Mücadele

 



                                                          Hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey 

                                                             vardır, galip olmak, mağlup olmamak..            Mustafa Kemal 

                                                                    Atatürk. 18.03.1923 Tarsus'da Gençlerle konuşma


                                                          Bu dünya hayatı, sadece bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş,

                                                          aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından

                                                          ibarettir...                    Kur'an, Hadid suresi 20. ayet


                                                           Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa.. Âşık Veysel..



     Mücadele kelimesini çok kullandığımı fark ettim geçenki yazı dizisine bir defa daha bakınca.. şimdi de acaba bununla neyi kast etmişim, ya da okuyanlar ne demek istediğimi çıkarmışlardır diye düşünmeye başladım.. ana kahramanımız Sacit Sami bey ve eşi Jülide hanımın mücadele ile geçen hayatı... o idealizm zamanlarında benzerleri gibi bir çok değerli, kişilik sahibi, duyarlı insan, hayatları boyu mücadele etmişler neredeyse, ve ne acıdır ki, ve nedense, çoğu umdukları sonuca ulaşamamışlar, başardıkları anları pek görememişler.. yukarıda bir konuşmasından aldığımız  Atatürk'e ait cümle de mücadeleyi konu almış, ve ne iyi ki o, mücadele dolu bir hayatta başarılı olan ve  beklediği sonucu görebilen nadir insanlardan biri.. ama, o bile hayattan tüm beklentilerini karşılayabildi mi acaba? dersek pek olumlu cevap veremeyiz sanırım.. ama, yine de en yüksek oranda, tümü olmasa bile çoğu ideallerini gerçekleştirebilmiş kişilerin önde gelenlerinden biridir diyebiliriz rahatlıkla onun için.. 


     Bir de hemen onun altına aldığım, Kur'an'da bir çok yerde de tekrarlanan ve başka başka cümleler halinde de olsa aynı şeyi anlatmak isteyen diğer bir görüş var.. hayatın geçici olduğu, zamanın çoğunun değersiz işlerle ve hevesler peşinde harcandığı, bütün bunların sonucunda da elde hiç bir şey kalmayacağını, asıl önemli olanın ahiret hayatı dediğimiz, son defa yapılacak asıl hesaplaşma sonrası yaşanacak olan hayatın değerli olduğunu ifade eden görüş.. düşününce her ikisi de doğru geliyor bana.. şimdi bu iki düşünceyi de doğru kabul edersek bir çelişkiye düşmüş olmuyor muyuz acaba? ilk bakışta öyle görünüyor.. ama cümleleri iyice okuyup düşününce ikisi de kendi bakış açısından haklı diyorsunuz.. ikisi de bu dünya hayatından bahsediyor.. birinci cümle dünyada yaşanan hayatın asıl amacının galip gelmek olduğunu, verilen mücadelenin ayakta kalmak, hatta galip gelmek(?) olduğunu, mağlup olanın yani altta kalanın canının çıkmasının beklenen bir sonuç olduğunu, dolayısıyla da galip gelmekten yani verilen mücadeleyi kazanmaktan başka çare olmadığını ifade ediyor.. bilimsel gelişmeler ve özellikle Darwin kuramı da bunu anlatıyor zaten.. buna göre hayatta amaç, mümkün olduğunca ayakta kalmak, bedeni güçlü tutup zorluklarla ve tehlikelerle başa çıkmak, yaşamını sürdürmek ve çoğalarak neslini devam ettirmek, dolayısıyla da ölüme karşı bir şekilde kendi bedeni olmasa da kendisinden bir şeyler kattığı bedenler aracılığı ile direnmek, bir çeşit ölümsüz olmak.. ama Atatürk, bence başka bir şeye daha işaret ediyor; galip gelmek.. en azından mağlup olmamak.. acaba bununla neyi kast etmiş olabilir? savaş, ya da bir oyun da olsa amaç kazanmaktır.. en azından yenilmemektir.. bunu mu demiş acaba.. burada hayatın, daha doğrusu bu dünya hayatının bir oyun olduğu akla geliyor.. dolayısıyla mesele, bu ''oyunu'' ciddiye alıp, mutlaka galip olmak mı gerekir, yoksa bunun neticede bir ''oyun'' olduğunu düşünüp, sonunda centilmence el sıkışarak kazananın tebrik edilmesi yeterli midir sorusu akla geliyor.. ama bu ''oyun'' pek de hafife alınacak bir oyun gibi durmuyor.. yenilince yenene esir olabiliyorsun, sömürge veya vergi verir hale gelebiliyorsun, ya da daha onursuzca sonuçlara katlanmak durumunda kalabiliyorsun.. o halde ne yapıp edeceksin, yeneceksin.. en azından yenilmeyeceksin.. emir alır, boyun eğer durumda olmayacaksın, ''istiklali tam'' olacaksın.. bu da doğru ve onurlu bir davranış.. peki herkes yenecek değil ya.. birileri de yenilecek değil mi?.. yenen olmak istiyorsan birilerini yenmek zorundasın.. ne yenen ne de yenilen olmasa ne güzel olurdu değil mi.. neyi paylaşamıyoruz ki?.. yeryüzü tüm canlılara yetmiyor mu?.. demek ki yetmiyor.. mesela aslan var.. hayatta kalmak için birilerini öldürüp yemesi lazım.. galip gelemezse kendisi yem oluyor neticede.. aslan da ot yeseydi, canlı öldürmeseydi keşke.. ama ot da bir canlı değil mi? o ne yapacak?.. üstelik kaçmak ya da savaşmak imkanı da yok.. onun yapacağı tek şey, bir an önce tohumlarını saçıp neslini devam ettirmeye çalışmak.. neticede tüm canlılar önce ayakta kalmak, sonra da nesillerini devam ettirmek için çoğalmaktan başka bir şey yapmıyorlar bu ''yalan dünya'' da.. Darwin, sadece güçlü olanın, daha doğrusu uyum sağlayanın neslini devam ettirebildiğini bulmuş o kadar.. peki insan türü ne yapmış bu gerçek karşısında?  insanoğlu da tek başına çok zayıf kalacağını bildiği için bir ''lider'' arkasına takılıp toplum olarak mücadele etmeyi akıl etmiş.. böylece sürekli rekabet, hatta savaş halinde olan topluluklar oluşmuş.. aşiret düzeni de, gelişmiş ''modern'' devletler de, aslında aynı amaçları güdüyorlar.. ana düstur şu; rahat etmek için başkalarının rahatını kaçıracaksın.. politika, diplomasi, uluslararası ilişkiler, askerlik ve kamusal düzenler hep bu amaçla kendi topluluklarının refahı ve ayakta kalması için kullanılan yöntemler.. neticede orman kanunu geçerli, aslan öldürecek yiyecek, tavşanlar kaçacak, çok üreyecek.. tabiat kanunu, Darwin kanunu, ne dersen de.. aynı şeyin çeşitli şekillerde söylenişi...


     Peki Sacit Sami ve benzerleri neyin ''mücadelesini'' veriyorlar, ne istiyorlardı acaba? burası işte derin mesele.. ''ne ezen ne ezilen.. insanca hakça düzen'' diye bir zamanlar biz o zamanki gençlerin de çok sevdiği bir slogan vardı.. rahmetli Ecevit, o şair kişiliği ve nezaketiyle adeta hepimizi büyülemişti.. biz bu sözü çok sevmiştik.. bu sözle biz; kimsenin kimseyi sömürmediği, herkesin hakkı kadarını alıp, hep birlikte üreterek, toplumsal barış ve sevgi hâlesi altında yaşayacağı bir düzeni hayâl ediyorduk.. hatta bu amaç için savaşmayı ve canını seve seve vermeyi isteyen coşkulu gençler vardı aramızda.. her şeyin istemekle ve bir ''doğru insan'' ın peşine takılmakla gerçekleşivereceğinden neredeyse emindik.. ama savaşın, daha doğrusu ''mücadelenin'' kiminle ve nasıl verileceği konusunu pek bilmiyorduk, hatta aklımıza bile gelmiyordu desek yeridir.. kapitalizmle ve bu acımasız sistemin ağababası Amerikayla mücadele edileceğini biliyorduk tabi, ama bu kapitalist patronlar, hatta devlet bile bir şekilde baş kapitalist değil miydi? ya da en azından işbirlikçiydiler bizim gözümüzde, bizi o zaman yönetenler.. Ecevit onları alaşağı ettiğinde insanca hakça düzen hemen kuruluverecekti.. bazı akıllı ve daha solda olanlar, bunun o kadar kolay olmayacağını biliyor olsa da, onlar da Ecevit için, 'yetmez ama evet' der gibiydiler.. hey gidi günler hey.. Ecevit hiç hazetmediğimiz Erbakancılarla koalisyon kurarak da olsa Başbakan olunca ne çok sevinmiştik.. üstelik bir de Kıbrısdaki soydaşlarımızı bir ''barış harekâtı'' ile özgürlüklerine kavuşturunca başımız göklere ermişti.. ama bütün bunların hemen ertesinde benzin, şeker yağ ve diğer bir çok mal piyasadan kalkıverdi.. ''medeni'' dünya ile ve baş düşmanımız Amerika ile aramız açıldı. memleketteki işbirlikçiler ve vurguncu tüccarlar resmen iktidarla ''mücadele'' içine girdiler.. hayat zorlaştı.. Ecevit ve ekibi yumuşak yöntemlerle ve devletin bürokrasisiyle olaylara hakim olamadı.. bu arada Üniversiteler karıştı, sağ sol kavgaları, hatta faili meçhul cinayetler başladı.. ondan sonra da bir türlü huzur bulamadı memleket.. ihtilaller muhtıralar, postmodern darbeler, her türlü politik düzenbazlıklar, ahlaksızlıklar ve ayak oyunları yakasını bırakmadı ülkenin.. oysa biz gerçekten de çok şey istemiyorduk.. çok mu zordu insanın insana kul olmaması, ne ezenin ne de ezilenin olmaması, insanca hakça bir düzen hayâl miydi acaba? Tevfik Fikret ve ondan öncekiler, ondan sonrakiler, idealistler, şair ruhlu devrimciler çok mu naif tiler? istedikleri şeyler imkansız şeyler miydi? Darwin hep haklı mı çıkacaktı? insan aklı ve felsefe galip gelemeyecek miydi bunca çağdan sonra? yaşadığımız çağa 4.0 veya 5.0 gibi garip ve anlamadığım, anlamak da istemediğim isimler veriliyor.. acaba bizim çağımıza hayâlperestler, romantikler, naifler çağı mı denecek? ortaçağda yaşayanların ortaçağda yaşadıklarını bilmedikleri gibi acaba içinde bulunduğumuz ve bitmekte olduğunu hissettiğim çağa ne ad verecekler tarihçiler merak ediyorum doğrusu...


     Şimdi düşünüyorum da bunca hayhuy ve hayâlkırıklığı sonunda, Kur'an ın anlatmak istediği şey bana daha doğru ve mantıklı geliyor.. Felsefeciler, idealistler, büyük insanlar, erdem sahibi duyarlı ve diğerkâm insanlar hep vardı ve olacaklar.. ama neticede insan dediğimiz mahlûk da binlerce yıldır yaptığını yapmaya devam ediyor.. asıl ''mücadele'', azınlıkta kalan erdemli insanlar ile sıradan ve günü yaşayan insanların arasındaki bitmeyen ve bitecek gibi de görünmeyen amansız savaş.. burada galip çok az, mağlup hemen hemen hepimiz... dinler, özellikle doğu dinleri ve İslam, bu dünyanın sadece öteki dünyaya hazırlık açısından önemli olduğunu, diğer her şeyin geçici ve bir oyundan ibaret olduğunu söylüyor.. bu yaşımda bana da bu daha mantıklı geliyor artık.. bu kadar boş yere gücün kuvvetin, kanın akıtıldığını gördükten sonra ve galip gelmiş gibi görünenin de eninde sonunda her şeyi bırakıp yok olduğunu anladıktan sonra bu ruh haline girmiş bulunuyorum.. belki yorgunluk ve ümitsizlik, belki o güzel günler için daha çook yol olduğunu görmenin bilinci, belki de mağlup olanın ''boş ver, neticede bu bir oyundu.. kazanmak da var kaybetmek de.. üzülmeye enseyi karartmaya mahal yok'' diye kendisini teselli etmesi hâli. artık nasıl düşünürseniz.. siz de haklısınız..


     Son olarak da Âşık Veysel in o müthiş dizesini düşünüyorum; acaba aslan ve yırtıcı vahşi hayvanlar doğada olmasa ne olur.. her yer cennet gibi olurdu.. diye, yine çok naif olduğunu sonradan anladığım fikir geliyor aklıma.. yırtıcılar olmasaydı o zaman ot yiyen hayvanlar aşırı çoğalıp kısa zamanda tüm otları ve tabiatı yok eder ve tüm nesiller ortadan kalkardı diye kısaca özetlenebilecek bir cevap aklıma geliyor.. demek ki tabiat kendisine göre bir denge kurmuş.. bir türü bir başka tür kontrol ediyor.. yazın yılanlar fareleri yiyip hayatta kalıyor, kışın da fareler uyuşmuş yılanları yiyerek hayatta kalıyor demişti bir çoban da şaşıp kalmıştım bu gerçek karşısında.. insan topluluklarında da böyle galiba sistem.. çoğunlukta olan ortalama insanlar çalışır, sayıca az olan zenginler onların sırtından zeka ve hırslarının meyvelerini yer, bu sınıfın ve kurulmuş düzenin çıkarlarını önde tutan yönetici, asker, ve elit sınıf da o zengin patronların verdiği vergilerle düzeni devam ettirir.. böyle gelmiş böyle gidiyor işte.. şimdilik diyelim en azından.. ama belki, bizim düşlediğimiz bir sistem eninde sonunda kurulursa her şey baştan yazılır.. kim bilir?... işte o düzen gelirse, o zaman fikirler herkes tarafından büyük bir inanç, sevgi ve gönüllülükle kabul edileceği için kurt ile kuzu da yan yana gezebilir.. neden olmasın?.. en azından bizler, anılarını sevgi ve saygı ile yâdettiğimiz Tevfik Fikretler, Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler, Serteller, daha niceleri, binlerce yıldır ütopya da olsa böyle bir düzenin olabileceğine, olması gerektiğine inananlar, inanmış ve çaba sarfetmişler, ''mücadele'' etmişler ya.. boşa mı verilmiş bu çabalar?.. bugün olmaz, bu asırda olmaz diyelim.. ama mutlaka bir asırda olacak inanıyoruz.. neden olmasın ki?.. insandaki cevhere inanıyoruz.. zekaya, erdeme, güzelliğe inanıyoruz.. neden olmasın ki?....









                                         *                         *                         *




 

                                                            



Yorumlar

  1. İnsanın yaşam sürecindeki anlam arayışı bence hep değişikliğe uğruyor. Yaşamın anlamı değil yaşamı nasıl anlamlı kılmak aslında aradığımız.. İnsan gençken daha başkaldıran, tutkulu, umutlu biriyken sanırım yaşlandıkça (buna da yaş almak demeye başladılar sinir oluyorum, yaşlanmaktan ne kadar korkuyoruz yahu!) biraz umudunu kaybediyor değişime dair ya da artık kendisi de değişime açık olmuyor, esnekliğini kaybediyor çünkü. Bu nedenle de sanırım böyle gelmiiiiş böyle gideeer fikri oluyor. İşte o zaman da gençler neyse ki bayrağı devralıyır ve bu “tepişme” asla bitmiyor. Tabii ki “iyiye doğru” nedir, bu da göreceli çünkü, gelecekte neyin iyi, doğru olacağını bilemediğimiz için gidişata bir anlam yüklememiz de anlamsız aslında.
    Demek istediğim, gençlere düşen görev suları karıştırmak ve bu sayede esneklik, hareketlilik sağlamak toplumlara, yaşlıların görevi ise değerlendirmek ve bir noktadan sonra da fazla içine girmeden izlemek sanırım..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke