Tesbih

 




     Beğendiğim bir blog yazarı var.. çoğu kişi de kendisini özellikle pandemiden sonra tanıdı, ama ünü çok daha önceden yayılmaya başlamıştı zaten.. beslenme ve bağışıklık konularında alışılmışın dışında yaklaşım ve yorumlarıyla dikkatimizi çeken bir onkolog profesör.. sanırım bildiniz. evet Yavuz Dizdar.. bu Blog dünyasına girdikten sonra en çok okuduğum kızımın Blogundan sonra ve onun da yol göstermesiyle takibe aldığım bir Blogger.. sıklıkla Bloggere giremiyorum şu sıralar, ama bugün takip ettiklerimde neler olup bitiyor diye kısa bir zaman bulup -hoş benim gibilerde boş zaman çoktur diye düşünebilirsiniz, haklısınız da- birikmiş yazılara göz attığımda onun son yayını üzerine düşündüm biraz.. konu masallar diye özetleyebiliriz.. evet çocukluğumuzun en büyüleyici dünyası.. geniş ailelerde büyüyenler daha iyi bilir, evin ninesi -nedense dedeler ya hiç yoktur anılarda, ya da kısa bir fragman gibi bir görünüp kaybolurlar- akşamın ilerlemiş ve sakin zamanlarında dizlerinin üstüne uzanan torununun sırtını kaşırken, küçük torunun belki de yüzüncü kez dinlediği, ama yine de ilk kez dinliyormuş gibi heyecan duyarak hayâlinde canlandırdığı, o gizemli film sahnelerindeki gibi birbirinin içinden açılan saray kapılarının ardındaki dünyayı.. her seferinde torunun bir kulağı anlatandaysa öbür kulak ve gözleri o sonsuz hayâl dünyasında sanki bir sinemaskop renkli film ekranını izler gibi hülyâlı bir yarı uyku halindedir.. o şanslı çocuk o anda kıymetini bilemediği, ama yıllar yıllar sonra mumla arayacağı o masal dünyasını zihninde canlandırırken nasıl büyük bir evrenin içindedir çok uzun zamanlar sonra anlayacaktır..


     Evet, Yavuz Dizdar'ın son Blog yazısını okurken o masal dünyası ve onlara cidden inandığımız o masalsı günler aklıma geldi.. o masalları şimdi dinlesek, dudaklarımızda yarı acı bir gülümseme yaratır mı bilemem ama bir hayâl kırıklığı yaratacağından korkarım.. her neyse, şimdi çoğunu unuttuğumuz o masallar yine de hafızamızın soluk ve ücra bir köşesinde kış uykusuna yatmış olsa da, zaman zaman düşlerimizde veya bazı tuhaf  olaylarla karşılaştığımız hallerde birden çağrışımlar yoluyla düşünce ve davranışlarımızı etkilemeye devam ediyorlar kanaatimce..


     Bu tuhaf hallerden birini geçenlerde yaşayınca bu masal dünyasından edindiğimi sandığım bir huyumu düşünmeye başladım ve arada bir bağ var gibi geldi bana.. önce o huyumu anlatayım; -ki bir çok kişide bu huy az veya çok vardır sanıyorum-, özellikle benim gibi çocukluğunda çok masal dinlemiş, ve onlara çok inanmış olanlarda.. bu huy; hayatında karşına çıkan, kullandığın veya kullanmaya fırsat bile bulamadığın bir çok şeyi çevrenden uzaklaştıramamak huyu.. yani kibarcasını söylemekten kaçmazsanız ''atamamak'' huyu.. çocukluğumuzda inanarak dinlediğimiz o masallarda sadece insanlar yani masal kahramanları ve çocuklar konuşmaz, bağırıp çağırmaz veya ruhsal durumları birçok değişiklikler göstermez, neredeyse masala giren canlı cansız hemen her şey konuşur, güler, ağlar, düşünür duyar, kızar sevinir... kısacası bizlerden biri olurdu.. hatta görünür şeyler de değil, tamamen hayal ürünü olduğunu -ne yazık ki- yaşımız ilerledikçe, gerçek dünyaya ayak bastıkça anladığımız devler, melekler, cinler, şeytanlar, ejderhalar, sevimli veya korkunç her türlü yaratık da aynen bizler gibi konuşur, bağırıp çağırır, güler oynar ve akla gelmeyen türlü numaralar yaparlardı.. şimdi bu atamama huyumla bunun ne ilişkisi var derseniz; bana göre çok ilişkisi var.. çünki karşıma çıkan, benim bir şekilde gözüme ilişen her canlı veya cansızın, sanırım bir ''ruhu'' bir canı, bilinci olduğunu düşünüyorum hâlâ.. galiba şimdi benim için, çocukluktan bir türlü çıkamamış diyenleriniz olacaktır.. ne yapayım işte, o zamanlar o masallara çok inanmışım ben, yani safın biriymişim.. -bazen yaptıklarıma bakınca bu yargıya hak da veriyorum.. aramızda kalsın-.. her neyse, sanırım bu ruh veya can meselesi yüzünden bana yoldaşlık eden şeylere bir çeşit bağlanıyorum ve ayrılmam da zor oluyor.. Blogumda şu sıralarda yazmaya çalışmakta olduğum dizi hikayenin bundan sonraki bölümü için başlık olarak ''Ayrılık'' adını vermeyi ve kahramanımızı da kısa süreliğine geldiği memleketinden ayırmaya çalışıyorum ama bir türlü de ''ayrıltamıyorum''.. galiba kahramanım da bana çekmiş.. huysuz atın yanında duran, ya huyundan ya suyundan kapar derler ya, işte o da benim gibi, memleketinden de olsa, ''ayrılamıyor'' bir türlü..


     Bütün bu sözleri yazmama sebep olan hikayeye gelelim şimdi.. ki bu olmuş bir olaydır.. geçenlerde ev için bazı eşyalar ve ihtiyaçlara bakmak için Bauhaus'a gittik eşimle.. hava bu sıralarda biraz yağışlı ve nemli gidiyor.. bundan da hoşlanıyorum.. ben yağmuru severim.. berekettir.. o gün de siyim siyim yağmur yağıyordu.. her neyse arabayı park edip indiğimde hemen önümde, yerde gözüme bir küçük (33 lük denenlerden) ahşap el tesbihi çarptı.. ıslak zeminde öylece boynunu, daha doğrusu imamesini bükmüş, mahzun mahzun yatıyor.. bizde tesbih biraz da kutsal şeyleri çağrıştırır ya, o sebepten olsa gerek pis olduğunu bile düşünmeden yerden aldım ve o anda bunu ne yapacağımı düşünmeye başladım.. sanırım yandaki beyaz Linea'dan inen sahibi elinden veya cebinden düşürmüştür diyerek hemen arabanın arka bagaj kapağının üzerine koydum ki gelince görsün ve alsın sahibi diye.. marketten çıkıp arabaya geldiğimizde oraya baktım, tabi o araba yoktu ama başka bir beyaz otomobil yerini almıştı, dikkatle baktım, üzerinde de tesbih yoktu.. ben de; iyi işte, sahibi ile buluşmuş demek ki, diye düşünerek araca bindim ve otoparktan çıktık.. biraz ilerleyip araba hızlanınca arabanın tavanından bir şeyin kayarak arkaya gittiğini ve sonundaki sessizliğe de bakarsak yola düştüğünü düşündüm ama o anda kesinlikle tesbih aklıma gelmedi.. sanırım bir metal vida veya bir şey kaydı diye düşündüm.. birkaç kilometre uzakta bir bahçe mobilyaları mağazasının önüne geldik ve arabayı oraya park edip de arka tarafından geçerken ne görsem dersiniz; benim sahibine gönderdiğim tesbih arka cam sileceğine takılmış nazlı nazlı sallanıyor ve bana '' gülümsüyor''.. demek ki beyaz arabanın bagajının üstünde duran tesbihi alıp bizim arabanın tavanına koymuş Linea'nın sürücüsü.. o anda ne yapacağımı düşünmeye başladım.. her neyse, işimiz bitip arabaya dönünce bunda da vardır bir hayır diyerek tesbihi oradan alıp arabaya bindim ve nereye koyacağımı düşünürken şimdilik gözümün önünde olsun diyerek el freninin koluna tesbihi geçirerek şimdilik ''korumaya'' aldım.. eve geldiğimizde el frenini çektiğimde bir de baktım ki tesbihin bir kısmı el freninin içinden çıktığı kauçukla örtülü yarıktan içeri girmiş bile.. aman! tesbih buradan içeri kaçarsa bir daha çıkmaz! korkusuyla tesbihi fren kolundan çıkarırken yaramaz şey elimden kayarak bu defa yan koltuğun arasında kaybolmaz mı?.. bu sefer kızmaya ve korkmaya başladım doğrusu.. bu tesbih arabada kalmayı istiyor galiba.. ama bende o göz yok.. kalamazsın arkadaş!.. kedileri severim ama dışarıda kendi doğal ortamlarındayken.. sitemizde beslediğim(iz) en az 10 kadar kedi ve sık sık doğan yeni yavruları ortalarda serbestçe dolaşıp güzelim çimenlerimize kaka yapmakla meşguller, üstelik arada bir kapıyı açınca bazıları hemen içeri dalıyor ve zorlukla çıkarıyorum (sevgili torunum duymasın).. hemen bu tesbihin de eve girmek isteyen kediler gibi benim arabayı yuva edinmek istediğini anladım tabii.. ama yemezlerr!.. akşam karanlığında kısa bir aramadan sonra, zor da olsa tesbihi saklandığı koltuk raylarının içinden çıkarmayı başardım.. bu defa elimde bu tahta tesbih, ne yapacağımı düşünerek eve girdim ve sabunla güzelce yıkayıp bu tılsımlı tesbihi şöyle bir gözden geçirdim.. hatta elimle ikişer ikişer çekerek bir kısa deneme de yaptım ama tesbihte bir şeylerin eksik olduğu gibi bir his duydum hemen.. sayınca tesbihin iki tanesinin eksik olduğunu, ipinin de bu nedenle biraz gevşek ve çıplak kaldığını gördüm.. o arada tam sayarken bir tanesi daha kopmasın mı.. kaldı mı sana bir otuzluk tahta tesbih elimizde.. şimdi bunu birine hediye etmeye kalksam ayıp olur, atsam, ki bu en son seçenek.. ne yapayım, ne yapsam, derken aklıma ertesi sabah evin çöp torbasını dışarı koyarken yanına merdivenin üzerine bu tesbihi de masum bir şekilde koymak geldi.. belki kara boyaya kabı olan bekçimiz bunu da görür ve alıp beni kurtarır beklentisiyle.. ama akşam eve geldiğimde bir de ne görsem dersiniz, tesbih bu defa gözüme iyice batacak şekilde dış ferforje kapının üzerinde sırıtarak bana bakıyor ve benden kurtulamazsın arkadaş! dercesine hafif hafif imamesini sallıyor.. belli ki uyanık bekçi bu numarayı ''yememiş'' .. o anda, yapmakta çok zorlandığım bir şeyi artık zor da olsa yapmam gerektiğini anladım ve tesbihe kararlılıkla bakarak ve bir Cüneyt Arkın sesi ve ciddi edasını takınarak; -Hayır (hatta nayır) dostum!, sen buraların tesbihi değilsin! şimdi seni mutlu olacağını bildiğim bir yere  göndericiğim! diye tuttuğum gibi arkadaki meşe ormanının içine, meşe ağaçlarının arasına -Destuuur! diyerek fırlatıverdim.. ve sonra da kendime şaştım ve bu başarımdan dolayı biraz da gururlandım.. hemen hemen her şeyi atmak için eşinin yapıcı eleştirilerine(!) uyarısı ve yardımlarına(!) ihtiyacı olan ben, bu tesbihi böylece ve kolayca ''atıverdim''.. mamafih şimdi yine de biliyorum en azından nerede olduğunu, yani bana pek o kadar uzakta da değil aslında.. yani pek ayrılmış da sayılmayız değil mi?..


     İşte benim başımdan geçen bu davetsiz misafirden kurtulma maceram.. umarım şimdi bana küsmemiştir o zavallı, eksik ve terkedilmiş tesbih.. neticede onu terk eden sahibi ben değilim ki, değil mi?.. tamam, bana gelmek ve  bu eksik haliyle de olsa bana arkadaş olmak istedi ama, ben öyle her gelene de kucak açmak zorunda değilim, değil mi?.. ben de bir aile babasıyım, benim de sorumluluklarım var, öyle her geleni eve almak zorunda değilim ama.. değil mi?.. ama o masalsı dünyada öyle değildi işte.. orada her şey gibi, o tesbih de konuşur, kim bilir neler neler anlatırdı, başından geçen, duyduğu, gördüğü neler neler, ne komik ve acıklı olaylar vardı kim bilir.. ama -ne yazık ki- artık ben çocuk değilim.. anlamam ve ''yemem'' bunları.. onlar geçmişte ve hikayelerde kaldı artık.. bu dünyada onlara yer yok.. en fazla çöplüktür artık onların gideceği yer.. bir de Sunay Akın gibi yarı çocuk -artık fazlasını söylemeyeyim kızar belki- yarı büyük olanlar bilir onların dilini.. ben de biliyordum ama, artık unutmuşum galiba o dili.. gerçi öğrenilen dil unutulmazmış derler.. sizce doğru mu? ne dersiniz?...




                                                      *                  *                   *





        

Yorumlar

  1. :))) dünden beri gülüyorum çünkü tam sahne sahne gözümde canlandırabildim. Neyse ki tesbih, bunun insanlı versiyonu daha fena oluyor :P

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet :) , bir psikiyatristin başına bela olan üstelik sonunda da damadı olan hastasını anlatan filmdeki gibi.. ben de hâlâ o filmi hatırladıkça gülerim.. bu tesbih de inatla ve ısrarla benim yakınımda olmayı ''istedi'' sanki :) .. neyse ki şimdi çok da uzakta değil.. gönlü olmuştur umarım :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke