5- Tercüme-i Hâl

 





     Orhan hoca, kendisini çok seven ve sayan bir öğrencisiyle karşılaşan her emekli hoca gibi genç gazetecimizi de gördüğünde çocuk gibi sevinmişti sanki.. o anda kendisini bir zamanlar hoca olarak dolaştığı, ama şimdilerde canının pek de gitmek istemediği fakültesinin o uğultulu koridorlarında bir eski öğrencisiyle karşı karşıya gibi hissediyordu...


     -Hocam buyurmaz mısınız masama, ben de ilk kez geldim buraya tamamen tesadüf eseri.. ama sizi karşımda görünce ne kadar sevindim bilemezsiniz.  bütün öğrencileriniz gibi ben de sizin bir hayranınızım.. o esprili ders anlatmalarınızı, arada da hayatla ilgili anekdotlar paylaşmanızı ne kadar özlemişim, sizi görünce gerçekten çok sevindim hocam, lütfen buyurun.. dedi.. Orhan hoca da cevaben; -seni çok iyi hatırlıyorum, adın Fahrettin'di değil mi?.. rahmetli amcamın ismi olduğundan dikkatimi çekmişti.. ama senin terbiyeli, zeki ve ilgili tavrından da her zaman iyi bir öğrencim olarak hafızamda yer etmişsin, bak adını kolayca hatırladım.. ben de sık gelmem buraya, ama bu akşam bir kaç kadeh atıp efkâr dağıtmak istedim nedense.. sebebini kolayca tahmin edeceksin tabi.. bir ilginç tarafı da şu ki, buraya gelince mutlaka bu masada otururum eğer boşsa.. şimdi bu masada seni görmek neredeyse yıllar önceki halime götürdü beni dedi, masadaki diğer sandalyeye otururken.. onlar konuşurken de baş garson yanlarında saygılı bir şekilde bekliyor ve hocanın sandalyesini de saygıyla çekerek oturmasına yardım ediyordu, bir yandan da - Hocam hoş geldiniz, uzun zamandır gözlerimiz sizi arıyordu, şeref verdiniz.. ben de delikanlıya misafiriniz var mı diye sormuştum, o da bilmiyormuş geleceğinizi.. demek ki şimdi siz bence tanrı misafirisiniz, değil mi hocam? diye saygılı bir şekilde nüktesini de yaptı.. bu söze üçü birden güldüler tabi.. Orhan hoca da; - yine lafı gediğine koydun Şerafettin.. evet bu akşam tanrı misafiriniz benim.. dedi.. bu söze gencimiz ve garson da şeref verdiniz hocam, hoş geldiniz dediler tabi ki.. Garson onlara biraz konuşma zamanı tanımak amacıyla sessizce uzaklaşırken ilk sözü beklendiği gibi Orhan hoca aldı ve biraz da meraklı bir şekilde; - Ee, nasılsın neler yapıyorsun Fahrettin? maşallah artık bir iş güç sahibi olmuşsun sanırım.. ben de 3 yıldır emekliliğimin tadını çıkarmaya çalışıyorum.. gerçi Fakültemi ve öğrencilerimi çok sevdiğimi bilirsin, nasıl kolayca bıraktı Fakülteyi diye merak da etmişsindir.. tahmin edeceğin gibi sebebi çok da uzun hikaye değil, anlatırım birazdan.. ama önce sen söyle, mezuniyetten sonra neler yaptın, şimdi neler yapıyorsun? diye hocalığın verdiği alışkanlıkla olsa gerek soru sormakta kendisinde ilk hakkı görmüştü farkına bile varmadan.. ama karşısındaki genç de o anda tekrar talebesi gibi bir hava içine çoktan girmişti zaten...


     -Hocam, işte fakülteyi bitireli üç sene oldu bile, demek ki aynı zamanlarda ayrılmışız oradan.. ara sıra orayı özlediğim oluyordu, ama nedense bir tembellik veya arzusuzluk hali oluyor ayaklarım gitmiyordu oraya.. gelsem de sırf sizin gibi çok az sayıdaki yaşlı hocamı ziyaret etmek için gelirim.. ama siz de bırakmışsınız demek o ortamı, gelmemekle isabet bile etmişim.. halbuki insan baba evi gibi bir yer olan okulunu özlemez mi.. ne yazık ki her yer gibi okulumuzdan da soğuttular bizi hocam.. iyi ki bu akşam buraya gelmişim, şimdi bütün sıkıntılarımdan kurtuldum sanki.. dedi.. bu son cümleyi sarf ettiğine de o anda pişman oldu.. ama ok yaydan çıkmıştı bir kere.. hocası onu anlayışlı ve düşünceli bir tavırla izlemeye devam ediyordu.. bundan cesaret alan gencimizin de dili açıldı ve zaten pek de ilginç ve parlak olmayan bu üç sene içinde başından geçenleri, sonunda da eski tüfek devrimci Sacit Sami beyin kendisi küçük ama etkisi büyük (inşallah) gazetesinde patronun hemen her şeyi, yani sağ kolu olduğunu -sol kolunu kimseye emanet etmezdi patron-, alçakgönüllü ve kısa cümlelerle özetledi.. kısa bir duraklama sonunda Orhan hocanın yüz hatları gevşedi ve memnun bir tavırla; -Ooo! demek Sacit Sami beyin, daha doğrusu herkesin bildiği adıyla SSCB'nin yanına, onun rahle-i tedrisine girdin demek! evlat şanslısın! bizim okulda öğretemediğimiz bir çok şeyi orada öğreneceksin demektir.. kendisini uzaktan tanırım.. egemen güçlerden çektiklerini, mücadelesini ve ideallerine bağlılığını hemen herkes bilir ve takdir eder.. bu memlekette gazeteciliğin tarihi bir gün yazılacaksa orada yer alacak çok büyük bir kaynak ve hazinedir.. faydalanmaya bak! dedi.. gencimiz de içinden; -Haydaaa!.. dakika bir gol bir.. Orhan hoca'dan da bir görev aldık iyi mi? diye düşünmedi değil.. yahu bu eskiler de ne kadar meraklıymış gençlerin sırtına bir şeyler yüklemeye.. ama bir bildikleri var demek ki.. bu devran böyle gidiyormuş galiba.. diyerek kendisini de bu sıkıcı düşünce silsilesinden uzaklaştırdı.. sonra da cevaben; - tabi hocam, aslında tamamen şans eseri girdim Sacit beyin gazetesine.. durumu biliyorsunuz küçük bir gazeteyiz.. ne yazık ki artık gazeteciliğin devri bitti.. en büyük tirajlı gazeteler bile yaşam mücadelesi veriyor.. bizim gazetenin kemikleşmiş bir okuyucu kitlesi olmasa hemen hemen hiç satamayacağız.. neyse ki okurlarımız da yaşlı insanlar ve internetle araları pek iyi değil.. ille de ellerine kağıt bir gazete almak ve ölüm ilanlarına kadar okuyup vakit geçirmekten hoşlanıyorlar.. patronun vurucu ve alaycı üslubunun hastaları da bu yaşlı insanlar.. dedi.. o anda da yaptığı gafı anlayarak kıpkırmızı kesildi ve sustu... Orhan hoca gülmeye başlamıştı.. -aynen öyle oğlum, çok doğru özetledin.. görünen köy kılavuz istemez.. işte ben de gençlerin bu yönünü seviyorum en çok.. zamânın, daha doğrusu artık bizim zamânımızın geçtiğini, köprülerin altından artık başka suların, daha doğrusu bam başka şeylerin aktığını en güzel sizi dinlerken anlıyorum.. merak etme, rahat ol.. artık şimdi Şerafettini çağıralım da bana da bir duble rakı isteyelim dedi.. konu da şimdilik bu şekilde tatlıya, daha doğrusu rakıya bağlandı...


     Hocanın duble rakısı ve onun vazgeçilmez eşlikçisi olan üzerine biraz limon sıkılmış bembeyaz lâkerdası da gelince her şey yoluna girmişti artık.. Hoca rakısından büyükçe bir yudum, arkasından da çatalının ucuyla lakerdadan da küçük bir lokmacık da alıp tadını çıkara çıkara çiğneyip yuttuktan sonra gözleri kısa bir süre derinlere daldı.. sonra ağır ağır konuşmaya başladı.. - bak şimdi Fahrettin oğlum dedi (artık acar muhabirimiz oğlum hitabına iyice alışmış, sanki benimsemişti bile), Sacit Sami beyi iyi tanırım, biz ondan bir kuşak sonrayızdır, ama o ve eşi bizim gözümüzde bir idol, bir kahramandı.. belki benim mesleği bu kadar sevmemde en büyük sebep de odur.. egemen güçlere, devleti ele geçirmiş menfaat şebekelerine, onların işbirlikçilerine yazıları ve eylemleriyle korkusuzca karşı durur ve hapis, işkence, iftira, mahkeme mahkeme süründürülme gibi yıpratma amaçlı her türlü alçaklık onlara vız gelirdi.. görünürde sahnede Sacit bey vardı, ama asıl sıkıntıyı çeken eşi Jülide hanımdı.. onları ben Zekeriya ve Sabiha Sertellere çok benzetirdim.. o günlerde memlekette tek parti dönemi bitmiş ama bürokrasi ve derin devlet her zaman olduğu gibi gelen iktidarı da hemen kanatları altına almıştı.. artık tek parti baskısı yoktu ama daha beteri gelmişti yerine.. kısa zamanda o devirleri aratmayan bir idare altına girmişti memleket.. o demokrat parti iktidarı bizim daha ilk okulda olduğumuz zamanlardı, ama memleketteki huzursuzluk ve politik kavgalar gitgide artıyordu.. sonunda biz daha ilk okulu bile bitirmeden 27 Mayıs ihtilali oldu.. askerler idareyi ele geçirdiler, Menderesi astılar ve onun bir demokrasi şehidi olarak halkın gönlünde yer etmesine sebep oldular.. aslında demokrasiyle hiçbir alakası yoktu Menderesin ve sadece adı Demokrat olan partisinin.. o zamana kadar memleketi adeta tek yumruk altında idare etmiş olan CHP den tek farkları isimleriydi denebilir.. her zaman olduğu gibi o zamanlarda da dizginler bürokrasinin ve askerin elindeydi.. Menderes zaman içinde başta çok iyi ilişkiler kurduğu Amerikadan yüz bulamayınca Rusyaya yönelir gibi olunca da ipi çekildi.. zavallı gençler ve bir kısım vatandaş ihtilal oldu, artık demokrasi gelecek diye sevindiğiyle kaldı.. halbuki bu idareye el koyma aslında demokrasinin önünde bir engeldi.. sonrasında her on senede bir asker müdahalesi, muhtıralar, darbemsi kalkışmalar, askerler arasında fikir ayrılıkları sonucu cuntalaşmalar, bir kısım sol grupların 'solcu' askerlerle bir olup sol ihtilal yapma hevesleri, bunları haber alıp onların tepesine binen 'sağcı' amerikancı subay müdahaleleri vs. vs. derken bugünlere kadar geldik.. son 20 seneyi de sen iyi biliyorsun zaten anlatmaya gerek yok.. yağmurdan kaçarken doluya tutulduk.. işte böyle bir siyasi ortamda siyaset yapmanın bu memlekette kör dövüşünden pek de bir farkı olmadığını gördüğüm için ben işe temelinden başlamak ve demokrat, ilerici gazeteciler yetiştirmek amacıyla gazetecilik okulunda akademisyen olmaya, yani işin pratiğini yapmak yerine teoriğinde kalmaya karar verdim.. basın demokrasisi yeni yeni inşa edilmekte olan ülkemizde yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak daha yeni yeni değerlendiriliyordu.. Osmanlının demokrasiye doğru ilk adımlarını attığı zamanlarda basın siyaset yapmanın ve yönetime karşı çıkmanın tek yoluydu, ama artık Cumhuriyet devrine geçilmişti ve basının daha bağımsız bir güç olarak yerini alması bekleniyordu.. o zamanlar gazetecilik okulları siyasal bilgiler fakülteleri içinde ve gözetiminde onların hocalarının desteğinde açılmış fakülte değil de bir basın yayın yüksek okulu tarzında idi.. artık şimdilerde Üniversitelerin bünyesinde apayrı İletişim Fakülteleri haline gelen okullarda bugünün ve yarının ihtiyacı olan araştırmacı, meslek ahlâkına ve dürüstlüğüne sahip, çıkarları için kalemini satmayan gerçek iletişimciler yetiştirme amacıyla yola çıkılıyor, en azından beklenti bu.. ama ne yazık ki artık yazılı medyanın devri geçmeye, yerine görsel medya ve hatta onun da ilerisinde kendi çıkarları doğrultusunda kamuoyunu etkilemeye ve yönlendirmeye çalışan düşünce kuruluşu, kanaat önderi, kamuoyu oluşturucusu gibi sıfatlarla ortaya çıkan ne idüğü belirsiz güçler tedavüle çıktı.. bunlar ne yazık ki yalan haberler, düzmece senaryolar, fotoşoplu görseller ve daha neler nelerle artık adına basın diyemeyeceğimiz iğrençlikler sergiliyorlar artık.. daha da acısı iletişim fakültelerimiz de bu akıntılara kapılmış durumda.. gazeteciliği bir show, sahne gösterisi, magazincilik, hatta asparagas habercilik gibi görmeye başladık hep birlikte.. kısacası mesleğin şerefi kalmadı diyebilirim.. ben de işte artık böyle yerlerde bulunmamın bir anlamı kalmadığını düşünerek mesleğimden soğudum ve emekliye ayrıldım.. eskilerin deyimi ile '' görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden/çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten''  ( çağın yöneticilerini doğruluk ve güvenlikten uzaklaşmış görünce, şerefle ve mutlulukla hükümet kapısından ayrıldık.. Namık Kemal.. Hürriyet Kasidesi..)


     Rakısından bir yudum daha alan Orhan hoca, sanki karşısında kimse yokmuş gibi kendi kendisiyle sohbet edercesine devam etti sözlerine.. -Fakültede en güzel zamanlarım yine de, görece de olsa çok partili demokratik hayattaymışız gibi (bu memlekette hemen her şey 'mış gibi' dir evlat, bu derin meseleyi de konuşuruz bir ara) hissettiğimiz Demirelli Özallı Ecevitli yıllardı.. onların bir başka kumaşları vardı sanki.. birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler ama sonunda da centilmence el sıkışmayı, işi tadında bırakmayı bilirler, en önemlisi de hoş görü ve espri anlayışını hiç terk etmezlerdi.. ne yazık ki o günleri şimdi arıyorum.. o zamanlar kıymetini bilememişiz.. şimdi memleketin adım adım faşizme gittiğini gördüğümde içimi derin bir hüzün kaplıyor.. o günlere dönmeyi, o az buçuk da olsa, zayıf da olsa demokrasinin kokusunun geldiği günleri arıyorum.. o günlerden sonra insanlar ne yazık ki takım tutar gibi parti tutmaya, karşı tarafın görüşüne saygı duymayı bırakın onun yaşamasına, sesini duyurmasına bile tahammül edemeyen fanatizme nasıl geldiler hâlâ şaşıyorum.. işte Fahrettin, benim kısa tercüme-i hâlim bu.. ama emekli olmamın bir faydalı tarafı da oldu.. o da şöyle; artık zaman benim arzuma ve keyfime göre işliyor.. okula, konferansa, toplantıya yetişme gibi bir derdim olmadığı için, artık geride kalan yıllarımın bir değerlendirmesini daha kolay yapma imkanını bulabiliyorum.. tıpkı bir bayrak yarışında koşan ve bayrağı ondan sonrakine devrettikten sonra koşmayı bırakıp artık bayrağın nasıl ilerletildiğini merak ve ilgiyle izleyen bir koşucu gibiyim artık.. kendi görevimi nasıl yaptım, iyi koşabildim mi, bayrağı devrederken zamanı iyi kullanabildik mi, diğer takımlara göre ne durumdayız gibi soruları sormaya başlıyorum artık.. ve ister istemez diğer takımları, seyircilerin değerlendirmelerini, kısacası stadyumun tamamını izlemeye başlıyorum.. bu da beni daha az sorumlu, ama daha çok dikkatli ve inceleyici yapıyor.. netice olarak da bir öz muhasebe yapmaya ve topluma ve mesleğime neler kattığımı, kendi hayatımda nasıl bir başarı veya başarısızlık gösterdiğimi, memleketin ve dünyanın nerelere gittiğini düşünmeme epeyi zamanım olduğunu görerek bu konularda düşünmeye ve sonuçlar çıkarmaya karar verdim.. kendime ve toplumuma karşı olan borçlarımı bir de bu şekilde ödeme çabası içindeyim.. belki bir basın tarihçesi, basın emekçilerinin incelendiği bir biyografi kitabı, demokrasimizin geçirdiği aşamaları inceleyen çalışmalar gibi projeleri düşünmekteyim.. bakalım ne kadarını başarırım zaman gösterecek.. bütün bunlara başlamadan önce de en başında içinde bulunduğumuz dünyayı tanıma, değerlendirme ve anlama, anlatma gereğini duydum.. böylece işi en başından, temelinden almaya gerek olduğunu gördüm ve bu da beni temel soruya getirdi.. Dünya nedir?


     Uzunca bir zaman süren bir suskunluk oldu....





                                                          *                             *                             *





   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke