13-Şehir Kulübü

 



     Şehir kulübü... Böyle küçük/orta boy Anadolu şehirlerinde üst düzey resmi görevlilerin, eşraftan ileri gelenlerin, maddi ve itibar yönünden zengin (tabi ki hepsi erkek) kişilerin, o şehir standartlarına göre kalburüstü ve belli bir yaş ve olgunluğa gelmiş, konuşmayı, sohbeti, iyi yemeyi ve özellikle içmeyi (tabi ki milli içkimiz rakı) bilen kişilerin üye olduğu, kısacası şehirde devlet ile milletin (tabi ki sözü geçen kısmının) bir araya gelip sosyalleştiği ve bu arada da ister istemez bazı müşküllerin halledildiği, çözülmesi gereken meselelerin tartışılıp gereğinin organize edildiği, devlet dairelerinde uluorta konuşulup söylenemeyecek şeylerin 'usuletle ve suhuletle' ilgili kişiler arasında sohbet ortamında oluruna bağlandığı, halk arasında 'Gazino' veya 'Mahfel' gibi adlandırılan sosyalleşme alanlarından biraz daha yukarıda, sadece üye olanların veya onların yâr-i vefâkâr arkadaşlarının referansıyla kabul edildiği, yemek yenilen, birlikte genellikle içki de alınan, hemen tüm üyelerin polis baskını, emniyet kovuşturması korkusu olmadan kumarlarını oynadıkları bir yer, bir mekân... Buralarda neler döndüğü hemen herkesin bildiği sırlardandır, ama yine de dokunulamaz bir bölge ve burada olup bitenlerin dedikodusun yapılmasının bile tehlikeli bir iş olduğundan, bu tekinsiz yerin önünden geçerken sıradan vatandaş başını bile çevirip bu mekâna bakmaz. Bu özel yerin girişinde 'Şehir Kulübü' yazar, gösterişli bir kapısı olmamakla beraber bir devlet soğukluğu ve ciddiyeti hissedilir, kapısında ve önündeki sokakta resmi plakalı arabalar, Valilik, Savcılık, hatta Askeriyenin o şehirdeki üst düzey makam araçları bile park etmiş vaziyettedir. Her ne kadar askerler kendi gazinolarında, varsa Subay veya Astsubay Orduevlerinde vakit geçirirler, onların da kendilerine göre bir dokunulmazlığı vardır o şehirde ama 'Şehir Kulübü' denilince iş başka bir renk alır, orası bir nevi Devlet dairesi gibi ciddi, ama öte yandan da bir Emniyet veya Savcılık makamı gibi de esrarlı ve diğer yerlere göre daha üst düzey bir yer olduğunu hemen herkese ihsas ettirecek görünmez ama hissedilen bir statüye sahiptir. En azından acar muhabirimizin çocukluğu ve Liseyi bitirip İstanbul'a gidene kadarki yaşamı zamanlarında bu durum böyleydi. Tabî son zamanlarda Devlet, Siyaset karşısında her bakımdan biraz gerilemiş, geriye çekilmiş gibi olsa da, her zaman için gerekli zamanlarda ''Devlet''le ''Vatandaş''ın bir araya geleceği, ama gözlerden de biraz uzak olması gereken bir yere ihtiyaç her zaman olmuştur. İşin garip tarafı özellikle doktorlar muayenehanelerinde akşamın geç saatlerinde hasta bakıp vizite ücretlerini ceplerine istif ettikten sonra nedense evlerine gitmeden önce buraya uğrayıp şehrin namlı kumarbazlarıyla poker masasına oturup kazançlarının büyükçe kısmını masada bırakmadan o gece rahat uyuyamaz hale gelmişlerdir. Artık bu yaptıkları iş yorulmuş zihinlerini ve yıpranmış vicdanlarını susturmanın bir yolu mudur, yoksa herkesin gözü üstünde olan ''servetlerinin'' bir nevi diyetini mi ödemek istemektedirler bilinmez. Çok iyi poker veya diğer kağıt oyunlarını (Bezik, Konken hatta en sonunda onlardan da usanınca oynanan Maça kızı ve en berbat bir kumar şekli olan Yanık gibi olanlarını) oynayan ve hayatlarını genellikle başta doktorlar ve parası bol eşraftan kumara meraklı kişilerden kazandıkları paralarla gül gibi sürdüren namlı kumarbazlar yanında, bir de gerekli mercilere rüşvet vermeyi beceremeyen ya da bu şekilde bir ödeme yapmayı tercih eden kişiler de tabi ki ilgili kişilerle ''gerektiği kadar'' kumar oynayıp sonunda herkesin masadan mutlu kalktığı (ama seyredenlere de pek heyecan ve tat vermeyen, bu yüzden de seyircisi pek olmayan) 'kumarbazlar da vardı bu kulüpte...


     Acar muhabirimiz Fahrettin'in babasının buranın kapısından dahi içeri adım atmadığını tahmin edebiliriz tabi ki, o yüzden olsa gerek genç kahramanımız biraz da bu nedenle burayı içeriden görmek istemişti. Minik grubumuz kısa bir yürüyüşten sonra Kulübün önüne vardılar, Doktor Musa bey alışkan adımlarla önden, kendisini takip eden Cevdet bey ve gencimiz de arkasından, ardına kadar açılan kapıdan içeri girdiler. İçeriye girince acar muhabirimizin bir süre gözleri dışarıdaki aydınlık yüzünden içeriyi göremedi. Cevdet bey de çekingen bir haldeydi ve nereye gideceğini bilmediği için Doktoru takip etmeye başlamıştı. Anlaşılıyor ki babası gibi o da 'buralardan' pek geçmemişti. Kibar garsonların; -Buyurun doktor bey! bu akşam misafirlerimiz de var galiba, -Hoş geldiniz efendim! şöyle buyurun! gibi hitap ve hürmetkâr sözlerinden ikisi de biraz utanç ve eziklik hissine kapıldılar sanki. Ama Doktor bey, Cevdet beyin koluna girerek, -Bu akşamki misafirlerimiz özel arkadaşlar, aman beni mahcup etmeyin diyerek onları onore etmeyi de ihmal etmedi. Bu candan sözler ve samimi tavırlar iki yabancıyı da biraz rahatlatmakla beraber onlar da bir an evvel oturacakları yere varsak da etraftakilerin bakışlarından kurtulsak derdindeydiler. Neyse ki henüz müdavimlerin çoğu gelmemişti, etraf sakin ve ışıklar da daha açılmadığından olsa gerek kocaman salon yarı karanlıktı. Bu da acemi konukların işine geldi doğrusu. Doktor önde mahcup konuklar arkada kendilerine gösterilen görkemli bir köşeye doğru ilerlediler ve sonunda her biri bir garson tarafından saygıyla tutulup geri çekilmiş kolçaklı rahat sandalyelerine oturarak masanın etrafında yerlerini aldılar. Garsonlar saygılı bir şekilde ortadan kayboldu, sadece başgarson kaldı ve Musa beye ve konuklara hitaben; -Tekrar hoş geldiniz! bu akşam yemekten önce hafif bir aperatif almak ister miydiniz, ne arzu edersiniz? diye sordu. Acar muhabirimiz böyle karşılamaya ve izzeti ikrama İstanbul'da bile rastlamamıştı doğrusu. Hoş İstanbul'da da bu gibi yerler mutlaka vardır ve kesinlikle buralardan daha gösterişli ve havalıdır, ama ben denk gelmedim demek ki,  diye düşündü. Bu esnada Cevdet bey de etrafına merak ve hayretle bakmaya başlamıştı sanki. Kim bilir neler geçiyor içinden acaba diye düşündü muhabirimiz. Onun bu merakını Doktor Musa bey giderdi; -Cevdetciğim nasıl buldun burayı? etrafa merakla bakıp manzarayı süzüyorsun, eminim sen şu anda meşhur impresyonist ressamların Paris salonlarında ve mekanlarında geçen hayat konulu tablolarını düşünüyorsundur. Fahrettin evladım; bu Cevdet var ya, şu anda üzeri yeşil ve mor çuhalı masaların, bardaki tezgahlarda duran yarısı içilmiş bazısı açılmamış rengârenk şişelerin ve kristal kadehlerin, perdeleri yarı açılmış yüksek pencerelerden içeri giren ışık huzmelerinde oynayan toz zerrelerinin, ilerdeki bilardo masasında oyuncularını bekleyen renkli fildişi topların ve istekaların, hatta saçları briyantinle geriye taranmış düzgün ve kısa bıyıklı matruş garson beylerin seyrine dalmış, adeta kendisini, hiç gitmediği, ama hayalinde günde en az bir kere gittiği Paris'in edebiyat ve sanat merkezlerinde, resim galerilerinde dolaşır hissediyordur. Değil mi Cevdet?.. Bak şimdi ben bile senin yanında edebiyat paralamaya başlıyorum...Evladım! bu Cevdet var ya, sanki dünyaya Avrupa'da ama o zamanın romantik Avrupa çağında gelmiş, oraların tadını çıkarırken bir ressamın tablosunun içine girivererek kaybolmuş ve bir daha da çıkamamış, ondan kaç şu kadar sene sonra da bu Anadolu kasabasında belki de bir kahve duvarına asılan bir tablo reprodüksiyonunun içinden arz-ı endam eylemiştir. O zamandan beri de biz fânilere bir tablo, bir mısra, bir heykel gözüyle bakmaktadır. Bakma şu anda buradadır o, bedeni buradadır ama ruhu ve beyni Paristedir. Genç yaşta okumak maksadı ve bahanesiyle İstanbul'a, oradan da ilk fırsatta Parise giden halasının oğlu ile sık sık mektuplaşmakta, sadece ikisinin bildiği bir lisan ile birbirlerine görüp hissettiklerini nakletmekte, karşılıklı olarak edebi eserlerini teati etmektedirler. Kendisi PTT memuru olduğu için belki telgraf başında mors alfabesi seslerinden faydalanıp ilham alarak şiirler, denemeler yazmakta, memleketin biricik ama artık kadim hale gelmiş gazetesindeki köşesinde yazdığı fıkraları, hiciv ve çeşitli konulardaki yazılarını da gazeteyi eline alır almaz okuyup halaoğluna da göndermektedir. Değil mi Cevdetciğim? diye sözü ona devretmek istedi ama Cevdet amca yine her zamanki sakin hatta çekingen tavrı ile -evet Musa, doğrudur, diye kısa bir cevap verdi. Bu sırada garson da saygılı bir tavırla masaya yaklaşarak elindeki küçük tepsiden masaya küçük çukur tabaklar içinde cacık, zeytinyağlılar ve baklagillerden yapılmış fava, humus gibi mezelerden bir de beyaz peynir tabağından ibaret akşamcı masasını, eskilerin deyimiyle çilingir sofrasını kurdu,,


           Haydi Abbas! vakit tamam;

           Akşam diyordun, işte oldu akşam..

           Kur bakalım çilingir soframızı;

           Dinsin artık bu kalb ağrısı...

            .......


     Doktor Musa bey aşka gelmişti sanki, garson saygılı bir şekilde masadan ayrılırken neşe ile iki misafirine döndü; -Görüyorsun evladım, biz, yani Ben, Baban ve Cevdet buradaki okulları hep beraber okuduk. O zamanlarda her Türk genci şairdi adeta. Ya çevremizdeki kızlardan birine, ya da muhayyel bir kıza aşıktık hepimiz istisnasız. Hepimiz sevdiğimize şiirler, mektuplar yazar, sonra da birbirimize okurduk. Nerede o zamanlar kızlara mektup, kısa not, mani tarzı bir şey yazmak. Aklımızdan bile geçmezdi, zaten böyle bir şeye tevessül etsek de önce ailemiz sonra da bütün şehire rezil olacağımızı bilirdik. Bizim aşkımız böyleydi evladım, sanki biz aşka, aşkın kendisine aşıktık. Leylayı görünce yüzünü dönüp giden Mecnun gibiydik hepimiz. Yani kısacası hepimiz büyük teoriler peşindeki filozoflar gibiydik, teoride iyiydik, ama iş pratiğe gelince çuvallıyorduk hah! hah! hahahahaha!... Bu yüksek perdeden kahkaha Şehir Kulübünün yaldızlı süslü duvarlarında, pencerelerdeki kalın kadifelerde ve bar kısmındaki her nevi alkol şişelerinin arasında hızla tur atıp geri döndüğünde garson Abbas bey (kesinlikle adı öyledir) bir kristal karaftan küçük çay bardaklarına benzeyen kadehlere rakıyı boşaltmaya ve yanındaki su bardağına da soğuk suyu koymaya başlamıştı bile...


     ''İlk kadeh mecburi, sonrası keyfi; Teklif var, ısrar yok; Sohbet var, münakaşa yok''.. İşte bizim düsturumuz. Haydi şerefe o zaman! hoş geldiniz Oğlum Fahrettin, şeref verdin aziz arkadaşım Cevdetim, canına değsin sevgili kardeşim Hüsamettin! ....


     Gencimiz utangaç ve acemi bir tavırla, Cevdet bey her zamanki görmüş geçirmiş sakin haliyle, Musa bey de çok susamış gibi ilk yudumlarını alıp sessizce kadehleri yerine koydular. Fahrettin, babasının da adının geçmesine ve doktorun ona kendince bir selam göndermesine çok hislenmişti ve kirpiklerinde oluşan hafif yaşarmanın da çağrışımıyla (tabi içinden) ''O mahur beste çalar; Müjganla ben ağlaşırız'' dizelerini mırıldandı. Uzaktan radyo mu, yoksa gramofon mu olduğu pek anlaşılmayan bir cihazdan sanki mahur bir beste çalıyordu...






                                                    *                        *                        *









     

Yorumlar

  1. Oğuz Atay tadı alıyorum yemin ederim :))) Hem gülüyorum hem özlem duyuyorum..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkürler, ben de gülerek ve o zamanları hatırlayarak yazmaya çalışıyorum bir şeyler. Bana da iyi geliyor :)

      Sil
  2. Fevkalâde güzel anlatmışsınız, elinize sağlık. O mecliste dördüncü kişi olarak kendimi hayal ettim:) Rahmetli kayınpederimle o anlattığınız şehir kulübüne birkaç kez gitmişliğim vardır. Daha eskiden eşlerin de katıldığı cumhuriyet baloları yapıldığı söylenirdi oralarda. İçeri adım attığınız anda meyhanelerden daha farklı bir his kaplardı insanın içini.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke