1- Misyon

 



     Fahrettin, patronu ve eşinin evinde geçirdiği akşam, ve ertesi günü Tevfik Fikret'in mezarı ve müze haline getirilen evinin ziyareti sonrası bu iki sevimli ihtiyarla vedalaşarak evine dönmek üzere Aşiyan'dan Boğaziçine doğru kıvrılarak aşağıya, deniz seviyesine inen yolu yavaş yavaş yürürken aynen yol gibi dolambaçlı duygular içerisindeydi.. bir taraftan; - ne kadar iyi insanlar, bana ne kadar samimi davrandılar, beni oğulları gibi kabul edip onun yatağında yatırdılar, hele gece boyu konuşmalarımız ve anlattıkları.. ne kadar harikulade bir hayat.. bütün olayları birebir yaşamışlar ve kötülüklerle savaşmışlar.. ne mutlu onlara, diyordu.. biraz sonra yolun yönü değişip başka bir manzara ile karşılaşınca bu sefer de; -yahu ben gece amma da coşmuşum, Sacit bey anlattıkça havalara girmişim, bir de hiç hesap etmeden, sonu bakalım nerelere varacak demeden tekliflerine balıklama atlamışım.. hay bendeki bu kafaya! .. şimdi ne olacak? adam bir ömür boyu yaptığı mücadeleyi bir rakı masasında sırtıma yükleyiverdi.. iyi mi? .. ben ne halt ettim yahu! devrim kim sen kimsin ey Fahrettin efendi! ufak bir gazetede patronun yardımcısı olarak memlekette neyi devireceksiniz?..  Devrimmiş! .. yahu sen daha felsefe nedir, Sosyalizm, Marksizm nedir biliyor musun ki? bütün öğrendiklerin gazete kupürlerinden, bir iki çok satan romandan, bol bol da dedikodudan ibaret! .. zaten bu meseleyi o ağır, kara kaplı kitaplardan öğrenmeye kalksan da bir şey anlayacağını sanmıyorum, olsa olsa sen o kitapların arasında ancak bir Kebikeç olursun!.. bir de kalkmış; eski tüfek sosyalist, gizli servislerin gedikli müdavimi, hapishanelerin ve sorgu/işkence merkezlerinin abonesi olmuş bir adamın peşinden devrimciliğe soyunuyorsun! rahat battı galiba.. biraz da memleketin hapishanelerini ziyaret edeyim, bakalım konforlu mu, yemekler iyi mi, kışın sıcak yazın soğuk mu? diyorsun galiba.. sen kaşınıyorsun oğlum! koskoca devlet mekanizmasını, bilinir ve bilinmez tüm aygıtlarını, onlara ek olarak onların beslediği azgın ve dövecek adam arayan tosuncuklarını hiç aklına getirmedin mi? sen kiiiim, devrimcilik kim? .. bir de sen mi tatmak istiyorsun bu zavallı çiftin ve bu yola girmiş nicelerinin tattığı bu ağulu aşı? ne kadar meraklıymışsın yahu.. sen bu kafayla gidersen askere, zor alırsın teskere... zaten daha askerliğini bile yapmadın üstelik, para kazanayım da şu işi bedelli filan atlatayım diye hesaplar peşindesin, bu haline bakmadan bir de devrim askeri olmaya kalkıyorsun.. hay zavallı Fahrettin hay..  diye diye söylenerek, suratı ve zihni çorbaya dönmüş bir halde, yokuş aşağı yürümenin de tesiriyle olsa gerek, sanki arkasından itiyorlarmış gibi, adeta denize doğru tırısa kalkmış bir tay gibi koşuyordu neredeyse.. sanki yukarıdaki mezarın ve mezarın başındaki o iki sevimli ihtiyarın, ilkokul başöğretmeni edasıyla arkasından başlarını sallaya sallaya bakarak ve cık cık diyerek, onu ayıpladıklarını ve kızdıklarını hissediyordu.. o yüzden olsa gerek arkasına bile bakmaya cesaret edemeden, gittikçe hızlanan bir yürüyüş temposu ile sonunda deniz kenarına, iyi giyimli, neşeli ve kendine güvenli insanların ve pırıl pırıl cilalanmış son model araçların kurumlana kurumlana seyrettiği (hatta bir açık spor arabada zengin yakışıklı delikanlının yanında oturan kırmızılar giyinmiş güzel kadını, geçen gecelerde rüyasında cumhurbaşkanının uçağında gördüğü eski manken yeni tv haber sunucusu kadına benzetti.. garip şey! ) o muhteşem manzaralı Boğaziçi kıyısındaki Bebek sahil yoluna indiğinde biraz kendine gelir gibi oldu.. insanlar, çocuklar, hatta deniz bile neşeli ve gururlu bir özgüven içinde hallerinden memnun bir şekilde bu güzel yaz gününün öğle sonrasını idrak ediyorlardı sanki.. herkeste bir olgunluk, hoşgörü, görmüş geçirmişlik hali vardı ve sanki neler olacağından, bu olacak şeylerin hep kendi yararlarına sonuç vereceğinden, her şeyin her zaman olumlu ve kesinlikle güzel olacağından emin gibiydiler .. Fahrettin de bu havadan nasibini aldı hemen, içine bir ferahlık ve sevinç hali geldi.. oh be! bu Boğaziçi havası ne kadar güzelmiş, aklım başıma geldi.. herkes mutlu, her şey olumlu, hava sıcak ve güneşli, ama hiç yakıp kavurmuyor, deniz uysal bir kız gibi gülümseyerek bakıyor herkese.. gelin, beraber akıp gidelim diyor sanki.. şimdi utanmasam soyunur atlarım hemen şuradan denize.. tıpkı çevreye hiç dikkat etmeden coşku ve neşe içinde denize epeyi bir uzaktan hız alarak koşup kimisi parende atan, kimisi bağdaş kurup bombalama yapan, kimisi de balıklama  suya dalarak gönüllerince eğlenmelerine bakan, eskimiş ve kimisi de kendisine büyük gelen mayolar veya düpedüz iç çamaşırıyla gelmiş  zayıf, karayağız genç erkek çocuklar gibi.. ama, ben onların arasında da hemen izole olurum.. başta onlar dalga geçerler benimle.. abi ne işin var senin burada? sen git yüzme havuzlarında , plajlarda denize gir.. buralara sen uymazsın! derler.. haklılar da! onlardaki şu neşe, umursamazlık, ufak şeylerle mutlu olabilme hali, iç donuyla denize parende atarak atlarkenki rahatlık ve tabîlik hali bende yok ki.. hiçbir şeyi umursamasam ve onların arasına dalsam bile beş dakika sonra elbiselerimi çalarlar birileri ve ondan sonra gelsin rezillik! .. off! ben neden onlar gibi şen ve gamsız değilim? çocukken memlekette yazın kuruyan derelerdeki ufak sığ su birikintilerinde arkadaşlarımla çimerken de böyleydim ben.. herkes eğlenirken, anın tadını çıkarırken, bağıra çağıra kaba şakalar yaparak itişir kakışırken ben suya bile girsem aklım elbiselerimde, gözüm dere kenarında kalır, işin kötüsü de arkadaşlarım bu halimi bildiklerinden benim elbiselerimi çalıp saklarlar, sonra da halime gülerler beni kızdırırlardı.. demek ki ben kendimi kontrol etmekten hayatın tadını çıkaramamışım hiç bir zaman.. ama nedense bu kontrolcülüğüm dün gece patronun evinde sökmedi.. iki kadeh rakı içince bütün cıvatalar gevşedi.. artık bundan sonra ben bir vakıf yöneticisi, çalışanı, müdürü, işçisi, bekçisi.. kısacası vakfın bokyedibaşısı mı olacağım yani? ufff! bak millet keyifle deniz kenarında sevgilisi kolunda, çocuğu süslü arabasında, daha keyiflileri altında lüks arabalar, yanlarında siyah gözlüklü, dekolte giyimli, hoş ve manalı bakışlı manitaları ile gezip dolaşırken ben de devrimci pozlarda, vakıf yöneticisi ve aslında her şeyi olarak; bütün bu insanların yapmakta oldukları şeylerin boş işler olduğunu, asıl olanın insanlığa hizmet olduğunu bağıracağım, geri bıraktırılmış (?) halkımızın bilinçlendirilerek geleceklerini kendi elleriyle ve alınterleriyle kurmaları için uğraşıp duracağım! .. ne misyon be! .. tam da bana göre.. hep bir şeylerin dışında, kenarında kalmış, ne onlardan yana ne de bunlardan yana olabilmiş, her şeyi sadece gözlemekle ve eleştirmekle yetinmiş olan ben, şimdi balıklama yeni bir misyonun içine mi atılacağım? keşke şu davetkar boğaz denizine atılsam! benim misyonum denizde yüzmek, sonra da şu güneşin altında betona uzanıp horul horul uyumak olsaydı keşke! bana ne proleterya, bana ne yoksul halkımızın sorunları.. bana mı kalmış yüzlerce yıldır kurtarılmayı bekleyen gariban halkımız ve bir türlü çözülemeyen memleket sorunları.. sonra kurtarıcılar geldi de ne oldu ki? kim kurtuldu? şu deniz kenarında keyif atan 'vatandaş'lar mı? yoksa günü kurtarmaya çalışan, küçük hesaplar peşinde, bir gün köşeyi dönme hesapları yapan 'halk'ımız mı? işte şekilde görüldüğü gibi vatandaş sahilde piyasa yapıyor, keyfini çıkarıyor veya kendince hava atıp güzel vakit geçirdiğini düşünüyor.. ama bence şu halk çocukları asıl keyfini çıkarıyor 'an'ın.. kimseyi iplemeden, bağıra çağıra denizin güneşin tadını onlar çıkarıyorlar.. helal olsun halk çocukları size! en güzel misyon sizin misyonunuz! ben sizden yanayım.. devrimci de olsam, vakıfçı da olsam, düz gazeteci de olsam hep size gıpta ile bakacağım.. sizdeki neşeyi, yaşam sevincini, hiç bir şeye çok kafayı takmayan o sevimli halinizi gülümseyerek ve biraz da hasetle hatırlayacağım.. 


     Böyle böyle düşüne düşüne epeyce yol gitti acar muhabir ve devrimci vakıf yöneticisi adayı, boğaz kenarındaki bu güzel sahilde ve bu mükemmel ikindi vaktinde.. sonunda evine dönmeyi akıl edebildi, geçen otobüslere daha dikkatle bakarak uygun otobüsü araştırırken, o iki göz odalı bekar evinin loş ve hafif rutubet kokulu havasını özlediğini farketti.. karnı da acıkmaya başlamıştı.. deniz kenarında camekânlı küçük işyerini kurmuş bir genç delikanlıdan kaynatılmış mısır aldı.. ödediği para epeyi farklıydı burada.. demek halkımız hava ve deniz parasını da iyi hesap ediyor, tevekkeli fırıldak bayramda satılır dememişler atalar.. burada bu fiyat demek ki gerçekçi.. uyandırmak istediğimiz halkımız çoktan uyanmış da bizi uyutmaya bile çalışıyor! diye söylenerek elindeki tuzlanmış mısır koçanına büyük bir diş attı.. mısırın o nişastalı tuzlu özel kokusu hemen ruh haline iyi geldi.. keyifle mısır tanelerini dişleri arasında ezmeye başladı.. mısır tanelerinin ezilirken damağına bıraktığı o tuzlu ve hafif tatlı sıvı ve rayiha, her şeyi unutturdu genç adama.. yaşamak güzel şey be kardeşim! diyen şairin sözleri geldi aklına.. bütün dünyayı ele geçirmeye çalışan doyumsuzluktaki insanoğlu işte bir haşlanmış mısır koçanıyla bile mutlu olabiliyor aslında.. yahu nedir bu hırs, doymak bilmez ihtiras? neyi paylaşamıyorsunuz?.. bakın Afrika savanalarında her tür ''vahşi'' hayvan nasılda yaşamaya çalışıyor.. ot yiyen otunu, yaprak yiyen yaprağını, et yiyen yakaladığı canlıyı, ama sadece doyacak kadarını yiyor, tevekkül içinde gelen fırtınaları, kuraklıkları, yangınları karşılıyor.. karnını doyurup o gününü kurtarınca neşe ile oynamaya çalışıyor, gitme zamanı geldiğinde de sessizce ve uysalca gidiyor sahneden.. biz insanlar neden bunu yapamıyoruz ki?.. ille de bir kısım ezilecek, horlanacak, sömürülecek.. aslında sayıca azınlıkta kalan sömürücü bir grup ta dünyanın keyfini çıkaracak.. artık bu da nasıl bir keyifse.. ben de şimdi mazlum halkımıza bunun keyif olmadığını, sadece vandallık olduğunu, binlerce senedir dünya sahnesinde görülmeye başlamış olan homo sapiens denen canlı türünün yaptığı şeyin sadece bozgunculuktan ibaret olduğunu, daha taş devrinde bile keskin taş parçalarından silah yapan insanla bugünün en gelişmiş silahlarını yapıp hemcinslerine dünyayı zindan etmenin peşinde olan ''medeni'' insanın arasında ancak bir milim fark olduğunu, hatta bu farkın taş devri insanının lehine olduğunu anlatmaya, artık insanın da bir esaslı devrimle, önce kendisini sonra da içinde yaşadığı toplumu, sonra da dünyadaki tüm insanlığı değiştirip düzeltmesi gerektiğini anlatmayı ve hatta bununla da kalmayıp işin pratiğini de yapmayı misyon edineceğim.. öyle mi!?.. ''Mission imposible''.. böyle bir dizi vardı, çocuklukta severek izlerdim.. nedense Görevimiz tehlike diye çevirmişlerdi dizinin adını.. imkansız misyon.. böyle bir çeviri gerçekten anlamsız olurdu.. sanki benim şimdi üzerime aldığım misyon çok imkânlı da!.. bunun gibi düşünceler zihnine üşüşünce mısırın tadı da kaçtı.. ama zaten o anda da elinde sadece mısırın koçanı kalmıştı.. yakınlarda bulduğu bir çöp bidonuna koçanı sinirle fırlattı ve tam da o sırada durağa gelen otobüsüne sıkıntı ve bıkkın bir yüz ifadesi ile bindi..


     Otobüsten inip evine doğru yollanırken bir zamanlar keyifle takip ettiği Görevimiz Tehlike dizisinin jenerik müziğinin şimdi diline pelesenk olduğunu farketmiyordu bile.. galiba, şimdiye kadar kimsenin görmediği patrondan gizli görev emrini almış, bu işi nasıl çözerim? diye düşünen başrol oyuncusunun ruh haline bürünmüştü.. adımlarını müziğin ritmine uydurmuş, içinden melodiyi tekrarlaya tekrarlaya ulaştığı evinin kapısına anahtarını uzattığında galiba o da artık bir misyon adamıydı.. ama sanırım Zoraki Misyoner....







                                                    *                      *                       *




Yorumlar

  1. Bu bölümde yeni bir kelime öğrendim, kebikeç. Fahrettin'in işi zor, kafası karışık. Elinize sağlık:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benim de hoşuma gitmişti bu kelime, eskiler el yazması kitapları korumak için kullanırlarmış.. şimdilerde bilinmeyen bir yöntem, ve adı da unutulmuş maalesef.. Evet Fahrettin de bir eskilerin dünyasında bir günümüzde, işi zor doğrusu.. Z kuşağının öncülerinden sanırım bu gencimiz :) ilginize teşekkür ederim...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke