4-Meyhanede

 


     '' 2 MART.. Şu sıra cevaplanamayacağını bildiğimiz sorunlarla ilgili sorular sormayalım. Sadece elinden geldiğince iyi yaşamaya bak, şu anda nasıl yaşıyorsan onu sürdürmeye çalış. Bence insanın sonsuzluk duygusuna en yaklaştığı an bugünü yaşamaktır...

     Bazen kimsenin sevebileceği biri olmadığımı fark ederek ürperiyorum. Doğuştan gelen bir idealizmden olsa gerek, dünyadaki hiçbir şey iyi görünmüyor, yalnızlığım da mazoşist bir arzu...

     Nereye baksam gördüğüm şey... bayağılık, budalalık, ikiyüzlülük... Bu yüzden giderek hoşgörüsüz olmaya başladığımı fark ediyorum, onun için de kimseyi kırmayayım diye toplumdan uzak duruyorum. İnsanlara katlanamamak, diye tanımlayabileceğim tavrımdan nefret ediyorum ama elimden hiçbir şey gelmiyor.

     Bir yandan da olanaksız olduğunu bile bile sevmek ve sevilmek istiyorum... Galiba gizli bir yöntemle gerçek olandan kaçtım. Zamanımın büyük bölümünü yazarak ya da yazdıklarımı düşünerek geçiriyorum. Karakterler, durumlar, sözcükler, ben onlara dönüştüm - sürekli değişen... belirsiz bir renkler, sesler âlemine giriyorum - sözcüklerin ve anlamların, duyguların olmadığı bir âleme. Ama aynı zamanda yaşamanın sanattan daha önemli olduğuna da kesinlikle inanıyorum.''         Paul Auster, İç Dünyamdan Notlar.. Can yay. S.215-16



     Meyhaneden içeri adımını atarken, yazar Paul Auster'in yukarıdaki bölüme aldığımız, hemen hemen aynı yaşlarda iken, İngiltere'deki sevgilisine yazdığı mektuplarda kendisinden bahsettiği satırlarda ifade etmeye çalıştığı duruma benzer bir ruh hali, -tabi ki bu kadar edebi bir anlatım ile olmasa da-, yani aşağı yukarı buna benzer bir hâl içindeydi, işte genç gazeteci yazar, profesyonel devrimci adayı, biraz da filozof olmak isteyen kahramanımız... bir yandan gözü yükseklerde, ikbal, başarı ve takdir peşindeydi, ama öte yandan ileride böyle bir duruma ulaşmanın onun için neredeyse olanaksız olduğunu düşünecek kadar da karamsar ve ümitsiz haldeydi.. bir yandan toplum önünde ve meslekdaşlarının gözünde başarılı ve sözü dinlenir bir gazeteci ve kanaat önderi olmak istiyordu, ama öte yandan da bütün bunlar için gereken çaba ve azmin onda olmadığını, olamadığını ve bu gidişle de hiç olmayabileceğini hissediyordu.. yani kısacası bir kifayetsizlik içindeydi ama işin gülünç tarafı muhteris de değildi.. bu hâli iyi bir şey mi, yoksa kötü mü, bir eksiklik mi, o konuda da kararsızdı.. galiba daha kişiliği ve geleceği konusundaki beklentileri, hedefleri tam oturmamıştı.. ona öyle geliyordu.. sanki o meşhur ve güzel şarkıda olduğu gibi anne! ben ne olacağım? der gibiydi.. yani kısacası işler karmakarışıktı.. hayatı gibi.. şu an görmeye, izlemeye çalıştığı ve hâlâ anlayamadığı -korkarım hiç bir zaman da anlayamayacağı- insanlar gibi, tabî aynı zamanda bir türlü fikir sahibi olamadığı ''Dünya'' gibi....


     Ama artık şair Nedim'in zamanındaki gibi mukassi de değildi şu anda girdiği meyhane.. -ne yazık ki!- ... her şey değişmişti sanki.. tabi çok eskilerde kalan şeyler.. ama bazı şeyler, belki de değişti sanılan şeyler o kadar da değişmemiş, aslına rücu etmişti belki de.. iktidarı ele geçirmeden önce meyhaneleri ve içki içen sakinlerinin masalarını bile ziyaret edip hâl hatır soran, en olmadık ve onlardan beklenemeyecek yerlerde bile dolaşıp her tür insana kendilerini tanıtmaya, yanlış anlaşılmaları düzeltmeye ve korkuları gidermeye çalışan, kendilerini ''muhafazakar demokrat'' olarak tanıtan parti üyeleri, sonunda biraz da rakiplerinin akılsızlığı ve beceriksizlikleri sayesinde, hemen herkesi ikna edip seçimlerde birinci olduktan sonra, artık koltuğa oturup dümeni ele aldıkları ve her şeyi kontrollerinde gördüklerini düşündükleri için olsa gerek, zamanla kendilerine güvenleri gelmiş ve şimdilerde böyle yerlere uğramayı bırakın, beyaz türkler!, tuzu kurular!, bencil zenginler! diye nitelendirdikleri kişilerin gittikleri içkili lokanta veya eğlence yerlerinde eğlenen veya şen şakrak tavırlarla hoşça vakit geçiren kadın ve erkeklere, artık sürtük!, ayyaş! gibi sıfatları kolayca sarf eder hale gelmişlerdi.. şimdi kahramanımız da -biraz da kesesi elvermediğinden olsa gerek- bu tarz pahalı ve zengin işi bir yerden ziyade, ara sokaklarda izbe bölgelerde kalmış, içeride orta ve alt sınıflardan ve  hemen hemen hepsi de erkeklerden müteşekkil müdavimlerin bulunduğu bir meyhaneye gitmek istemişti, dağılmış kafasını ve ruh halini toparlamak amacıyla.. ne de olsa çivi çiviyi söker demişti büyüklerimiz.. bunda da elbet bir gerçek payı olmalıydı.. en azından bu ruh haliyle kendisini böyle bir yere atarak bir şeyler içip kafayı dağıtırsa belki rahatlar ve yalnızlık ve zavallılık hissinden kurtulabilirdi.. işte böyle düşünüyordu yorgun ve kimsesiz kahramanımız.. ayrıca böyle gözlerden ırak ve gösterişsiz yerlerin şairin dediği kasvetli ortamlara daha çok benzediğini düşünüyordu..


     Solgun ve seyrek ampullerle aydınlatılmış -sanki bile bile karartılmış- , sakin sakin aralarında konuşan, ama daha çok da kendi içlerine kapanmış görünen insanların etrafında alçakgönüllülük içinde oturdukları, üzeri beyaz mermerli ve eski zevklere göre yapılmış emektar iskemleli masaların hemen hemen yarısı doluydu meyhanede.. gencimiz tarafından kapı açıldığında, içerideki insanlar gelen kişi acaba tanıdığımız birisi mi gibilerden ilgiyle ona bakmışlar, o da onlara hafif bir göz selamıyla karşılık vermişti.. biraz sonra herkes tekrar kendi alemine dalmıştı bile.. gencimizi halden anlar tavırlı, ince uzun görünüşlü, avurtları çökük, ince bir bıyık bırakmış, saygılı görünümlü, emektar yaşlı baş garson karşıladı ve; -yalnız mıyız, misafirimiz, gelecek olan var mı? diye kısaca vaziyeti anlamak amaçlı bir soru yöneltti.. gencimiz de, -hayır kimse gelmeyecek, ben ve dertlerim zaten yeterince kalabalığız! gibi yarı ciddi, yarı şakacı bir cevap verdi hafifçe gülümseyerek.. halden anlayan garson da, - o zaman sizi şöyle rahat bir masaya alayım, buyurun, diye onu biraz gerilerdeki, dışarıdan görülmeyen, diğer müşterilerin de pek dikkatini çekmeyecek kuytu bir köşedeki küçük, iki iskemleli eski bir masaya doğru götürdü.. elindeki ufak bir bezle masayı şöyle bir temizledi ve acar muhabirimizin oturması için iskemleyi saygıyla geri çekerek hoş geldiniz merasimini tamamladı.. sonra yine saygılı bir ifade ile; -içmek için ne alırdınız? diye sordu.. gencimiz bu soruyu beklemiyor gibi şaşırarak biraz düşündü, garson yardımcı olmak amacıyla -rakı olsun mu? dedi.. gencimiz de gözleri parlayarak -evet, evet.. çok iyi olur dedi..  -yanına ne getireyim? meze ister misiniz?, çok güzel piyazım var, ciğer tavam var, zeytinyağlı bir şeyler olsun mu? diye, kararsız gözlerle etrafına ve garsona bakınan ve buraların acemisi olduğu pek belli olan gencimizi yönlendirmeye çalıştı.. genç muhabirimiz de, yine milletin oyununa geliyorum galiba, herkes beni yönlendirmeye çalışıyor.. benim tipim mi müsait acaba diye kızmaya başlamıştı.. sonra; biraz da bu sıkıntılı durumdan kurtulmak istercesine; -siz işte rakının yanına azıcık bir şeyler getirin, ciğer tava ve zeytinyağlı barbunya olsun yeter şimdilik dedi.. garson yine halden anlarcasına, -peki efendim, hemen şimdi.. diyerek uzaklaştı.. biraz rahatlayan gencimiz gazetecilik ve gözlemcilik damarı ağır bastığından mıdır, yoksa başka yapacak şey olmadığından mıdır bilinmez, çevreyi izlemeye başladı.. gerçekten de burası dışarıdan kasvetli görünüşüne rağmen insanların birbirleriyle alçak seslerle konuşarak ve etraflarıyla da pek ilgilenmeyerek dertlerini birbirlerine anlatıp sıkıntılarını paylaşmaya çalıştıkları dostça bir ortama benziyordu.. içip içip yüksek sesle bağırıp çağırmaya başlayan, sonunda da birbirlerine giren insanlar yoktu burada.. meyhane denince nedense böyle insanların çoğunlukta olduğu, belanın ve kavganın kol gezdiği yerler akla geliyordu son zamanlarda.. burada ise insanlar büyük bir suskunluk içinde, alçak sesle ve ciddi ciddi konuşuyorlar, çaresiz dertlerini veya memleketin bitmez tükenmez sıkıntılarının nasıl hale yola konacağını birbirleriyle müzakere ediyorlardı sanki.. bu haliyle burası sanki bir fikir kulübü veya açık oturum salonu gibi bir yere benziyordu daha çok.. keşke okullar da ara sıra dersleri burada yapsalar.. özellikle de toplumbilim ve siyasetle ilgili fakülteler ve öğrencilerinin burada öğreneceği ve gözlemleyeceği çok şeyler bulur ve ilginç fikirler edinirlermiş dedi içinden.. niçin böyle bir yere daha önce gelmediğini de şaşırarak ve hayıflanarak düşünüyordu.. şairler, edebiyat adamları boş yere meyhanelerde vakit geçirmemişler demek ki.. buralarda ne çok filozoflar, fikir ve sanat insanları yetişmiş feyz almışlardır kim bilir? sınavsız, yoklamasız, hiyerarşi ve kimsenin üstünlük taslamadığı bir Fakülte, hatta Üniversite buralar.. şu emektar garson kim bilir neler gördü yaşadı.. bir çok filozoftan daha tecrübeli ve bilge bir hali var sanki.. fırsat buldukça buraları sık sık ziyaret etmeliyim.. ama benim yine hesapsız kitapsız bir iş oldu buraya gelişim.. tıpkı hayatım gibi.. memleketten ve oradaki kısır ortamdan çıkıp sırf yüksek tahsil yapmış olmak için buralara geldim ve yine YÖK denen insan kıyma makinesinin uygun gördüğü şekilde gazetecilik mesleğine aday yazdırıldım.. şimdi de iyi kötü gazeteci sayılırım, ama daha ne yapacağımı, ne olacağımı, bundan sonraki hayatımı nasıl planlayacağımı bilemiyorum.. bir kız arkadaşım yok.. onu bırak bir kedim bile yok.. yaban ellere sürülmüş şairimizin dediği gibi.. hoş lisede de fakültede de bazı kız arkadaşlarla kısa göz göze gelmelerimiz oldu, ama onlar da sanırım benden bir şey çıkmayacağını hemencecik anladılar, sanki benden elektrik alamadılar o komik deyimle.. şimdi bunu düşünürken de acı acı gülümsüyordu.. patronu Sacit Sami bey öyle miydi oysa.. ondan daha kötü şartlarda ve zamanlarda gelmişti o da Anadolunun bir yerlerinden buraya ve koskoca bir kariyer ve hikaye yaratmıştı.. sevilen, fikirleri merak edilen, rakiplerinin ve düşmanlarının hatta devletin bile ciddiye aldığı bir insandı.. her şeyden önde de Jülide hanım gibi bir eşi ve şimdi yaban ellerde de olsalar iki çocuğu ve torunları vardı, ve hepsi hayata iki elleriyle güçlü bir şekilde sarılmışlar, varolma kavgasında boğanın her iki boynuzunu tutup devirme başarısını göstermişlerdi  (bu deyim de hayranlık derecesinde çok beğendiği, iki de kendisi gibi müthiş evladı edebiyat ve düşünce dünyasına hediye eden Çetin Altan dan kalmıştı aklına.. belki de gazeteci olmayı ona duyduğu hayranlık nedeniyle istemişti kim bilir).. oysa şimdi kendisini değil matador, toreador veya pikador, bir seyis veya boğanın karşısına çıkıp onun boynuzlarına meydan okuyan bir sarhoş seyirci olarak bile görmüyordu.. hoş, zaten boğa güreşlerinden ve güreşçilerinden, hatta bu vahşi oyunu seyretmekten zevk alan garip insanlardan da pek hazetmezdi ama, yine de onlardaki bir çeşit azim ve korkusuzluğa da kızgınlıkla karışık hayranlık duyardı.. keşke hayat da bir oyun olsaydı ve boğalar öldürülmeseydi, kızdırılan hayvanlar sonunda ödüllendirilip yeşil çayırlara salıverilip oralarda koşup sıçrasalardı.. insan içindeki o öldürme ve eziyet etme içgüdüsü şekil ve yön değiştirip yaratma ve eser bırakma isteğine döndürülebilseydi.. bunu yapabilenler teşvik edilip alkışlansaydı.. hayat bayram olsaydı...


     Bütün bunları düşünürken masasına garson tarafından bir duble rakı ve iki küçük tabak mezenin ve sıkılıp suyu alınmış beyaz soğanla arkadaş edilmiş ciğer tavasının geldiğini fark etmemişti bile acar ve üzgün, yaşam yorgunu muhabirimiz.. gözü masaya doğru kaydığında bunları fark etti ve görevini yerine getiren bir öğrenci sakinliği ile sol eline rakı bardağını alıp büyük bir yudum aldı.. dilinin hafifçe yandığını hissederken yudum boğazından yana yana aşağı doğru inmeye başlamıştı bile.. bu işlerin pek ustası olmayan gencimiz yüzünü ekşiterek tabaktaki beyaz peynirden bir parça alıp ağzına götürdü ve azıcık çiğnedikten sonra hızla yemek borusundaki yanan yerleri teskin etmek amacıyla yuttu.. sonra da ciğere uzandı.. bir parça ciğeri de aynı akıbet bekliyordu.. şimdi sanki bir görevi yapıyor gibi, bir işlemi takip ediyor gibi bu hareketleri bir süre tekrarladı durdu.. ta ki gözü biraz ilerisinde ona gülümseyerek bakan ve ona doğru ilerleyen yaşlıca bir adamı görene kadar.. bir süre bu tanıdık yüzün kim olduğunu hatırlayamadı, sonra birden ayağa fırlayarak ve saygılı bir ifade içinde ve utançtan da kıpkırmızı olduğunu, terlemeye başladığını hissederek;  -Hocam! merhaba.. diyebildi...


     Evet, böyle bir ara sokak meyhanesinde ve bu meyhanenin de kuytu bir masasında karşısına bir anda çıkan kişi, okuldayken çok sevdiği, derslerini severek ve ilgiyle izlediği, hemen tüm öğrencilerin ve fakültenin bir çok bölümündeki talebelerin de çok sevip saydığı Orhan hocaydı karşısında kendisini tanıyıp dostça selam veren bu yaşlı, hafif kamburlaşmış, beli bükülmüş, ak saçlı ve hafif tombul kısa bedenini biraz da aksayarak sürükleyen filozof ve kalender karakterli adam...







                                                            *                         *                       *





     


     

Yorumlar

  1. fahrettin'in hayatına girip çıkan insanları ben de istiyorum :))
    dickens'ın a christmas eve carol'u geldi nedense aklıma, yüksek karakterlerin biri girip biri çıkıyor fahrettin'in hayatına, sonunda öldüğünü ama bir şans daha verildiğini fark etmesin o da kendisine? :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hepimizin hayatına kimler kimler girip çıkıyor.. Fahrettin'in şansına da bu sıralarda hep bir şeyler söyleyenler düştü :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke