12- Yine felsefe

 



     Genç muhabirimiz biraz önce Cevdet beyden dinlediklerinin etkisinin altında, hiç aklında yokken geldiği memleketinde geçirdiği son bir kaç günü değerlendirmeye başladı o anda.. acaba bütün bunlar bir tesadüf mü idi, yoksa bir hedefe doğru mu yönlendiriyordu olaylar ve gelişmeler onu.. hayret bir şey! diye içinden geçirdi.. bu küçük ve unutulmaya yüz tutmuş bir Anadolu köşesinde, tamamen tesadüflerle karşılaştığı, daha yeni kaybetmiş olduğu babasının kadim dostu ona, Darwinden, hatta Marx dan bahsediyordu.. ama kuru bir filozof ağzı ile değil, halk irfanı sahibi bir memleket insanının duygu ve düşünce dünyasından ve kendince... bu gösterişsiz giyimli, yavaş yavaş ve alçak sesle konuşan, her halinden alçakgönüllü bir derviş tavrı belli olan zat, patronu Sacit Sami beye hiç benzemiyordu.. o anda Sacit Sami beyi hatırladı birden.. Stalin tarzı kesilmiş, gür ama sigaradan dolayı biraz sararmış beyaz bıyıkları ile, girdiği ortamda hemen dikkatleri üzerinde toplayan gür sesi ve otoriter konuşmasıyla o, tam bir mücadele adamıydı.. hemen her konuya kendi teorik görüş açısından bakan, havanın bulutlu olmasını bile neredeyse emperyalistlerin yeni bir numarası olarak değerlendiren, aslında kendisi de Anadolu'nun küçük bir kasabasından çıkıp İstanbul'a gelmiş bir kişi olmasına rağmen, davranışlarında genlerine işlemiş olan o pederşahi aile mirasını da bir türlü silememiş olduğu her halinden belli olan patronu -ama Allah için ona klasik anlamda patronluk yapmamıştı hiç- şimdi karşısında mütevazı bir şekilde sessizce oturan Cevdet amcaya hiç mi hiç  benzemiyordu.. Sacit Sami Coşar bey (namı diğer SSCB) şimdi Cevdet amcayla karşılaşsa, onu da 'bilinçlenememiş', ''teoriden yoksun', hatta 'korkak bir küçük burjuva aydını' olarak nitelendirirdi kim bilir.. ama bakış açıları, tarzları, dünya görüşleri hemen hemen hiç bağdaşmayan bu iki insan, şu anda acar muhabirimizin gözünde birbirini tamamlayan, memleketin asıl beklediği -ama nedense bir türlü gelemeyen- bir düşün, kültür ve eylem insanı timsaliydi... o anda düşünceleri başka bir mecraya geçti; İnsanlar neden uzlaşamıyorlar ve eksiklerini tamamlamakta bu kadar zorlanıyorlardı?.. Liderler neden böyle oluyordu özellikle?.. Rusya'daki Ekim devriminden hemen sonra Lenin'in vakitsiz (?) ölümünün ardından yönetimi ele geçiren kişi Stalin ve Troçki'nin bir alaşımı olsaydı, veya Türkiye'deki İstiklal savaşı sonrası kurulan Cumhuriyette erken kaybedilen lider Mustafa Kemal'in ardından acaba Orbay, Okyar, ve İnönü (hatta başka bir kaç önemli sivil devlet adamı ile birlikte) ortak bir fikir ve eylem planına varsalardı, hadi bu zor diyelim; daha pratiği Mustafa Kemal ve diğer vatanseverler bu kadar erken birbirlerine düşmeseler, birbirlerini tüketmek yerine işbirliği ve tavizlerle enerjilerini birleştirerek artırsalar, kısacası herkes mücadele verirken bazı tavizler ve bazı mutabakatlar çerçevesinde hareket etse daha iyi olamaz mıydı acaba?.. neden insan denen mahluk, hele belli bir yaşa ve mevkiye gelince, her şeyi ben bilirim!, benim dediğim olacak! havasına giriyordu?.. ve asıl onları o havaya sokanlar neden daha şahsiyetli, onurlu olamıyordu?.. bir insana taparcasına bağlılık da insana özgü bir davranış biçimi mi idi?.. gerçi bu bir çok canlıda görülen bir davranıştı, ama 'insan'a bu yakışıyor muydu? Darwin'e sorarsanız bu normaldi.. çünki insanlar da atalarından tevarüs eden genler ve onların sonucu ortaya çıkan davranış kalıplarını taşıyorlardı.. yani biz insanlar, daha doğrusu 'türümüz' o kadar da ahım şahım bir mahluk değildik.. hatta bazı memelilere göre bir çok bakımdan çok gerilerdeydik.. bu yüzden türümüzü devam ettirmemiz bile bir mucizeydi adeta.. öyle ya, bir kuzu bile bizlere göre çok daha yetenekliydi, doğar doğmaz kendi başına yaşamaya başlıyordu bir şekilde, oysa insan öyle miydi.. en az üç sene, hatta başka bakımlardan onlarca sene, bakım ilgi ve yardıma muhtaçtı.. bu haline bakmadan da ilk fırsat eline geçince çevresine ihanet ve nankörlükle davranmaya başlıyordu.. üstüne bir de aralarından liderliğe meraklıları çıkıyor, -veya diğerleri onu liderliğe itiyor, sonra da ondan kurtulmaya çalışıyorlar- Lider de artık şartlar nereye elverirse oraya kadar peşine düşenleri sürüklüyor, çok azı müstesna çoğu da peşine düşenleri kendisiyle beraber helâke götürüyordu.. eşyanın tabiatı bu muydu yani? üstüne üstelik insan 'türü' diğer tüm canlıların da canına okuyor, yer yüzünde adeta bozgunculuk yapıyordu kutsal kitabın da yazdığı gibi.. bazı kafası çalışan insanlar bu durumu 'kuantum mekaniği', 'termodinamik' ve 'entropi' kavramlarıyla bile açıklamaya, 'her şeyin teorisini' bu şekilde matematiksel olarak özetlemeye bile kalkmışlardı.. 'son tahlilde' bu fizik kanunları ile kutsal kitaplarda ihsas edilmeye çalışılan -ama herkesin işine geldiği gibi anladığı- şeyler aynı kapıya çıkmıyor muydu? ister diyalektik materyalizme inan ve o yolda başını koy, ister ta Sümerlerden, hatta daha yazı ortaya çıkmadığı için bilemediğimiz başka kavimlerden beri gelen mitolojiye ve kutsal kitaplarda bahsedilenlere gönül ver ve iman et, vel hasılı kelâm netice i meram, sonunda her şey aynı kapıya çıkıyordu.. işte tarih boyunca felsefeciler bunları bir şekilde formülize etmişler ve teologlara alternatif olarak, ya da, hatta onları kâale bile almadan kendilerince bazı doğrulara ulaşmışlardı.. felsefecilerin üstün tarafı, kendi dediklerinin kesin ve nihai sonuç olmadığını, çok uzun yıllardır inşa edilmekte olan duvarda sadece bir taş olduğunu baştan kabul etmeleri, gerektiğinde duvarı yıkıp tuğlaları ayıklayıp baştan duvarı yeniden inşa etmenin bile mümkün olduğunu söylemeleri, buna mukabil de teologların, öyle veya böyle, bir şekilde inşa edilmiş görkemli bir yapıyı, baştan yıkılmaz ve bir taşı bile oynatılamaz kabul ederek -o yapıya her yönüyle sadık kalarak- ve o yapının içinde kendilerine uygun odalar bularak, oradan (yani yüksekten aşağıya doğru) konuşmanın rahatlığı ve kolaylığını tercih etmeleri kendi avantajları oluyordu.. her iki grup da kendi hallerinden memnun ve diğer tarafı da yok sayarak ya da hiç olmazsa küçümseyerek hayatlarını sürdürüyor ve müritlerine de istediklerini uygun dozda zerk etmeye devam ediyorlardı.. niçin insan belli bir kampa dahil olmayı daha rahat ve konforlu buluyordu? bunda zayıflığının ve tek başına bir hiç olduğunun, örgütsüz insanın bir hiç olduğunun, ancak örgütlenir, yani bir çatı altında kendi gibi düşünen ve fakat kendisi gibi düşünmeyene yabancı, hatta düşman gibi bakan bir pozisyon aldığında güce ve güvene kavuşur olacağının bilinci mi vardı? neden ya siyah ya da beyaz olunuyordu, ara renklere yer yok muydu hayatta?, iyi ve doğru olanı düşmanın söyleyince kötü ve yanlış mı oluyordu? insanın olgunlaşması, eskilerin deyimiyle insan-ı kâmil olması bu kadar zor muydu? Ütopyalar niçin hep ütopya olarak kalıyordu, çok mu zordu hiç olmazsa bir kısmını gerçekleştirmek, ya da gerçekleştirmek için çabalamak? kendisi bunların hiç olmazsa azıcığını olsun gerçekleştirebilecek miydi? yoksa o da diğerleri gibi mi olacaktı? bîtaraf olayım derken bertaraf mı olacaktı yoksa? Bîtaraflık tamamen renksizlik, kararsızlık hatta kaypaklık, korkaklık mı demekti yani?.. bîtaraf olan kişi, doğrunun yanında, iyinin, faydalının yanında, dolayısıyla iki taraftan da değil, ama iki tarafın da olumlu taraflarını kabul eden biri olamaz mıydı? bu işler neden bir spor takımı fanatiği gibi, grubumuz ve onu yönlendiren liderimiz ne derse doğrudur, düşünüp eleştirmek hainliktir, gaflet, delalet ve hatta hıyanettir, bizim gibi olmayanın aramızda yeri ve hayat hakkı olamaz, burası yerli ve milli şeylerin terennüm edildiği, evrensel doğruları söyleyenlerin değil, sadece ve yalnızca bizim hoşumuza giden seylerin -doğrular sadece onların kabul ettiği doğrulardır çünki-  söylendiği, zaten onlardan başka da doğrunun olamayacağı, bu köy yalnız ve sadece bizim köyümüzdür, bizim köyümüzde her şey güzeldir, zaten her zaman öyleydi ve hep de öyle kalacaktır.. başkalarının köyü kötüdür, pistir, çirkindir, bize düşmandır, bizim kötülüğümüzü isterler, tıpkı bizim onların kötülüğünü istediğimiz gibi... miydi her şey? ne gibi şartlar bu tür fikirlerin ve davranışların geçerli olduğu kamplar veya kabilelerde yaşamaya mecbur bırakır insanları?


     Daldığı derin düşünce aleminden kendisine gülümseyerek bakan Cevdet amca'nın sözüyle çıktı acar muhabirimiz; - Artık akşam oluyor, istersen kalkalım, senin de İstanbul'a gidiş hazırlıkların vardır.. Annene ve aile efradına selamlarımı söyle, bilsinler ki her zaman onların yanındayım, istedikleri zaman yardıma hazırım, yakın zamanda da eşimle ziyaretlerine geleceğim inşallah.. sana da meslek hayatında ve şahsi tekamül yolunda başarılar diliyorum, istediğin zaman beni arayıp bir müşkülünde veya yardıma ihtiyacın olduğunda yardımına koşacağımı, bir baba gibi yanında olacağımı bilmeni isterim.. burada her zaman ailen ve seni seven, maddi ve manevi desteğin olacak insanlar bulunduğunu unutma.. memleketini ve bizleri hep yanında bil.. artık yavaş yavaş akşam olmakta, biz de evlerimize doğru kalkalım istersen dedi.. delikanlımız da keşke biraz daha beraber olsaydım bu irfan sahibi kişiyle, ne kadar çok soracağım soru, öğreneceğim şey olduğunu onu görüp tanıyınca daha iyi anladım diye düşünerek ve üzgün bir tavırla tamam Cevdet amcacığım, nasıl isterseniz dedi..


     Daha bir kaç adım atmışlardı ki, bir ses onlara hitap ederek; -Ooo Cevdet, bakıyorum da beni görmedin, yahu senin yüzünü bir süre göremesem hemen eksikliğini hissediyorum canım arkadaşım, nasılsın iyi misin, yanındaki delikanlı da bir kaç gün önce kaybettiğimiz sevgili arkadaşımız Hüsamettin'e ne kadar benziyor yahu! merhaba delikanlı, nasılsın? ben Doktor Musa.. yoksa sen de medar-ı iftiharımız Fahrettin misin.. vay be! maşallah kocaman bir genç olmuşsun.. seni görmeyeli çok zaman oldu.. çocukken sık sık hastalanır ve beni ziyarete gelirdiniz, şimdi maşallah büyüdünüz, buraları terk edip gittiniz.. ama size kızdığımızı da sakın düşünme, tersine sizi son derece haklı görüyorum.. buralarda kendinizi gösterme, memleket çapında başarılı şeyler yapmanıza neredeyse imkan yok.. tabi ki geleceğiniz için ve başarılı olmak için ne gerekiyorsa yapacaksınız, bizler de sizi gurur ve sevinçle takip edecek, kıvanç duyacağız yaptıklarınızla.. bakın şimdi size bir teklifim var; eğer bir mani haliniz yoksa gelin bu karşılaşmayı fırsat bilelim, şurada iki adım ilerde şehir kulübümüz var, gidip orada bir şeyler yiyelim, biraz sohbet edelim, ne dersiniz?.. diye her ikisine de soran ve rica eden bakışlarla bakmaya başladı.. bu kadar cümleyi karşısındakine hiç cevap hakkı bırakmadan sarf edip, sonra da teklifinin kabul edilmemesi diye bir şık olmadığından emin bir tavırla bakan bu yılların halk doktoru, hem hükümet tabibi, hem sıtma savaş ve verem savaş derneklerinin fahri başkanı ve biricik hekimi, aynı zamanda ilin adli tabibi, bilirkişisi gibi bir çok görevi de uhdesinde toplayan bu babacan adama cevap verme gibi bir hakkının bile kendisinde olmadığı bilinciyle (çünki bu gibi küçük yerlerde pratisyen de olsa bu hekimler hem sağlık hem de her türlü rapor, resmi dairelerde işlerde bilirkişi, aşı ve salgınlar konusunda devletin temsilcisiydi..  bu kişiler adeta validen bile daha güvenilir, kendilerine saygı duyulur, biraz otoritesinden çekinilir, ama aynı zamanda da birçok müşküllerinin halledilme mercii olduğu bilinir) Cevdet amcaya doğru soran gözlerle bakmaya başladı.. ama öte yandan da gittikçe ilginç bir hal alan bu son günkü gelişmeleri düşünmekten de kendisini alamıyordu.. çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında lise öğrenimindeyken bu kişiler kendisine çok uzak, adeta ulaşılamaz ve hem yaş hem de statü olarak yan yana gelinemez kişiler olarak görünürlerdi.. oysa işte şimdi sanki bütün bu 'amcalar' karşısında bir resm-i geçit yaparcasına birbirleri peşisıra arz-ı endam ediyorlar, selam bile vermeye çekineceği, daha doğrusu her hangi bir yerde karşılaşma ihtimali sıfıra yakın bu kişiler ona son derece yakın, sanki kırk yıllık dost veya arkadaşıymışlar gibi davranıyordu.. Cevdet amca onun bu fırsatı kaçırmamak istediğini, sanki bakışlarından anlamıştı.. o yüzden olsa gerek kısa bir duraklamadan sonra; -Neden olmasın, Musa'cığım, ben de seni ve güzel sohbetini epeyidir özlemişim, şimdi farkına vardım.. ama delikanlımız belki de yarın yola çıkacak, sayılı saatleri kaldı memleketinde, bilmiyorum kısa da sürecek olsa bu davetini kabul eder mi acaba diye soran gözlerle acar muhabir gencimize döndü.. Fahrettin de; aman efendim, estağfurullah, babamın en sevdiği iki dostunun beni böyle bir davetle şereflendirmesi benim için onurdur.. siz nasıl isterseniz.. zaten dönüş zamanım da daha kesinleşmedi.. keşke memleketimde daha çok kalabilseydim de sizler gibi baba dostlarıyla daha çok beraber olup babamla yapamadığım ve içimde acısı kalan konuşmaları ve bir çok sohbeti onun yerine sizlerle yapabilseydim, inanın çok isterdim bunu.. ama şansıma bugün sizleri tanıdığım için çok sevinçliyim... gibi bir kaç sözü peş peşe duraklayarak ve kekeleyerek, sona doğru da sesi çatallaşarak ve gözleri dolarak söyleyebildi.. bu esnada bu iki can baba dostu da sanki kendi evlatlarının böyle bir duygusal anına şahit oluyorlar gibi hüzün ve mütevekkil bir hissiyat içinde ona sevgi ile bakıyorlardı...





                                                   *                          *                           *












Yorumlar

  1. Epey bir aradan sonra güzel öykünüze dönebildim. Fırsat buldukça sonraki bölümleri de okumak istiyorum. Değerlendirmeleriniz çok doğru. Lâkin, "bir insana taparcasına bağlılık da insana özgü bir davranış biçimi mi idi?" sorusuna cevabım negatif. Bir insana taparcasına bağlılığın insana özgü bir davranış olduğunu sanmıyorum. Bunun bence iki nedeni var. Birincisi cehalet, ikincisi maddi ve manevi çıkarlar. İyi eğitim almış bir kişi kendi aklını kullanmasını bilir. Diğer taraftan taparcasına bağlanılan kişiyi kendisinin hayatta kalmasının tek yolu olarak görüyorsa vatandaş, (ki bu durumu da cehaletle büyük ölçüde ilişkilendirebiliriz) kendini buna mecbur hisseder. Bir kısmı da bu dünyayı bırakıp şeyhinin onlara cennet kapılarını açacağından son derece emindir. Cahil insanlar okuyup, sorgulayarak öğrenmek yerine inanmak gibi basit bir yol seçerler. Dolayısıyla siyah ve beyaz gibi bir zıtlık oluşur ister istemez. Bence bu işin grisi yoktur. Cehalet var oldukça (ki büyük çıkar çevreleri bunun için ellerinden geleni yapmaya devam edecekler) çatışma kaçınılmaz olacak ve toplum bir türlü huzur bulamayacaktır. Toplumdaki huzursuzluğun izalesi orta yolu bulmak değil cehaletin ortadan kaldırılmasıdır, ki bu da insanın egoist fıtratıyla çözülecek bir hadise değildir bence:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke