8- Yabancılaşma

  



     Babasının vefatı ve sonrasındaki sıla günlerinde muhabirimiz Fahrettin, bazen avare avare memleket sokaklarında dolaştı, bazen eski arkadaşlarıyla buluşmak ümidiyle küçük cadde ve meydanlarda yürüdü, bazen de hiç bir şey yapmadan evde odanın duvarlarını ve küçük pencereden görünen bahçeyi izlemekte yetindi.. artık çocukluğunun geçtiği, bahçesinde sabahtan akşam karanlığına kadar türlü oyunlar oynadığı, çamurdan minik evler, barajlar, köprüler yollar yaparak kibrit kutusu veya tellerden yapılmış arabaları dolaştırdığı, daha olgunlaşmamış ham meyveleri koparmak için dallarına taş attığı veya gövdelerine tırmandığı ağaçları biraz da hüzünle seyretti.. biliyordu ki kısa süre sonra bu mütevazı ve yaşlı eski ahşap evin yerinde yeller esecekti, bahçedeki bu güzelim ağaçlara vandal ustalar gözlerini bile kırpmadan testerelerle baltalarla saldıracaktı, katliamın hemen arkasından da harabenin çevresi üstünkörü biçimde çevrelenerek önüne bir inşaat tabelası çakılacaktı.. tabelanın yanına da ''satılık daireler'' ilanı konulması da unutulmayacaktı tabi ki.. mütahit beyimiz ve işbirlikçisi enişte bey ellerindeki malı bir an önce paraya çevirmenin hesaplarını belki de şu an bile yapıyorlardı.. bütün bunları kayıtsızlık içinde seyreden Fahrettin, arada bir üzerine bir dalgınlık veya mahzun bir çocuksuluk çökmüş gibi duran annesine sırf dünyaya geri dönsün, ilgisizliği bıraksın amacıyla sorular soruyordu.. anne; filanca beyler bizim komşumuzdu, şimdi evlerinin yerinde yapılan şu apartmanda mı kalıyorlar, yoksa başka bir yere mi gittiler?, ya da, iki ev ilerimizde bir muhacir aile vardı, onlara ne oldu gibilerinden sorular soruyor, bazı cevapları o da hafızasını yoklayarak ve o insanların yüzlerini ve huylarını aklına getirmeye çalışarak dinliyordu.. böyle zamanlarda annesine de bir canlılık geliyor, sanki o mutlu zamanlara dönüyor, o zaman yaptıkları kabul günlerini, misafirliğe gidiş gelişlerini, evde pişen bir yemekten bir parça da onlar tatsın, şimdi canları çeker düşüncesiyle üzeri pırıl pırıl kalaylı bakır kapaklarla örtülmüş sıcak bakır tencereleri gönderişini, onlardan da hemen kabın içine evde yeni pişen bir yemekten bir parça veya erişte, hamur işi, bazı ev yapımı çörekler bisküviler (o zamanlar daha sanayi ürünü ıvır zıvır atıştırmalıklar çıkmamıştı) veya benzeri yiyecekler, hiç olmazsa kuru yemiş, meyve veya tatlılardan bir parça olsun doldurularak eve getirişleri hatırlıyor ve biraz sonra ya bir komşunun ona geleceğini ya da bir küçük kızın; müsaitseniz bu akşam annemler size gelmek istiyor mesajını hatırlıyor ve hemen bir şeyler hazırlama heyecanını hissediyordu.. oysa uzun süredir ne o komşular kalmıştı, ne o tatlı telaşlar.. evin yanlarında yükselen apartmanlardan bahçelerine ikide bir bazı şeyler düşüyor, saygısız bir kaç komşu kirli bir şeyleri silkeliyor veya balkonlardan bir şeyler atıyor, bazı güya ''hayvanseverler'' bahçede dolaşan kedileri besleme adı altında artık yemeklerini, kemik parçalarını, bozulmuş ve kokmuş her türlü yiyecek parçalarını saygısızca fırlatıveriyorlardı.. bu yaşta kadıncağıza bir de her gün sabah akşam bahçe süpürme işi çıkmıştı, ama o, yine de komşuları üzmemek kırmamak gerekir, komşu komşunun külüne muhtaçtır, bir cahillik yapmışlar diye kızılmaz, diyerek sesini bile çıkarmıyor, başını bile kaldırıp ters bakmıyordu.. o eski güzel komşular, o güleryüzlü çocuklar nereye gitmişlerdi acaba.. annesi bir şeyler anlatırken o da anılara dalıyor, yakındaki muhacir ailenin sarı saçlı mavi gözlü kızıyla saklambaç oynarken nedense her seferinde birlikte saklandıkları ağaç arkalarında veya kümes kapısının arkasında ikisi de heyecan içinde birbirlerine sokulmuş beklerken kızı büyük bir merak ve heyecanla seyrettiğini,eliyle saçlarına dokunmamak için büyük çabalar sarfettiğini hatırlıyordu.. neredeydi acaba o kız?.. belki de evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı.. laf arasında anneme bir sorayım bakayım, anne! - hani bir Hayriye vardı, komşumuzun kızı.. neredeler acaba? diye, kendi kendine annesine pek çaktırmadan bir araştırma başlatma planları yapıyordu.. gazetecilik mesleğinin incelikleri anne karşısında pek sökmüyordu ama.. böyle böyle annesini epeyce konuşturup girdiği ve bir türlü çıkmak da istemediği yas havasından uzaklaştırmaya çalışıyordu.. öteden beri kocası ölen kadınların büyük kısmının sanki hayat damarları kopmuş bir ağaç gibi solduğunu, hemen hiç bir şeyle ilgilenmeden elini eteğini dünyadan çekip anılar dünyasına daldığını gözlemlemişti.. annesinin de bu yola girdiğini hissederek onu geri çevirmeye, hayata bağlamaya çalışıyordu kendince.. gerçi üç yaşındaki oğlan yeğeni sık sık bir şeyler sorarak, acıktım! veya oyuncağım nerede? gibi sorularla onu meşgul ediyordu ama, annesi sanki yarısı yıkılmış içinde oturanları kaybetmiş eski bir ev gibi hüzünlü bir yalnızlık içine gömülüveriyordu hemen.. gerçi bazı kadınların, özellikle huysuz ve titiz bir kocanın kaybı ardından, bilhassa dedikoducu komşular ve meraklı insanlarca yaşanması istenerek beklenen zorunlu yas süresini geçirdikten sonra eve girmez hale geldiğini, dışarıda yapılan her türlü faaliyete koştuğunu, her gezi ve eğlence fırsatını değerlendirdiğini de görmemiş değildi, ama o kadınlara da her zaman anlayışla yaklaşır bütün yaptıklarını hak ettiklerini düşünürdü.. ama annesi kesinlikle öyle değildi.. babasının bir gün bile ona ters ve haşin davranmadığını, herkese olduğundan daha çok bir sevgiyle ona bağlı olduğunu bildiğinden annesinin birinci grup içine gireceğinden neredeyse emindi.. o yüzden bir an önce onu da bu ıssız yoldan geri çevirmeye çalışıyor, en kısa zamanda İstanbula gelmesini ve orada yanında uzun süreler kalmasını beklediğini, beraber orada gezeceklerini, ona gösterecek o kadar çok yer olduğunu, camilerin, müzelerin, deniz ve ormanların güzelliğinden bahsediyordu.. annesi de kısa cevaplarla peki oğlum, inşallah oğlum gibi cevaplar veriyordu gözleri belirsiz noktalara dalarken.. 


     Bir kaç gün, akşamları evde kuran okumalar, gelen komşuların taziyeleri, sonra sessizce suskunlaşarak, kadere rıza duruşu ve dualarla geçti.. delikanlımız sabahları evden çıkıp çocukluğunun geçtiği sokakları, ilk okulunu, arkadaşlarıyla avare dolaştıkları meydan ve parkları dolaşmaya başladı.. bu arada gelen geçen insanları da izliyor, aralarında tanıdık simalar olup olmadığına da bakıyordu.. kısa bir süre sonra şaşırarak ve biraz da üzülerek neredeyse tanıdık hiç bir kimseye rastlamadığını gördü.. acaba nereye gitmişti bu bütün ilkokul, orta okul ve lise arkadaşları?.. sonra düşündü ki, kimisi aynen onun gibi büyük şehirlere gitmiştir, kimisi bir meslek veya memuriyete girmiş bir dükkan, atölye veya devlet dairesinde bir işin başında gönüllü esaretlerine başlamış, hemen hemen hepsi evlenip çoluk çocuğa karışıp hayat kavgasının içine düşmüşlerdir.. onun gibi boş boş sokaklarda gezecek değiller ya.. ayrıca öyle boş gezene, avarelik yapana da pek iyi gözle bakılmaz buralarda.. amacın nedir?, onun bunun peşine mi takılmak, çapkınlık yapmak niyetinde misin?. yoksa berduş, ayyaş, kumarbaz veya düşkün biri misin? diye neredeyse yüzüne bire söylerler.. hele şiir edebiyat peşinde veya kendince bir sanat peşinde vakit tüketenlere acıyarak bakılır, vah vah! yazık olmuş, ana babası iyi ki görmemiş bu halini, bir elinden tutanı da yok galiba derler, ama kimsenin de aklına, arkadaş! nasılsın, iyi misin, bir derdin mi var, yapacak bir şeyimiz var mı diye sormak bile gelmez.. aslında buralarda herkes bir kavganın, çabanın içine düşmüş, bütün bunları düşünecek durumda bile değillerdir.. böyle küçük yerlerde bir mesleğin veya para getirecek bir işin yoksa vay haline.. kısa sürede toplumdan dışlanmak işten bile değildir.. böyleleriyle kısa bir süre sonra selam sabah da kesilir, düşene bir tekme de sen vur misali, altta kalanın canı çıkıncaya kadar toplum ona yüz çevirir yok sayar.. bu durumdaki insana büyük şehirlerin birine kaçmak ve kendisini unutturmaktan başka çare kalmaz.. öyle yerlerde kısmetine bir iş veya geçim yolu bulursa ne âlâ.. buralarda kızların durumu daha da acıdır.. eğer bir tahsil ve meslek kazanma şansını elde edememiş ve ana babasının evinde kısmetini beklemekle zamanını tüketmişse ve kısmet de çıkmamışsa (o kapalı ortamda ne kısmet çıkacaktır ki, önüne çıka/rıl/an ilk talibini kabul etmekten başka yolu yoktur zaten).. o anda zavallı ablası aklına geldi ve içi sızladı.. babası ve annesi o kadar iyi kişiler ve ablası da sanki onlara çekmiş gibi saf ve temiz kalpli bir kız olmasına rağmen, elinde bir mesleği ve arkasında zengin bir ailesi de olmadığı için (babası çok aksi ve sert bir adam!)/ (babaları çok temiz dürüst bir adam ve annesi de öyle iyi kalpli insanlar diyecek değiller ya. bunlar ne işe yarar ki buralarda) eniştesi olacak adama varıvermişti işte.. buralarda gönül macerası, flört, masumca bile olsa bir sevdiceğiyle aşk yaşama bir yana, kızlar ve erkekler nedense çok nadir bir araya gelirlerdi belli bir yaştan sonra.. kızlı erkekli oynanan sokak ve mahalle oyunları, kızların yavaş yavaş ortadan kaybolmasıyla (kızlar daha erken büluğa erdiklerinden olsa gerek) sadece erkeklerin oynadığı futbol, ufak mahalle kavgaları (ki ana konu başka mahallelerden gelen delikanlıların mahallenin kızlarının peşine düşmesini önlemek üzere çıkarılan savaşlardı) ve kuş avlama, birbirlerine acı verecek dövüş ve kaba kuvvet denemeleri ve sırf büyüdüklerini ispatlamak amacıyla mahalle bakkalından ortaklaşa alınan en ucuz sigaraların kuytu bir köşeye çekilerek içilmesi gibi sıradan ve zararlı işlere dönüşürdü.. bu arada bir mesleğe çırak yazılanlar da yavaş yavaş ortadan çekilir, okuması başarılı olanlar liseden sonra şehri terkedip büyük şehirlerin ortasında hayat mücadelelerine başlar, neticede herkes bir şekilde yolunu çizerdi.. bu küçük şehirlerde geçen çocukluk hayatı ve zamanın dayattığı büyümek ve bir yola revan olmak böyle bir şeydi işte.. o da şansına ve babasının da yol göstermesiyle (çünki babası ona bu şehirde kendisini bekleyen hayattan kurtulmanın tek yolunun yüksek tahsil yaparak iyi bir mevkiye gelmek olduğunu yumuşak ve tatlı sert üslubuyla anlatmış daha doğrusu öğretmişti) liseyi bitirip üniversite hayatına atılarak bu anafordan bir şekilde kendisini kurtarabilmişti.. şimdi şehrin boş sokaklarında amaçsız bir şekilde dolaşırken bu gerçeği daha iyi görüyor ve yolunu bir şekilde mezarlığa çeviriyor, babasının taze mezarına yeni dikilmiş çiçekleri suluyor, ruhuna bir fatiha okuyor ve kısık bir sesle babasına, kendisi için yaptığı her fedakarlığa ve her şeye teşekkür edip mekanının cennet olması için tanrıya yakarıyordu..


     Zaten pek büyük olmayan şehrinin sokaklarını artık pek tanıyamadığını, ilk okulunun bile yerinde yeller estiğini, sadece mezun olduğu lisenin (ki o bile ufak tefek değişikliklerle ve eklentilerle tanınmaz hale getirilmişti) ve cumalarda, bayramlarda gittikleri mahalle camisinin, şehrin en büyük ve eski camisi olan Ulucami'nin, bir de yeni delikanlılığa girdikleri çağlarda arkadaşlarıyla akşam saatlerinde kendilerince piyasa yaptıkları ana caddenin, ha bir de unutmayalım, şimdi babasının, dedeleri ve ninelerinin yanına sessizce uzanıverdiği şehir mezarlığının dışında her şeyin değiştiğini, o zamanlar tek katlı, bilemedin hali vakti yerinde olanların oturduğu iki katlı mütevazı ahşap evlerin hemen hemen yok olup, hepsi bir örnek ve birbirine neredeyse yapışık en az beş en çok sekiz katlı ruhsuz apartmanların daracık sokakları bile güneş göremez hale getirdiğini üzülerek fark etti.. bu şehirde artık ne bir arkadaşı ne de tanıdığı bir yapı kalmadığını anladığında büyük bir hüzün kapladı içini.. sanki bir vazoda kök salmış bir çiçeğin, artık modası ve çiçeklenmesi geçti diye kökünden sökülüp atılmış halindeki gibi, terkedilip bir çöp kutusuna atılmış gibi hissetti kendisini.. aynen o çiçek gibi kökleri kurumuştu sanki, yalnızlık, soğuk hava ve susuzluk, yakıcı güneş kaçınılmaz olarak ona ölümü ve bu topraklarda artık yaşayamayacağını, buralarda kendisine yer olmadığını anlatıyordu artık.. evet, artık buralı değildi o.. nereye gidersen git yine bu şehre döneceksin, bu şehir seni terk etmeyecek, sen de onu terk edemeyeceksin diyen şair, ona seslenmiyordu artık.. anıları, çocukluğu, gençliğinin geçtiği şehir bütün olarak ortadan kalkmıştı, kökleri yoktu artık.. burada nefes alamaz, tutunamaz, çiçek açamazdı, buranın toprağına kök salamaz, ondan beslenemezdi artık.. sadece on sene önce bıraktığı şehir, asıl o, onu çoktan bırakmıştı.. artık buranın bir yabancısıydı.. onu burada tanıyan kimse kalmamıştı.. rüyalarında gezdiği, havasını içine keyifle çektiği şehri nereye gitmişti acaba?.. yorgun argın ve ağlamaklı döndüğü eski evlerinin bahçesine adım attığında, bütün çocukluk anılarının geçtiği, o zaman neredeyse ona uçsuz bucaksız gibi gelen bu bakımsız bahçe de, şimdi gözüne ufalmış, küçücük bir bahçeymiş gibi geldi.. boydan boya yürüdü bahçede, evet neredeyse o adım bile değilmiş.. ya bu ağaçlar?.. onlar da şimdi gözüne ufalmış, yaşlı ve beli bükülmüş ihtiyarlar gibi geliyordu artık.. ben bunlara mı tırmanıyordum?, şu dut ağacının en üst dallarına çıkıp yediğim o mis kokulu dutlar bu ağaçtan mı yetişiyormuş?.. sanki o anda ağaçların hepsi ağlıyorlarmış gibi geldi ona.. sanki hepsi kesime giden kuzuların sessizliği içindeydiler bu akşam vaktinde.. mahallesinin camisinin hoparlöründen yükselen akşam ezanı şimdi ona sanki çok uzaklardan sesleniyordu.. eskiden böyle kötü okumazlardı müezzinler ezanı.. üstelik hoparlör de yoktu o zamanlar, ama ne kadar güzel okunurdu o ezanlar.. onlar bile terk etmiş bizleri.. şimdiki ezanlar daha mekanik, soğuk ve ruhsuz geldi ona.. tevekkeli değil camiler bu kadar boş kalıyor.. nerede o dudakları okudukları dualarla kıpır kıpır, gözleri yaşlı dedeler ve nineler? nereye gitti hepsi? camiler artık sadece cumalarda ve bayramlarda, o da çevre ne der korkusuyla gidilen yerler olmuş, oysa biz özellikle ramazanlarda her gece bir başka camiye giderdik teravih namazı kılmak için yeni yetme gençleri olarak mahallenin.. ne güzeldi o ramazanlar, her taraf dua ve tevekkül kokardı..  ne kadar naif ve samimiymişiz o zamanlar.. her camide neredeyse bir tanıdık çıkar, olmasa bile herkes birbirinin kardeşi olduğu bilinciyle selam verir hal hatır sorardı birbirine.. şimdi ne oldu da yoldan geçen kimse birbirinin yüzüne bile bakmıyor, zaten tanımıyor ama sanki tanış çıkmaktan da korkar gibi bir halleri var insanların.. ne oldu bu insanlara?.. dinimiz bizi bir arada tutan en büyük ve güçlü bağ iken, ne oldu da herkesin camisi bile ayrıldı, herkes birbirine potansiyel düşman gözüyle bakıyor, için için nefret ediyor, görmezden geliyor, uzak duruyor.. ne oldu da böyle olduk biz?.. herkes birbirine yabancı, kimse kimseyi beğenmiyor.. başkasının gözünde çöp arayan kendi gözündeki mertekten habersiz.. İstanbulda haydi yabancıyım diye bunlara dikkat etmiyordum, memleketimi o binbir gece masallarındaki hayal şehirler gibi görüyordum.. gerçeği bu kadar yüzüme niçin sert vuruyorsun be şehrim? sen nereye gittin, sen mi değiştin, yoksa ben mi yabancılaştım sana?..  neredesin çocukluğumun o küçük, yalnız ve güzel şehri, nerelerdesiniz o masalsı mahallelerimiz? neredesiniz kızlı erkekli, sonu gelmez bitip tükenmeyen oyunlar oynadığımız arkadaşlarım ve sokaklarımız.. Nerelere gittiniz?....




                                                 *                         *                          *





Yorumlar

  1. O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler diyen Yaşar Kemal'in tadını aldım...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke