7- Acı Kaybımız..

 


     '' ACI KAYBIMIZ.. Kentimizin sevilen ve sayılan büyüğü, emekli Tapu Dairesi memurlarından, meslekdaşımız Fahrettin Dönmez'in sevgili babası Hüsamettin Dönmez, dün, bir kaç gündür tedavi altında bulunduğu Devlet hastanesinde hayatını kaybetmiştir. Merhuma Tanrıdan rahmetler, meslekdaşımız ve kederli ailesine başsağlığı dileriz... (..)Şehri yerel gazetesi Memleket Postasından...



     Her şey o kadar hızlı seyretmişti ki, acar gazetecimiz bile bu bir kaç gün nasıl geçti anlayamamıştı.. Orhan Hoca ile konuşup mutlu ve umutlu hislerle evine döner dönmez gelen telefon; babasının o akşam aniden fenalaştığını ve hastaneye kaldırıldığını, durumunun acil olduğunu kısa cümlelerle haber vermişti.. Enişte beyden gelen bu telefonla bir an ne yapacağını bilemez halde donup kalan Fahrettin, hemen küçük bir çanta hazırlamış ve patronuna da - o saatte aramak ayıp olur düşüncesiyle- bir mesaj atarak durumu özetlemiş ve memlekete gitmek üzere hemen harekete geçmişti.. Otobüs garajında memlekete giden ilk otobüse binip koltuğuna oturduğunda aklına ilk defa babasıyla memlekette ilkokula başladığı gün gelmişti nedense.. babası biraz korku biraz da heyecan içinde eline yapışan oğlunu ilkokul öğretmeninin önüne kadar götürmüş, öğretmen babasına saygı ve güleryüzle; hoş geldin Hüsamettin ağabey! diye hitap etmiş sonra da ooo! maşallah delikanlımız artık okula başlıyor demek, hem de benim öğrencim olacak demiş ve çenesini yumuşak bir dokunmayla okşamıştı.. o anda öğretmenine ısınan küçük çocuk, okulu bitirene kadar öğretmeniyle çok güzel bir öğrenci öğretmen ilişkisi yaşamış, onun gözüne girebilmek ve babasını utandırmamak için elinden geleni yapmıştı.. öğretmeni de onu hep cesaretlendirmiş, yardımcı olmuş, onunla gurur duyduğunu hissettirmişti.. hatta bu ilişki ortaokul ve lise döneminde de biraz uzaktan da olsa devam etmiş, en ufak sıkıntısında ister okulla isterse de okul dışı meselelerde olsun babasından bile önce ona danışıp öyle hareket etmesine sebep olmuştu.. Üniversite yıllarında bile her memlekete gidişinde en geç ikinci günü hocasına uğrar, elini öper, halini hatırını sorardı.. acaba şimdi neden bu hatıra aklına gelmişti ki.. galiba o anda da kendisini o okula başladığı günkü gibi güçsüz ve yardıma muhtaç hissetmiş ve bu sebeple hocasının adeta ikinci bir baba gibi yardımına koşacağını düşünmüştü..


     Uzun otobüs yolculuğu boyunca kah uyumuş ve rüyasında babasını ve onunla geçen güzel zamanları görmüş, kah uyanıp gözleri dolu dolu bir halde şaşkın şaşkın etrafına bakınırken etrafta horlayan yolcuları, içine kapanmış kara kara düşünen üstü başı eski püskü bakımsız insanları, bebeğini uyutmaya çalışan yorgun ve asık suratlı anneleri, kulaklığını kulaklarına takmış ve dinlediği yüksek volümlü müziğin etrafındakileri rahatsız edip etmediğini bile aklına getirmeyen züppe gençleri, kendi aralarında siyasi durumu tartışan ama bir türlü birbirlerini ikna edemeyen, ama yine de birbirlerinin söylediklerine pek de dikkat etmeden karşısındakinin sözünü keserek aynı şeyleri tekrar eden orta yaşlı tüccar kılıklı insanları, sevgilisinden ayrıldığı pek belli olan genç bir kızın için için ağlayışını, yol ne zaman bitecek, ne zaman evimize gideceğiz diye annesine peş peşe sorular soran beş yaşlarındaki oğlan çocuğunu, otobüs mola verse de sigara içsem diye bekleyen tiryakiyi, yolculara su ve kusanlara torba yetiştirmeye çalışan günlerdir doğru dürüst bir yatağında uyku yüzü görmemiş sakalı uzamış genç muavini, şoförün hemen arkasında oturan ve sürekli acaba şoför uyur da kaza geçiririz korkusuyla sürekli dualar eden yaşlı teyzeyi seyrederek biraz oyalanmış, mola verilen yerlerde otobüsten fazla uzaklaşmadan ve bir an önce molanın bitmesini bekleyerek volta atmış, sonunda sabaha karşı güneşin yüzüne düşmesiyle daldığı kısa uyuklamadan uyanmış ve tekrar babasını hatırlamıştı.. yolculuk böyle böyle sonunda memleket otobüs garajında sonlandığında kendisini otobüsten dar atmış ve hemen memleket hastanesine koşmuş, Nöroloji servisinin yoğun bakım havası verilmiş bir odasında yatağın yanındaki sandalyenin üzerinde oturan ama sanki biraz daha küçülmüş görünen annesini görmüş, sonra hemen yatağa gözleri ilişmiş, kollarından serumlar takılmış, bir monitöre bazı bilgileri gönderen cihazların göğsüne ve kollarına bağlandığı babasının öylesine yatakta uzanmış halini, solgun ve yorgun yüzünü görünce içinden bir şeylerin koptuğunun hissetmişti.. sessizce yanına yaklaşmış ve üzgün bir şekilde babasını seyretmeye başlamıştı ki babası birden gözlerini açarak ve doğrudan ona gülümseyerek bakmış, sanki o da oğlunu o ilkokula götürdüğü günde olduğu gibi gülümseyen bakışlarıyla ve sevecen bir ifade ile karşılamıştı.. o anda ikisi de o anı yaşamış gibi bir hale girmişler, ama o anda da annesi Allahım, çok şükürler olsun! gözünü ilk defa açtı demiş, tam o anda, o da oğlunu farkederek ona sarılmış ve için için ağlamaya başlamıştı.. babasının gözleri şimdi ikisini de izlemiş ve bir şeyler söylemeye çalışmıştı.. annesi hemen, bak bak! konuşuyor işte! diye sevinçle tekrar ona dönmüş ve sabaha kadar hep bu an için dua ettiğini, oğullarının gelmesiyle adeta bir mucize gerçekleştiğini sevinçle ve yüksek sesle söylemişti.. ama ne yazık ki bu sevinç kısa sürmüş yorgun gözleri tekrar uykuya dalmıştı sevgili babasının..


     Eskiler hep dua ederler; Allahım çekmeden ve çektirmeden canımı al, üç gün yatak dördüncü gün toprak olsun, beni ele güne muhtaç etme! diye..  sanki babasının duasını da Allah kabul etmiş, üçüncü günün gecesinde sessizce ve dudaklarında bir gülümseme ile bu dünyadan ayrılıvermişti babacığı.. işler o anda hızlanmış, hemen aynı gün daha önceden hazırlandığı belli mezara ikindi namazında toplanan kalabalık bir grupla kılınan cenaze namazının sonrası gömülmüştü, o dünyaya sanki öylesine gelmiş de hemen gidecekmiş gibi yaşayan, mala mülke hiç değer vermeyen, ama ailesini de kimseye muhtaç etmeden mütevazı bir hayat sağlayacak şekilde yaşatan, herkesin saygı ve sevgi duyduğu o dağ gibi adam.. şimdi artık babasının arkasında olmadığını, ölümün ne olduğunu daha iyi anlamaya başladığını hissetmişti..


     Depremler olur, afetler olur, dünyanın çeşitli yerlerinde savaşlar, salgınlar, bin bir türlü kötülükler olur da şu kadar insan öldü, şu kadar insan yaralı, kayıp vs denir geçer gazete haberlerinde.. televizyonlarında kahvaltılarını yaparken en fazla vah vah diyerek seyreder insanlar.. ama ölüm en sevdiği, en yakını birisini alınca insan o zaman anlarmış ölümün, ayrılığın acısını.. işte mezarlıkta Fahrettin Dönmez de babasının mezarına toprak atarken, sonrasında taziye için elini sıkan, kucaklayan baş sağlığı dileyen insanlara dostlar sağolsun derken, annesini ve kız kardeşini kollarıyla omuzlarından tutup sarılarak artık babamızın yerine ben varım, rahat olun dercesine onları kanatlarının altına alırken anlamıştı ölümün ne olduğunu, herkesin ve günün birinde de kendisinin de başına geleceğini, bu eza ve cefa dünyasından kurtuluşun belki de güzel bir şey olabileceğini, nasıl topraktan yaratıldıysak o şeklide de tekrar toprağa geri döneceğimizi ve bunun mukadder olduğunu.. hiç bir şey için başkalarını üzmeye değmeyeceğini, önemli olanın kendisine ve vicdanına karşı utanacak utandıracak üzecek şeyler yapmamak olduğunu, ''hayat mücadeleden ibarettir, türler yaşamak ve türlerini devam ettirmek için savaşırlar, milletler kendi menfaatleri için her şeyi, ama her şeyi yapabilirler, hatta yapmalıdırlar, kutsal şeyler ve kırmızı çizgiler için her yol mübahtır'' gibi lafların hiç bir değerinin olmadığını...


     Cenaze toprağa verilip eve gelince konu komşunun evlerini silip süpürdüğünü, gelenlere hizmet için komşu kadınların ve kızların sessiz ve anlayışlı bir şekilde hazırolda beklediğini, ölü evinde yemek pişirilmeyeceği için her komşudan yemekler, tatlılar getirilip dolaplara doldurulduğunu görmüşler, artık onlar da bu yazılı olmayan kurallara ve olay akışına ister istemez uymuş, akıntıya kendilerini bırakmışlar, her gün eve gelen hocalar fatiha,amme tebareke ve ayetlerden oluşan duaları tekrarlayarak onlara yapacak hiçbir şey bırakmadan tüm gerekli işlemleri yapmışlardı.. bu arada eniştesi onu bir kenara çekerek sana bir şey söyleyeceğim Fahrettin demiş ve ağzındaki baklayı bir kaç beylik laf sonrasında çıkarmıştı.. bak Fahrettinciğim demişti -nedense birden ..ciğim olduk demişti muhabirimiz- ölüm hak miras helal derler atalarımız ki çok doğrudur, hayat devam ediyor.. sen İstanbula yerleştin artık ve orada güzel bir gazetede iyi bir yerin var diye seviniyoruz.. sevdiğin bir mesleğin var ve önün açık.. başarılı bir gazeteci olacağına ve sonrasında da memlekete çok faydalı işler yapacağına inanıyoruz ve seninle iftihar ediyoruz.. kız kardeşin seni çok sevdiğini ve seninle gurur duyduğunu hep söyler.. hatta üç yaşındaki yeğeninin idolüsün bunu bil.. annemiz de bize emanet, gözün hiç arkada kalmasın.. sana da istediği zaman gelir gider, ama herkes memleketini ister bu yaştan sonra, oralarda çok kalamaz.. bizim başımızın üstünde yeri var.. Rahmetli -ne çabuk rahmetli oldu babam demişti o an- çok iyi bir insandı, herkes sever ve sayardı, ama biraz dediğim dedik insanlardandı.. babacığım bak artık şehrin en güzel yerindeki bu evin arsası çok değerlendi - haa! sadede geliyoruz yavaş yavaş- burayı mütahide verelim, yepyeni sağlam, kaloriferli, asansörlü, sıcak soğuk suyu elinin altında, rahat odaları banyosu mutfağı olan dairelerimiz olsun.. birinde siz oturursunuz, birinde biz otururuz, bir daire Fahrettine veririz, üste de iki daire daha ve bir de dükkan alırız, onların kirasıyla da gül gibi yaşarsın dedikse de bir türlü ikna edemedik.. ben böyle bir evi seviyorum, şimdi altıma üstüme kavgacı gürültücü saygısız bir komşu gelir, hayatımızı zehreder, kimi arabasına yer kavgası yapar, kimi sabaha kadar kavga eder, kimi balkona pislik silkeler, kimi dedikodu yapar, her türlü sıkıntı.. ben istemem, hem burada kedilerim, kuşlarım var bahçede oynuyor ötüyorlar, ağaçlarım var ellerimle diktim suladım büyüttüm gölgesinde uyudum.. şimdi onları nasıl keserim.. bir çiçeğe bile kıyamam ben.. bahçemizde börtü böcek yaşıyor, bir bizim bahçe kaldı burada sığındıkları yer, onlar nereye gidecek? hatta bir gelinciğimiz bile var çatıda bir yere sığınmış.. onu nereye atacağız? yazık değil mi onlara.. ben böyle memnunum der keserdi.. çok üsteleyince de ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın, ben yaşarken asla olmaz bu dediğiniz, konu kapanmıştır der bitirirdi meseleyi.. artık devir değişti Fahrettin, benim de kazancım belli -adam gibi çalışsaydın at yarışı kazı kazan peşinde koşacağına da bu lafları edip karşımda ezilip büzülmeseydin dedi içinden- , oğlumuzun da tahsili ve senin gibi başarılı bir işi olması için para lazım.. artık her şey parayla oluyor -yok yahu!- , kardeşin de çalışmadığı için kazancımız yetmiyor, -annem de çalışmadı ama babam bizi gül gibi geçindirdi!- , her şey ateş pahası -evet at yarışı kuponları da öyle!- , yani sıkıntı çekiyoruz imkanlarımız olmasına rağmen, - bak sen! hemen sahiplendin her şeyi!- , sonra sen de İstanbulda kirada kalıyorsun, buradaki evin üstüne biraz borçlanır oradan bir ev ve bir de araba alırsın fena mı olur.. sonra dünya evine girmen de gerekir, bak hiç sormadım, var mı bir yavuklu falan?, - sana ne!- , istersen görücü usulü memleketten bir eş bulalım sana ne dersin?.. artık mevzu buralara kadar gelince Fahrettin dayanamamış ve, sırası mı bunların!, daha adam mezarına yeni girdi.. ben böyle şeyleri konuşmayı hiç sevmem.. annemle ve kardeşimle konuşur meseleyi çözersiniz diyerek kestirip atmıştı.. bunu üzerine rahatlayan ve geri adım atan enişte - o da babası da bu adamı hiç sevmemişti, ne kadar haklıymış!- tamam Fahrettinciğim, senin işlerin çoktur, gazete lokanta gibidir, hayat devam ediyor, müşteri velinimettir, fazla bırakmaya gelmez hemen dağılıverir, sen hiç merak etme, yarın notere gidelim bana bir genel vekaletname ver gerisini ben hallederim.. zaten çok tanınmış, namuslu, namazlı abdestli, dindar bir mütahit var -eyvah!- hep beni sıkıştırıp duruyor.. onunla beraber her şeyi hale yola koruz, gözün arkanda kalmasın demişti de işte o zaman, artık benim hep gözüm arkamda kalacak, babam da yok artık kim tutacak seni paragöz herif! diye geçirmişti içinden.. sen daha müteahhitin nasıl söylendiğini bile bilmiyorsun, adam seni soyacak haberin yok.. dindarmış.. asıl böyle dindar gözüküp en adi işleri yapandan korkacaksın demek istemiş ama o koca şehirde bu şekilde düşünen çok az adam olduğunu da aklına getirip susmayı tercih etmişti.. 


     Ah Baba ah!.. niçin iyi bir adamdın sen de! neden çevrendekilerden farklıydın.. hem de onlardan çok farklıydın, onlar sana saygı duyarlar ama; çok doğru adam, ama biraz tuhaf sanki.. herkes on katlı apartmanlarda keyif sürerken o hâlâ eski ahşap evinde oturup kuşlarıyla, kedileriyle, ağaçlarıyla. çiçekleriyle, okuya okuya bir türlü sonunu getiremediği kitaplarıyla vakit geçiriyor.. gelen gideni de pek yok.. zengin biri olsaydı kızını da zengin (paragöz), akıllı (kurnaz), çevresi geniş (sahtekârlarla), sözü geçer (iki yüzlü fırsatçı kasaba politikacısı) insanların çocuklarıyla evlendirir kendisi de huzur (!) ve  mutluluk (?) içinde yaşardı.. karısı da gün görür, sözü dinlenir, kolları bileziklerle, gerdanı mücevherlerle dolu olarak seyyar kuyumcu gibi ortalarda dolanırdı, hayırsız oğlu da İstanbullarda sürtmez, iyi bir iş adamı ve sözü geçer bir kasaba ileri geleni olarak toplumumuzda yerini alırdı diye dedikodu eder dururlardı.. sen bunların hiç birine itibar etmezdin.. sen bu karakteri nasıl edinmiştin Baba? kim öğretmişti böyle olmayı ve bunu sürdürebilmeyi? tapu dairesi gibi rüşvetin kralının döndüğü bir yerde sen nasıl olmuştu da böyle temiz, dürüst ve namuslu kalabilmiştin?.. dindar biri miydin? hayır.. ama Allahı ve kainatı düşünürdün ve kendince bir sonuca varmıştın.. ramazanda oruç tutar, ama bayramda likör de içerdin.. arada efkarlandığında veya neşelendiğinde rakını da yudumlar, o zaman çenen açılır eskilerden yenilerden, insanlık hallerinden, başından geçen acıklı ve komik şeylerden bir bilge edasıyla söz eder, karşındakini hiç sıkmadan sözünü dinletebilirdin.. bunları nereden öğrendin be Baba? ben daha sana neler soracaktım, ne sohbetler yapacaktık, beraber rakı da içecektik, cuma ve bayram namazına da gidecektik.. niçin beklemedin be Baba?.. daha ben askerliğimi yapıp bir işi tuttuktan, elime ekmeğimi aldıktan sonra sevdiceğim kızı sana getirecek ve tanıştıracaktım.. mutlaka sevecektin onu.. sonra torunlarını getirecektim sana.. ellerinden tutup onları ilkokula, ortaya, liseye hatta üniversiteye götürecektin.. niye beklemedin be Baba?.. çok mu acelen vardı?.. bu dünyadan o kadar mı tiksiniyordun da hemen gidiverdin üç gün içinde.. şimdi ben ne yapacağım?.. annem ne yapacak?.. kız kardeşim ne yapacak.. paragöz eniştem neler yapacak, artık senden korkusu da kalmadı.. beni memlekete bağlayan en büyük halat sendin be Baba!.. niçin çabucak kopuverdin.. ben şimdi ipleri kopmuş bir gemi gibi nerelere gideceğim?.. nerelere kimlere çarpacağım, yara alacağım.. beni senin limanından başka hangi liman tamir edecek?.. rotamı kim çizecek?.. kaptan köşkümde hep senin fotoğrafın asılı olacak artık.. ne zaman pusulayı rotayı şaştığımı düşünürsem senin fotoğrafına bakacağım ve doğru yolu bulacağım.. sen rahat uyu Baba!.. gözün arkada kalmasın Baba! ama bu dünya bildiğin dünya işte be Baba!.. biz biraz daha buradayız be Baba!.. sen rahat uyu Baba.. huzur ve rahmet içinde uyu.. bize de çok sıkıştığımızda yolumuzu göstermeyi ihmal etme Baba!.... 




                                               *                         *                          *



  

Yorumlar

  1. Oluyor bunlar yahu daha cenaze soğumadan para konuları :( İnsanın bazı insanların edepsizliğine karşı edepli kalmaya çalışınca yaşadığı sıkıntının da bir ismi olmalı....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu tür münasebetsiz insanlar her zaman olacaklar.. ama bu enişte maddiyat peşinde, üstelik fütursuz...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke