlarda, yani idealizmin henüz bu kadar gerilemediği, ülküsü uğruna her şeyini feda etmenin anlayış ve takdirle karşılandığı o mücadele yıllarında yaşadılar ve yaptıklarına anlam verebildiler.. Fahrettin bu çağda ne yapacak? veya yapabilir?.. büyük ihtimalle hedonizmin kollarına atacaktır kendisini.. zaten, sizin gibi yapamazsam günümü gün etmenin, hedosnistçe yaşamanın peşine düşmem gerekir diye bir çıkarsamada bulunmuş bile.. yol ayrımında olduğunu hissediyor ama bakalım zor yolu mu seçecek yoksa şatafatlı, zengin ve ''akredite'' olmanın yolunu mu?

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke