9-Helalleşme

 



     Çocukluğunun geçtiği eski kentini, daha doğrusu çocukluğunu ve mahallesindeki anılarını aramakla geçirdiği son bir kaç günün akşamlarında annesiyle artık seyrekleşen misafirlerden kalan sessiz vakitleri daha çok düşünmekle ve daha az da sohbetlerle, eski komşulardan haber almaya çalışmakla ve sık sık beraber oldukları ablası ve küçük yeğeniyle geçiren muhabirimiz, hissettiği yabancılaşma duygusunun iyice farkına varmaya başlamıştı.. bu halden kurtulmak için ne kadar çabalasa, ne kadar o geçmiş ve güzel zamanlara ait hatıraları ve onlardan günümüze kalan tortuları arayıp soruşturmakla  geçirse de artık iyice emin olmuştu ki, o geçen zamanlar hiç geri gelmeyecek, sanki o sıcak ve içten komşuluklar, arkadaşlıklar, hatta düşmanlıklar bile sekiz şiddetinde bir deprem altında yerle bir olmuşçasına, hatta yerin dahi altına girmiş de enkazı bile seçilemiyor gibi bir hale gelmişti.. ne kadar bu enkazı tırnaklarıyla, çar naçar bulabildiği her araçla kaldırmaya çalışsa da ne artık o harabeden ne bir ses, ne de bir haber yoktu ve gelmeyeceği de kesindi.. bunu anlayınca genç muhabirimizin içine büyük bir acı ve çaresizlik hissi çöktü, ama bu duygu bir süre sonra da kızgınlık ve tam ifade edemediği bir çaresizlik ve isyan haline dönüştü.. niçin böyle olmuştu ve hatta şu anda bile olmaya da devam ediyordu.. hayat dediğimiz şey bu muydu?.. her şeyin bu kadar kısa zamanda değişmesi, bu geçicilik gerçeği bu kadar acımasızca kafamıza dank etmek ve bu kadar da hızlı mı olmak zorundaydı?.. başka ülkelerde gezip dolaşanların hayranlıkla fotoğraflarını çekip gösterdikleri o eski Avrupa ve hatta Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerindeki titizlikle korunmuş ve adeta kıskançlıkla yaşatılmaya çalışılan o gözlere ve hafızalara nakşedilmiş şehir ve köy manzaraları yoksa bir aldatmaca mıydı?.. yok değilse bizde niçin böyle olmuyordu?.. belediye veya hükümette görev başına gelen, eline yetki geçen insanlar niçin yapacakları ilk iş olarak kazmayı ellerine alıyorlardı?.. geçmişe bu düşmanlık neyin işaretiydi?.. her nesil kendinden öncekilerin yaptığını koruyup geliştirmek yerine niçin onları yıkıp kendi kafasına göre bir şeyler yapmaya çalışıyordu?.. hatta bu o kadar ileri gitmişti ki dünyanın parasını borçlanarak yapılan havaalanları, parklar, anıtlar, hatta mabetler ya yıkılıyor ya da bir kenarda unutulmaya terkediliyor, sanki kendi kendine yok olması bekleniyordu.. zaten insanımızın içinde bulunan eski eserlere, tarihi mekanlara olan bir çeşit vandallık (galiba bunun içinde kendi tarihimizden daha eski ve daha görkemli medeniyetlere ait eserlere karşı duyulan aşağılık duygusu ve onları aşamama acziyeti hissi de vardı) ile saldırma ve yok etme, buna gücü yetmezse de yapısını bozma, eklentilerle karakterinden uzaklaştırma, kısacası kirletme, tahrip etme adeti hemen devreye giriyor,  yöneticilerimizin yapamadığını da durumdan vazife çıkaran ''kendini bilmez'' vatandaşlarımız yerine getiriyordu.. işte bu küçük Anadolu kentinden neredeyse hepi topu on yıl kadar bir süre uzak kalmış ve mücbir bir sebeple geri dönmüş olan gencimiz de bu gerçekle sanki ilk defa yüz yüze gelmiş gibi şaşkınlık ve üzüntü, ve hatta kızgınlık duyguları içinde durumu yeni idrak ediyor gibiydi.. bunun nedenlerini anlamaya çalışıyor ama bir türlü asıl suçluya ulaşamıyordu.. galiba asıl suçlu diye biri de yoktu.. hemen hemen herkes, mesela şu anda ellerini ovuşturan ve gözleri para hırsıyla parıldayan eniştesi, elbirliği ile memleketi yağmalayan, dağı taşı dinamitlerle patlatıp mermer, çakıl ve mıcır üreten, bağları bahçeleri içi sızlamadan yok edip tarım yapılabilecek alanlara apartmanlar, küçük ve orta ölçekli sanayi bölgeleri yerleştiren işadamı ve geleceği hayal etme yetisini kazanamamış kasaba yöneticileri, onlardan aldıkları rüşvetler ve komisyonlarla kasalarını ve hesaplarını dolduran hükümet ve bürokrasi ileri gelenleri, bu duruma seyirci kalan hatta destek olan yargı ve denetleme görevlileri, asıl görevi böyle şeyleri topluma anlatıp dikkatleri bunlara çekmek yerine onun bunun dedikodusunu yapıp kısır siyasi çekişmeleri büyük olaylar gibi gösteren basın mensupları, hatta bu durumu görüp bildiği halde sesini çıkarmayan, bundan yararlanmaya çalışan veya artık ümidi kalmamış olan ve içinden çıktığı topluma sırtını çevirmiş ve kendi dünyasına gömülüp keyfine bakmaya çalışan veya artık hiçbir şeye inancı kalmamış olup kendisini bir çeşit ötanazi bekler durumuna sokmuş olan sanatçı ve entelektüeller.. kısacası bu toplumda yaşayan ve zekası, aklı normal olan herkes suçluydu.. bu nedenle de cezasını da hepimiz birlikte çekiyorduk işte.. tabiat ve yaradanımız bizi bu şekilde ve bu dünyada cezalandırıyordu da sanki haberimiz yoktu, yaptığımız sadece suçlu aramak kendimizden başka herkesi suçlayıp itham etmekti, ilk aklımıza geleni suçlu ilan ediyorduk ve cezasını da kesiyorduk, ama tam bir hapishaneye çevirdiğimiz bu dünyada az veya çok, hızlı veya biraz daha yavaş, ama kesinlikle karşılığını buluyorduk bütün yaptıklarımızın ve yapmamız gerekip de yapmadıklarımızın.. 


     İşte bu bilince ve aşamaya gelen genç muhabirimiz bu kez de herkesten her şeyden nefret etmeye başladığını hissetti.. ama kısa bir süre sonra, bunun da bir çıkmaz yol olduğunu anlamaya başladı.. bu yola girince çıkmanın kolay olmadığını, sonunun da uçurum olduğunu kısa zamanda görebildi şükür.. gün tamamlanıp uyumak üzere çocukluğundan beri kullandığı odasına ve oradaki eski somyesine döşenmiş yün yatağına uzanınca ve çocukluğundan hatırladığı o yün ve patiska kokulu kenarları el işlemeli yastığına başını koyduğunda, ve ne yazık ki artık geçmişin geçmişte kaldığını gözleri yaşararak anladığında, o binbir gece masalı dekorlu senelerin bir daha geri gelmeyeceğini içi sızlayarak hissettiğinde, bütün bunların mesullerinin hemen hemen herkesle beraber kendisinin de olduğunu anladığında, geçmişle hesaplaşma ve birilerini suçlamanın anlamsız ve sonuçsuz olduğunu gördüğünde, yapacak şeyin ancak ve ancak helâlleşme olduğunun ayırdına vardı.. evet; Helâlleşme.. ama kimle ve nasıl bir helâlleşme? önce geçmişiyle, ailesiyle, konu komşuyla ve onu tanıyan bilen herkesle.. sonra tanımadığı hemşehrileriyle ve daha sonra da tüm vatandaşlarla hatta tüm insanlarla.. hatta hatta hayvanlarıyla, bitkileriyle ve tüm görünen bilinen her şeyle, herkesle... tabi bütün bunlardan önce de öz benliğiyle yani kendisiyle helâlleşme.. evet evet, Hesaplaşma değil Helâlleşme.. çünki ortada görülecek bir hesap ve çözülecek bir mesele yoktu ki.. hemen her şey öyle olması gerektiği için, başka türlü olamayacağı için, veya başka türlü olmasına fırsat veya yol bulamadığı için öyle olmuştu.. bildik bir ifade ile su akmıştı ve yolunu bulmuştu neticede.. bu zaman ve coğrafya diliminde sular bu şekilde akmıştı ve yolunu bulmuştu, daha doğrusu halen de akıyor ve yolunu buluyordu.. büyük ırmaklar nasıl çok uzun zaman dilimleri içinde yatak veya şekil değiştirebiliyorlarsa, coğrafyalar ancak büyük depremler ve tektonik hareketler sonucu çok uzun zamanlar içinde görünüm değiştirebiliyorsa, bizim kısacık ömrümüzde ve hiç bir şekilde etkimizin olamayacağı bu döngüde, sular bu şekilde akıyor ve yolunu buluyordu.. yapılacak şey bunları kabul edip tevekkülle karşılamak, elimizden gelemeyen şeyler için, kaldıramayacağımız, taşıyamayacağımız yükler için neden bunları kaldıramıyorum, çözemiyorum diye hayıflanmak yerine, sadece bunları anlayıp, kabul edip, haddimizi ve sınırlarımızı bilerek doğruyu, güzeli ve faydalıyı yapmaya çalışmak.. işte bu gerçeğin farkına varan gencimiz; önce kendi hayatını, geçmişte yaptığı yanlışları, yapamadığı doğruları, kendi eliyle başına ve başkalarının başına getirdiklerini düşündü ve bütün bunlar yüzünden kendisini suçlamanın yersiz ve anlamsız olduğunu anladı.. şimdi artık kendisini bağışlamıştı, çocukluğuna, o saf ve naif haline, o zamanki yakınlarına ve çevresine artık daha bir anlayış ve sevgi ile bakıyordu.. önce kendisini affetmiş hemen ardından da aynı şekilde çevresini affetmiş, helâlleşmişti.. tabi onun bu helâlleşmesinden kimsenin haberi olmamıştı bile.. ama olsun, artık o kimseden bir alacağının kalmadığını ve kimseye de bir borcu olmadığını, daha doğrusu borç alacak diye bir şeyin olmadığını, kısacası kendince hakikati anlamıştı.. babasını toprağa vermeden önce musalla taşında imamın söyledikleri aklına geldi.. üç kere orada olanlara bu merhuma hakkınızı helâl ediyor musunuz diye sormuş, üçünde de herkesten gittikçe artan bir sesle ediyoruz cevabını almıştı.. evet şimdi de o herkese hakkını helâl ediyor ve onlardan da sanki helâllik aldığını hissediyordu.. ruhunu arındırarak hayata devam etmenin, yeni bir güne yeni bir enerji ile başlamanın başka bir yolu da olmadığını, her şeye, her gün, her sabah, yeniden başlamanın başkaca bir yolu olmadığını biliyordu artık..


     Bu günden sonra biraz da vedalaşma havasında ve memleketine gönülden sevgi ve minnettarlık duyarak bir iki gün daha geçirdi acar muhabirimiz.. bir gün de hem teşekkür hem de sohbet amacıyla Memleket Postası gazetesinin hem matbaa hem de idarehane olarak kullanılan küçük ve mütevazı ofisine uğradı.. bu şehir gazeteleri Anadolu'nun bir çok yerinde kıt imkanlarla ve inatla, sabırla çıkarılmaya devam ediyordu.. şurası bir gerçektir; bizim memleketimizde gazeteler öteden beri bir haber kaynağı olmaktan ziyade bir edebiyat dergisi, amatör kalemlere bir topluma seslenme aracı, halkla idare arasında bir nevi iletişim ortamı gibi bir fonksiyon görürler.. hemen hemen hepsi amatör olan gazeteciler şehirlerinin müzmin sorunlarını, yapılaşma, sanayileşme ve ulaşım meselelerini, halkın geçim sıkıntısını ve ekonomik olarak çıkış yollarını dile getirmenin yanında amatör şairlerin ve yazarların da eserlerine yer verirler.. hükümetle ve idarecilerle, iktidar partisinin adamlarıyla fazla dalaşmadan, menfaat ortaklarının dümenlerine fazlaca değinip başlarını belaya sokmadan ufak anımsatmalar ve iğnelemelerle bir şeyler yazıp yaymaya çalışırlar.. bilirler ki gücü ve yetkiyi elinde tutanlarla fazla papaz olmak hayati tehlike demektir.. bu küçük memleket parçasında da aynen tüm memlekette olduğu gibi çeşitli çıkar çevreleri rekabet ve ara sıra da gerektiği zamanlarda işbirliği halindedir.. bu memlekette gazetecide beklenen maharet, tüm bunların arasında hayatta kalarak ve fazla da şimşekleri üzerine çekmeden söyleyebileceği şeyleri fazlaca zülfiyare dokunmadan söylemek yayınlamaktır.. işte şu anda ziyaret etmekte olduğu küçük matbaa da aynı zamanda gazetenin yazı işleri kısmını içinde barındırıyordu, burada hem ticari matbaacılık yapılıp düğün davetiyesi, kartvizit, küçük el ilanları ve reklam amaçlı kağıtlar sadece siyah beyaz olarak basılıyor ve buradan edilen gelirle de  gazetenin masraflarını çıkarılmaya çalışılıyordu, böylelikle bu eski matbaanın ufacık yönetim odası gazeteye yazı verenler, amatör şairler ve yazarların ayrıca bunların yanında kasaba politikacılarının bir nevi buluşma ve sohbet mekanı olarak da görev yapıyordu.. yani kasaba ve hatta memleketin yönetildiği veya oradakilerce öyle zannedildiği yerlerden biriydi işte burası da.. odadan içeri girdiğinde onu tanıyan bir iki kişi hemen ayağa kalkarak biraz saygı ve biraz da kıskançlıklarını belli etmemeye çalışarak abartılı bir hoş geldiniz merasimi yaptılar.. yazı işleri müdürü hemen ayağa fırlayıp onu hararetle kucakladı ve  kendi idareci koltuğuna oturmasını bile teklif etti kibarca, ama  bir önceki akşamdan her şeyle helâlleşmesinin de etkisiyle olsa gerek, acar muhabirimiz büyük bir alçakgönüllülükle bu teklifi geri çevirdi ve oldukça büyük ama eski masanın önündeki eski maroken koltuğa oturmayı tercih etti.. kısa bir başsağlığı ve nazik sözlerden ve muhabirimize yapılan iltifatlardan sonra (ona burada büyük gazeteci muamelesi yapılması ve seninle gurur duyuyoruz, bizim bir şekilde modelimizsiniz sözlerinden hoşlanmadı değil) gelen sade kahveleri yudumlayarak çok sevgili babasının saygın kişiliğinden ve kaybından duyulan üzüntüden de bahsedildikten sonra henüz memleket meselelerine sıra gelmişti ki içeriye orta yaşını bir hayli geçmiş, sevimli bir ağabey girdi.. herkes yüzünü ona çevirerek; -Ooo! hoş geldiniz Cevdet ağabey, bakın İstanbul'da yaşayan meşhur gazeteci ağabeyimiz Fahrettin bey bizi ziyarete gelmişler, sizi tanıştırmak isteriz, buyurun ağabey! dediler.. Cevdet bey de, -hoş geldiniz Fahrettin bey, burada hepimiz sizi gıyabınızda tanıyoruz ve size hayranlıkla karışık bir muhabbetimiz var, öncelikle başınız sağolsun, babanızı uzun süredir tanırım, benden bir kaç yaş büyüktür ama hemen her anımız beraber geçti bu memlekette.. herkesin sevip saydığı bir zattı.. bir birimizi çok severdik, vefatından derin üzüntü duydum, ama ne yaparsınız takdiri ilahi buymuş.. hepimizin gideceği yere o biraz acele ve erken gitti.. mekânı cennet olsun, Allah sizlere hayırlı ömürler versin, başka keder vermesin.. dedi.. muhabirimiz de bu şekilde ona taziyede bulunan bu nazik ve efendi insana büyük bir yakınlık ve sevgi duydu.. bu arada söze giren yazı işleri müdürü; -Cevdet ağabeyi de hepimiz çok sever ve sayarız, kendisi telgraf memuru olarak görev yapmaktadır ama asıl bizim gazetemizin sevilen bir köşe yazarıdır ve haftada bir ''Köşem'' adını verdiği köşesinde hepimizin hayranlıkla okuduğu çok güzel yazılar yazar ve belki de gazetemizin en sevilen ve aranan yazarıdır.. hepimiz yazılarının tiryakisiyiz.. diye hem kısa bir girizgâh hem de mültefit bir  konuşma yaptı.. Fahrettin o zaman, babasının da memleket gazetesini eve getirdiğinde büyük bir zevkle okuduğu, hemen her seferinde de yüksek sesle ev halkına da dinlettiği yazıların sahibiyle tanıştığını anladı ve çok sevindi.. babası aynı zamanda arkadaşı da olan bu kişiden sevgi ile bahseder ve onun çocukluğunda varlıklı bir ailenin tek oğlu olarak büyüdüğünü, babasının çok cömert ve şaşaalı yaşamayı seven bir adam olduğunu, hatta şehire özel otomobili ilk getiren kişi olduğunu, mutlu bir hayat yaşayan ailenin müsrif ve neredeyse hedonist bir yaşam süren, alkole düşkünlüğünden bir ara rakı imalathanesi bile işleten babasının kaçınılmaz bir son olan iflasından sonra ise o zamana kadar bir eli yağda bir eli balda yetişen şiir ve edebiyat düşkünü oğulun bütün yükü hatta borçları bile üzerine alarak aileye baktığını, küçük bir memurlukla bütün aileyi kıt kanaat de olsa geçindirdiğini, içindeki edebiyat merakını da elinden geldiğince kitap ve dergi okuyarak ve özel kütüphanesinde toplayarak bir de yerel gazetede bu şekilde yazılar yazarak tatmin ettiğini üzüntüyle anlattığını hatırladı.. belki de bu sebeplerden olsa gerek Cevdet beyin yazılarında hiçbir zaman günlük politikaya, halkın çektiği sıkıntılara, eksik ve yanlış işlere pek değinmediğini, yazılarında yalnızca saf edebiyata, insanlara hoşça vakit geçirecek kolay ve zevkle okunur konulara, kısacası havaya suya çiçeğe böceğe diye bazı çokbilmişlerce burun kıvırılan konulara dair fıkra tarzı yazılar yazan bir naif kişi olarak hafızasında yer etmişti.. ama dün akşamki tefekkür ve sonunda geldiği bilinç düzeyinin de etkisiyle olsa gerek şimdi Cevdet beyi çok iyi anladığını ve takdir ettiğini hissetti.. ve kendisine dönerek; -Cevdet bey, babam da sizi çok sever ve yazılarınızı adeta iple çeker, evde hepimize de yüksek sesle okur bazen de bana okuttururdu.. belki de bu mesleği size olan hayranlığım neticesi seçtim.. emeğinizin ve yazılarınızın değerini şimdilerde daha iyi anlıyorum.. babamla arkadaşlığınız ve dostluğunuz için, yazılarınız ve insanlara yaşattığınız güzel duygular için, başta kendim ve ailem adına size çok teşekkür ediyorum.. ben hakkımı size helâl ediyorum, siz de lütfen hakkınızı helâl edin.. dedi.. bu sözler masa etrafında toplanan kişilerce sanki biraz garip ve anlamsız karşılanmış gibi kısa süren bir sessizlik oldu.. ama bu süre içinde Fahrettin ve Cevdet bey sanki sessiz bir dille birbirlerini çok iyi anlamışlar ve sanki Cevdet bey de onun duygu ve düşüncelerini öteden beri biliyormuş gibi tatlılıkla ona bakmaktaydı.. besbelliydi ki Cevdet bey şu an onun ne demek istediğini, duygu dünyasını ve geldiği bilinç seviyesini, sözlerini ve meramını çok iyi anlıyordu.. o anda o odada bulunan kimse bu sözlerdeki kıymet ve mânâ yı takdir edemese bile...





                                                     *                           *                           *



    







   

Yorumlar

  1. Eğitimsiz genç nesil ve kendinden sonrasını umursamayan yaşlı nesil.... yaşadığımız dünyanın derdi..
    Cevdet Bey hikayeye hoş gelmiş <3 Biraz kalsın diye umud ediyorum :)

    YanıtlaSil
  2. Buraya kadar geldim, zevkle okumaya devam edeceğim. Helâlleşme dışında acar muhabirimiz Fahrettin'in düşüncelerine katılıyorum. Helâlleşmeyip ne yapacaktı, uçurumun kenarına kadar geldiğini zanneden muhabir diye soracak olursanız, patronunun ve kıymetli eşleri Jülide Hanımefendinin yolundan gitmesinin çok daha onurlu bir mücadele, bir sonuç alamasa da takdire şayan bir duruş olacağına inanıyorum. Belki pek çoğumuz Cevdet Bey gibi suya sabuna dokunmayıp kendimizin ve sevdiklerimizin güvenliğini düşünüyor olsak da bu uğurda gözünü budaktan esirgemeyenlerin de hakkını teslim etmek zorundayız. Teşekkürler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğeniniz ve görüşleriniz için çok teşekkürler.. her birey tuttuğu yolu ve gideceği istikameti tam bilemiyor ama zamanla ayırdına varıyor düşüncesindeyim.. Fahrettin de bu yolda olan bir gencimiz.. kafası oldukça karışık ve soruların çoğunun cevabını bulamamış henüz.. bakalım yoluna nasıl devam edecek?

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke