3-Dışarıda

 



     Apar topar kendisini dışarı atan kahramanımız ne tarafa gideceğini de bilemeden, sanki kendisinden kaçıyor gibi, ama nereye, ne tarafa kaçacağını, orada kendisini koruyacak bir ortam olup olmayacağını da bilmeden öylesine yürümeye başladı artık iyice gece karanlığı çökmüş ve ıssızlaşan sokaklarda..


     Şu anda tuhaf bir halet-i ruhiye içindeydi.. kendisini o kadar hafif ve boş hissediyordu ki, bu halime en uygun durum ne olabilir derken, aklına çocukken oynamaktan çok zevk aldığı, küçük bir tel çemberi sabunlu su dolu bir küçük şişeye daldırıp sonra da çember içinde oluşan şeffaf sıvıya üfleyince birden havayla dolup kısa zaman sonra da çemberden ayrılıp uçuşmaya başlayan sabun köpüğü balonları geldi.. evet, kendisini aynen o balonlar gibi hissediyordu şimdi.. içi boş, hava akımı nereye iterse oraya doğru nazlı nazlı giden, bir şeye çarpınca veya bilinmeyen bir sebeple birden patlayıp yere küçük bir su damlacığı halinde düşüveren bir baloncuk.. karşıdan gelen birine çarparsa patlayıveririm endişesiyle yolunu değiştiren, bir otobüs hızlıca yanından geçse ortadan kalkarım korkusuyla irkilen, zayıf ve korku dolu bir baloncuk.. sonra çevresinden geçen insanlara da başka birer baloncuk gözüyle bakmaya başladı.. acaba onlar bunun farkındalar mıydı?.. nereden gelip nereye gittiklerini ve ne zaman yok olacaklarını hiç düşünüyorlar mıydı?.. kimdi onları böyle amaçsız ve avare olarak bu boşluğa atan?.. acaba Tanrı mıydı bizleri böyle balon gibi üfleyerek dünya yüzüne mi gönderen?.. öyle ya, onun önünde ömürleri bir balon kadar kısa ve çelimsiz, iradesiz varlıklar değil miydik?.. bize upuzun bir zaman gelen ömrümüz onun yanında göz açıp kapayacak kadar bile olmayan bir süre değil miydi?.. peki Tanrı bizi böyle boş ve anlamsız bir ortama niçin gönderiyordu?.. sırf eğlence olsun diye mi?.. balonu patlayınca minicik bir su damlası haline gelen bedenlerin üstünü biz de bir taşla, işaretle, yazıyla süsleyip güya ebedileştiriyorduk.. ne kadar gülünç ve zavallı bir iş.. içindeki hava dışarı gittikten sonra senin damlanın artık o uçan balonla ne alakası kalıyordu ki?..


     Bu ve benzeri saçma sapan düşüncelerle bir süre karanlık ve ıssız sokaklarda amaçsızca dolaşan genç filozofumuzun yolu gittikçe kalabalıklaşan sokaklara, caddelere, sonunda da büyük bir meydana çıktı.. bir süre nereye geldiğini anlayamadı delikanlımız.. sonra etrafı çiçekliklerle çevrili küçük bir anıtı görünce Taksim meydanında olduğunun farkına vardı.. alanın bir tarafında daha yeni açılışı yapılmış olan Cami'den ezan sesleri geliyordu.. demek ki bu yaz akşamında yatsı ezanı zamanı gelmiş, vay be! anlaşılan saat gece onbire geliyor neredeyse.. alanın öte tarafında yolun solunda, yeni yapılan Caminin karşı tarafında, -aslında Cami ona nazire olarak yapılmıştı-, köftecilerin ve zevksiz gecekondu tarzı dükkanların arkasında, unutulmak istenir gibi ve kaderine terkedilmiş gibi duran, duvarları ve taşları zaman içinde duman ve hava kirliliğinden olsa gerek simsiyah renk almış, matemdeki rahibeler gibi karalar içindeki bir kilise, önündeki kebapçılardan yayılan dumanlar içinde sinmiş, sanki görülmemek ister gibi duruyordu.. minarelerden yayılan yüksek volümlü, öfkeli ve oldukça da kötü şekilde okunan ezan sesi, herkesi sanki biraz tehdit edercesine; -buralarda, böyle insanı günaha davet eden yerlerde ne arıyorsunuz?, hepiniz cehennemliksiniz!, aklınızı başınıza alın, yoksa sonunuz kötü!.. der gibi bir mesaj veriyordu sanki.. buna karşılık; ne görkemli zamanlar ve tarihi günler görmüş geçirmiş olan eski kilise, şimdilerde sanki bir matem havası içinde, adeta geçmiş şaşaalı günlerinin hayallerine dalmış olan bir zamanların han hamam saray sahibi olup da sonradan her şeyini kaybedip son günlerini huzur içinde geçirmeye çalışan düşkün asilzadeleri gibi, artık bir an önce zamanın bitmesini, bu eziyetin sona ermesini bekler gibi bir uzlet içinde, kendisini gözlerden uzak tutmaya çalışır gibiydi.. artık onun buradaki başıboş ve amaçsız kalabalığa diyeceği hiç bir şey kalmamıştı sanki.. içinde bir kaç titrek mum da yanmasa buranın bir mezardan farkı kalmamıştı.. artık o gösterişli buyurgan ruh sadece bu mum alevleri kadar zayıf ve sönüktü.. bir ara sanki kilisenin bir yerlerinden kırgın, cılız, utangaç ve fersiz bir kaç çan sesi gelir gibi olduysa da, artık cemaatini kaybetmiş bu yapı belki de  son nefesini verir gibi birkaç hırıltı çıkarmıştı paslı çanlarından.. buna karşılık yeni yapılmış ve pırıl pırıl ışıklarla donatılmış, ama biraz da sonradan görme bir zevki yansıtır gibi her tarafı değişik renk ve desende parlak mermerlerle, altın varaklı hat'larla tıka basa doldurulmuş Cami'nin arka tarafındaki revaklarda, şadırvanlarda ve abdest alma kısımlarında canlı ve biraz da -artık buralar bizden sorulur, son kalenizi de ele geçirdik işte!, der gibi gurur ve tafra ile dolaşan bir kalabalık vardı.. kalabalıkta çoğunlukta olan genç, sakallı ve bol giyimli delikanlılar ve abartılı makyajlı, tepeleri bir uzaylı gibi sivri rengarenk başörtülü, uzun ama son derece pahalı kumaştan yapılmış feraceli kızlar, kendilerinden emin ve artık güçlü bir konumda olduklarını hissettirir şekilde yüksek seslerle konuşup gülüşüyor ve karşı cinstekilere de ara sıra alıcı gözle bakışlar atıyorlardı.. ortalarında bir ara  asılsa düşmüş bulunan sabun köpüğündan yapılmış balon gencimiz, hiç birisine temas etmeden bir an önce bu gösterişçi kalabalığın arasından sıyrılmayı başardı.. ve içinden; -şu anda ibadet etmek isteseydim buradan çok şu karşıdaki sessiz ve durgun bir derviş gibi uyuklamaya çalışan kiliseye gitmek isterdim.. diye geçirdi.. ama bu gece nedense canı caddeden aşağıya Tünele kadar yürümek ve insanların yüzlerini seyretmek, onlarla hem hal olmak istiyordu.. hem onlardan dışarıda hatta çoook uzakta, hem de balonlarının içindeki aynı cevheri taşıdığı bilinciyle tamamen onların bir hemcinsi, hemşehrisi olmak istiyordu.. bu düşüncelerle yine sağına soluna boş boş bakarak Cadde-i Kebir seyranına devam etti.. 

 

     Yol boyunca kalabalık sanki üzerine üzerine geliyor, o onların içinden, onlar da onun içinden, uzayda çarpışan galaksiler misali, ufak tefek dokunuşları da saymazsak tüy gibi hafif ve kıvrak bir yumuşaklıkta gelip geçiyorlardı.. bazı yüzler gülüyor ve heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu başka yüzlere.. bazı kayıtsız bakışlar onunla göz göze gelip geçiveriyordu.. burada kimse kimseyi tanımıyordu sanki.. şimdi memleketteki babasıyla göz göze gelse bile onlar bile birbirlerini tanımadan aynı umursamazlık ve kayıtsızlıkla bakışıp geçerlerdi kuşkusuz.. sanki tüm kalabalık trans halinde, belki de bir çeşit derin uyku halindeydi, mağaza vitrinlerinin ve lokantaların, banka camlarının önünden geçerken.. arada sırada, birden bir beden, akan insan selinden bir dala tutunmuş bir bez gibi bir vitrine veya bir kapıya takılıyor, ama oradan çıkan başka bir beden kalabalıktaki eksiği hemen kapatıyordu.. bir ara nostaljik bir Tramvay da geçti tüm kalabalığın arasından çan çan diye sesler çıkararak.. ama kalabalık o kadar vecd içindeydi ki sanki, tramvay da onların arasından neredeyse dokunarak ama tam da değmeden geçiyordu.. her şey, her şeyin içinden yanından önünden geçiyordu.. insanları bu kalabalık sanki esir almıştı, fareli köyün kavalcısının peşine takılan bir fare sürüsü gibi  gidiyor, gidiyorlardı.. arada bir acemi bir akordeon veya ağız mızıkası sesi bir yerlerden geliyor, ama hemen de kayboluyordu.. çeşitli tonlarda kadın ve erkek sesleri, kaynağı belirsiz bazı gürültüler ve sanki bir türk hamamının halvet kısmındaki yankılı anlamsız sesler gibi bir ses salatası, bütün bunların hepsinden oluşan bir halita, sokağın ve bu coğrafyanın üzerine çöken ve seslerin hepsini bastıran bir uğultu, kulaklarının içinde dönüp duruyordu sanki.. bu kadar kalabalığın içinde yine kendisini tamamen yalnız, çaresiz ve ümitsiz bir halde hissediyordu gencimiz ve aklına gelen ilk çözüme dört elle sarıldı.. bir meyhaneye girmek ve kendisini kaybedene kadar içmek... zaten kendisinde değildi ki.. neyi kaybedecekti? yoksa kaybettiklerini bulmayı mı umuyordu orada?

                            ''Meyhane mukassi görünür taşradan amma,

                              Bir başka ferah, başka letafet var içinde''


     Genç delikanlı dışarıda, kalabalıkta veya evinin tenhasında bulamadığı ferahlığı, letafeti arıyordu.. aradığını acaba meyhanede bulabilecek miydi?.. yoksa o Meyhane başka bir meyhane miydi?.. Meyhane neydi?.. Ferah neydi?.. Letafet neydi?.....  







                                                  *                       *                      * 










     



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke