2-Akşam

 



     Görev bilinci ile dolu olarak kapının anahtarını çeviren ve içeri giren acar muhabir ve misyon insanı Fahrettin, evinin o özlediği hafif rutubetli bekar evi kokusunu içine çektiği sırada, farkında olmadan bu tanıdık koku da onu sarıp sarmaladı ve kendince; -hoş geldin!, kandili nerede söndürdün bakalım dün gece? demiş gibi bir duygu uyandırdı delikanlının muhayyilesinde.. çoğu insana garip gelebilecek olan bu yalnız insan evi kokusu, nedense kahramanımızda sanki bir ölçüde bağımlılık yaratmıştı.. evinden uzakta iki günden çok bir zaman geçirse, hemen bu kokuyu zihninin bir yerlerinden gelen küçük bir kıvılcım ile anımsar, bir an önce evine dönmenin yollarını aramaya başlardı.. eşyaya ve mekâna bağımlılıktı bu his bir bakıma.. acaba her insanda olan bağlanma ve sahiplenme dürtüsü onda da bu şekilde mi zuhur etmişti?.. belki de uzun süredir memleketinden uzak, bu gurbet ellerde hayata tutunmaya çalışan bu genç insan, bu çeşit bir bağımlılık geliştirerek ana kucağı baba ocağı diye özetlenebilecek bu sıla özlemini bu şekilde mi gidermeye çalışıyordu?.. bilinmez... eve girdiği sırada içinden hafif bir ses veya düşünce; -keşke benim de bir Jülidem olsaydı!.. ben evin kapısına gelince cebimde anahtar olduğunu bildiğim halde zevkle kapının zilini çalsaydım.. o da cebimde anahtar olduğunu bildiği halde, sevinç ve heyecanla koşarak kapıyı açsa ve gülümseyerek bana Hoşgeldin! deseydi.. ne güzel olurdu.. o zaman bu bekar evinin kokusu bile daha farklı olur, içeri girerken ruhum yenilenir ve o anda yeniden doğmuş gibi olurdum.. geçirdiğim günün ve stresin, sıkıntıların üzerimden bir kir gibi aktığını hissederdim.. diyerek derin bir iç geçirdi..


     Etrafa kısa bir göz gezdirdikten sonra her şeyin yerli yerinde olduğundan ve asayişin berkemâl olduğundan emin olan gencimiz, üzerindeki dışarı giysilerini alışmış hareketlerle çıkarıp katladıktan sonra her zamanki yerlerinde onları dinlenmeye bıraktı ve, sıranın kendisine geldiği düşüncesiyle rahat bir ev kıyafeti giyindi, her zamanki adeti üzre çaydanlığı suyla doldurarak ocağa koydu ve altını yaktı.. boş demlik de onun üzerindeki yerini aldıktan sonra ancak, bu akşam bu bomboş evde ne yapmak istediğini düşünmeye başladı acar muhabir.. ancak sanırım şu anda o, artık kendisini muhabir, misyon ve görev adamı vesaire olarak düşünmüyordu bile.. sadece üzerinde bir yorgunluk ve ağırlık hissi vardı o kadar.. hiç bir şey yapmadım, ama nedense bir yorgunluk ve bezginlik hissediyorum şu an.. dünkü ve geceki olaylar ve sonrası peş peşe gelen emrivaki gibi istek ve teklifler, fazlaca düşünmeden verilen sözler ve sonu nereye çıkacağı pek bilinmeyen -aslında gün gibi belli, ama neyse..- bir yol ayrımında olduğum hissi içine soktu beni.. onun huzursuzluğu ve şaşkınlığı olsa gerek.. diye düşünüyordu.. 


     Birden içinde büyük bir boşluk hissi gelişti..  sanki inatçı bir sis gibi, gittikçe yayılan belirsiz ve ne olduğu tam anlatılamayan bir duygu.. sanki büyük bir sıkıntı içinden çıkmış da, kendisini birden ne yapacağını kestiremediği bir halet-i ruhiye içine düşmüş gibi hissetme hissi.. bir kadın arkadaşının başından geçen ve ona anlattığı bir duygu durumu aklına geldi o anda.. kadınlar hamileliklerinin sonunda, bütün çektiklerinin arkasından, bu uzun süren ağır yükün üstüne bir de cezası mı ödülü mü olduğu belirsiz doğum sancısını çektikten ve sonunda bebeklerini kucaklarına aldıkları zaman, bütün bu sıkıntılı haller sonrası büyük bir boşlukta kalma ve derin bir yalnızlık hali hissederlermiş.. kim bilir hormonal değişimlerden mi (artık insan vücudunda olup biten her şeyin sadece kimyasal tepkimeler ve süreçlerden ibaret olduğunu, hatta hislerin düşüncelerin ve tüm duyguların ve davranışların sadece vücut kimyasındaki normal ve anormal (?) değişikliklerden dolayı olduğunu iddia eden bir bilimsel öneri, hatta artık geniş kabul görmüş bir kuram olduğunu bildiriyor bilim insanları.. ne garip!) yoksa kendisini terk eden uzun süredir içinde gelişen alıştığı bir parçasından -oyuncak bebeğini kaybeden bir çocukta olduğu gibi- ayrılma hüznü ve yoksunluğu mu, ya da artık zorlu görevinin bittiğini -en azından o anda- hissetmenin verdiği, bir şeylerin bir hikayenin artık sona erdiği duygusu mu, ya da kimselerin bilemeyeceği bambaşka sebeplerden mi, depresyon gibi veya ona benzer bir duygu durumuna girermiş taze anneler.. sevinip gülecek ve caka satacak yerde, sebepsizce ağlamaya başlarlar ve günlerce sürecek ağır bir duygusal durum içinde yüzerlermiş.. hatta bazen çok daha ağır tablolar bile gelişebilirmiş bazılarında.. işte genç kahramanımız da sanki ona benzer bir durumda hissetti kendisini.. ama burada tam tersine, bir görevi başarıyla bitirmenin değil, daha çok bir göreve veya yol ayrımına yönelmenin verdiği bir boşta kalma veya ne yapacağını bilemez halde olma hali vardı bizim gencimizin durumunda.. bu halinin verdiği huzursuzluk ve tam tarif edemediği bir baskı altında kalma hissi onu o anda o kadar güçsüz, yalnız ve zavallı halde hissettirdi ki, küçük bir çocuk gibi ağlamaya, hıçkırmaya başladı kanepenin bir köşesinde büzülmüş bir halde.. kendisi de şaşıyordu bu haline ama elinden bir şey gelmiyordu.. tutamıyordu sanki ağlamalarını.. erkek adam ağlamaz derlerdi çocukluğunun en başlarında ona herkes, ve o da buna inanmıştı ve en umarsız halinde bile gözleri yaşarsa da kendisini tutar, ağlamamak için dişlerini sıkar, dudaklarını ısırır, hatta tam tersine sırıtmaya çalışırdı.. o halinin daha da acıklı ve acınılası olduğunu bildiği halde böyle yapmadan kendini alamazdı.. çünki erkekler ağlamazdı.. sadece kadınlar, kızlar ve bebekler ağlardı.. bir de yaşlılar tabii.. ama onlar zaten her şeye ağlarlardı nedense.. demek insan ömrünün başında ve sonlarında ağlıyordu ancak.. ya da ağlamasını tutamıyordu.. öyle bir hayatın olsun ki, sen ağlarken etrafındakiler gülsün, sen gülerken de etrafındakiler ağlasın diye bir derin anlamlı bir söz söylemişti atalardan biri.. demek ki doğduğunda sen ağlarken herkes gülerek sevinç gösterileri yapacak, ama sen ölürken etrafındakiler seni çok sevdiklerinden -her halde kendini onlara çok sevdirecek büyük işler yapmışsın- onlar ağlayacak, sen de herkes tarafından çok çok sevildiğini bildiğin için gururla ve gülerek onları izleyecekmişsin.. demek ki insanın en temel ihtiyacı sevilmek, korunmak ve kollanmak, daha doğrusu böyle bir halde olduğunu hissetmek hissiymiş.. belki de Tanrıyı, ''koruyan ve kollayan'' olarak niteliyoruz bu yüzden.. kendisini her zaman yalnız hisseden birey, ancak bir tanrının bu özelliklerine sığınıp huzurlu ve güvenli hissedebiliyor.. demek ki en temel hissimiz yalnızlık.. ''insan yalnız doğar ve yalnız ölür'' demişti galiba bir filozof, veya bir yazar.. arada sana yoldaşlık eden, düşmanlık eden, sırdaşlık, eşlik ve kader ortaklığı eden insanlar gelip geçer, hayat dediğimiz şu akıp giden ırmakta bir süre yanımızda yüzer can yoldaşı olurlar, ya da sırtımıza yük olurlar, bizi kullanmaya veya yönlendirmeye çalışırlar, ama neticede hepsi bir yol ayrımında, biraz da  mecburen bizi terk ederler.. işte o son demde yeniden, doğduğumuz hale geri gelmiş oluruz.. aldığımız nefesi artık geri verme zamanıdır.. işte o zaman bir iki damla göz yaşı.. sanki tüm hikayenin son sözü olur.. peki şimdi ben niçin ağlıyorum acaba?  beni sevenler yok veya çok az diye mi?, yoksa büyük işler yapamayıp başarısız ve o yüzden tanınmamış, ondan dolayı da yeterince sevilmeyen biri olduğum için mi?, yoksa şu an kendimi çok zavallı ve ne yapacağını bilemez bir halde, güçsüz ve kimsesiz bir durumda hissettiğim için mi?.. yoksa yoksa, şu anda hissettiğim o derin boşluk ve yalnızlık hissinden ve bilinmez kestirilemez bir hale düşmekten korktuğum için mi küçük bir çocuk gibi ağlıyorum?... işte gencimiz hem ağlıyor hem de kendisini tahlil etmeye çalışıyordu.. bir yandan da bu haline şaşırıyordu tabi.. ama o bir türlü elinden kurtulamadığı kontrolcülüğü, şu zavallı ve garip halinde bile kendisini bırakmamıştı ve durumuna bir anlam vermeye çalışıyordu işte.. şimdi, o hiçbir şey düşünmeden denizin ve ânın tadını çıkaran çocuklar gibi olmayı ve onların ağladıkları gibi içinden geldiği gibi, bağıra bağıra ağlamayı ne kadar isterdi şu an...


     Hıçkırıkları ve içini çeke çeke ağlamaları arasında kendisini içine gittikçe daldığı ve dibe doğru indiği uçsuz bucaksız ve karanlık bir boşlukta gibi hissediyordu şimdi.. yönü yolu belirsiz, koyu bir sis içinde, hatta eskilerin zulmet diye anlatmaya çalıştıkları kopkoyu bir karanlık içindeydi ve sadece kendi hıçkırıklarından ve onların karanlıkta ve geniş boşlukta yankılanmasından başka hiç bir şey yoktu şu anda.. varoluş dedikleri acaba bu muydu?.. zulmet içinde ağlayan, umudu ve ışığı tükenmiş bir birey.. hatta birey olduğu bile şüpheli bir şuur hali.. sadece şuur hatta.. tek bir şey biliyordu, o da hiç bir şey bilmediğiydi... acaba bu yankılanan hıçkırıklar kendisinden mi çıkıyordu, yoksa bu karanlık içinde sonsuz sayıda kendisi gibi canlar mı hıçkırıyorlardı hep birlikte.. neden ağlıyorlardı peki? yalnız hissettikleri için mi?, ne olacağını bilemedikleri için mi?, korktukları için mi?, neden korkuyorlardı?.. onları koruyan ve kollayan hiç kimse yok muydu?.. ışık olacak mıydı?.. hep böyle karanlık mı kalacaktı?.. bir yerlerden bir ses, bir yardım gelmeyecek miydi? bu yalnızlık hali hiç bitmeyecek miydi?...


     Git gide dibe indiğini korku ve dehşet içinde hissetti genç kahramanımız.. bu evde bu halde kalmaya devam ederse daha kötü şeyler olacağı gibi bir his ve korku da uyanmaya başlamıştı nedense içinde.. bırak bir eş, bir sevgili, o anda bir kedi, o da olmadı bir kuş, balık, hatta çiçek olsa da onunla konuşsaydı keşke.. şu anda konuşacak ve içinde bulunduğu bu çaresizliği unutturacak bir şeye o kadar ihtiyacı vardı ki.. daha fazla yerinde duramadı ve kendisini dışarıya, kalabalıkların arasına atmaya, hiç olmazsa o uğultulu ortamda yapayalnız kalmaya çok büyük bir istek duydu.. hemen, adeta bir sarhoş gibi sendeleye sendeleye, bir şeyler giyindi.. evden kaçarcasına çıkarken o en yakın arkadaşı kontrolcü tarafı çayın altını kapatmayı, ışıkları söndürtmeyi unutmadı tabî..






                                                        *                    *                    *













Yorumlar

  1. fahrettin hepimizin içinde biraz da sanırım.. hepimiz benzer duygular hissederiz zaman zaman ve insanların arasına koşarız onun yaptığı gibi. fakat bana öyle geliyor ki, insan asıl kalabalıklara koşmayıp inadına kendisiyle ve düşüncesiyle başbaşa kaldığında buluyor aradığı cevapları..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Belki de bulacağı cevaplardan ürktüğü için kalabalıkların arasına kaçıyordur, kim bilir? herkes o kadar cesaretli değil, sanırım gencimiz de geleceğiyle ilgili bilinmezlerden ve nasıl davranacağına dair bir karar verememekten korktu.. yalnız kalınca insan duvarlar üzerine üzerine geliyor diye anlatırlar bazıları içine düştükleri durumu belirtmek için.. hem insanlardan kaçma, hem de onlarsız yapamama.. bu da bir ikilem...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke