14- Doktorum...

 



     Kulüp müdavimleri yavaş yavaş kulübe gelip, sürekli aynı yer ve konumda otura otura alıştıkları masalarına doğru yönelirken yanından geçtikleri Doktor Musa beye ve bu akşam masasında gördükleri ama hiç de aşina olmadıkları diğer iki kişiye selam veriyorlar, doktorumuz da onların her birine adıyla hitap edip selamlarını alıyor, kısa cümlelerle hal ve hatırlarını soruyordu. Bu sırada Musa bey aniden durgunlaştı, gözlerinden bir hüzün bulutu geçer gibi oldu sanki, ve ağır ağır şöyle dedi;


               İhtiyârımla acep ben hiç olur muydum Tabip!

               Ger bileydim Âlemin bunca devâsız derdini...


     Masadaki üç kişiyi de o anda derin bir düşünce almıştı. Herkes şimdi kendi iç dünyasına dalmıştı sanki. Gencimiz bu beyitteki mânâyı anlamaya çalışırken, onun bu çabasını hisseden Musa bey, ona bakarak ağır ağır konuştu;

     -Fahrettin bey evladım, senin de çocukluğundan beri bildiğin gibi ben bu şehrin neredeyse asırlık çınarlarıyla yaşıt bir simgesi oldum sanki. Baban, ben ve Cevdet hem aynı mahallenin sokaklarında, hem de aynı okulların sıralarında büyüdük. İçlerinde ailesi en fakir olan bendim. Bu Cevdet'in ana babası ve hatta sülalesi görmüş geçirmiş ve aynı zamanda çok cömert insanlardır. Onların evinde çok davetlere katılmış, çok yemeklerini yemiş, ailecek çok bağ bahçe, kır piknik gibi yerlerde ve diğer eğlencelerde ve gezilerde beraber olmuşuzdur. Büyüklerimizin hepsine Allah rahmet eylesin, şimdi onlar biraz önce ziyaretlerine gittiğiniz yerde istirahatteler. Biz ise çabalamaya koşturmaya devam ediyoruz onların yanında yerlerimizi alana kadar. Her neyse, biraz ailecek bir yaşam garantimiz olmadığından mıdır, yoksa okuyup bir işin başına geçmekten başka bir çaremin olmadığını bildiğimden midir, ben daha çalışkan ve hırslı bir talebeydim o senelerde ve neticede işte hasbelkader doktor olup memleketime geldim ve o zamandan beri de bu memleketin insanlarının çoğu da devasız olan her türlü derdiyle ilgileniyorum. Biraz önce okuduğum mısraları galiba bir hekim yazmış. Şimdi daha iyi anlıyorum bununla neyi murad ettiğini. Tıbbiyeye girişimin nedeni hem saygın hem de kazancı bol bir mesleğe sahip olacağım hevesidir desem yalan olmaz. İşte bu masada bir aziz dostum, bir de yeni kaybettiğim öteki aziz dostumun oğlu var karşımda, sana baktıkça babanı görür gibi oluyorum, bu sebeple size kısaca ve samimiyetle hayatımın bir özetini yapayım istedim, o yüzden şimdi sen de beni bir arkadaşın gibi gör ve öyle davran lütfen. Evet, bu heveslerle girdiğim Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne'yi -şimdi bunun da manasını söyleyeyim de dikkatin dağılmasın, Padişahın tıp okulu demek oluyor kısaca- şâhâne duygularla ve adeta kendimden gurur duyarak bitirip, hemen arkasından askerlik görevini de yaptıktan sonra -ilk aklımın başıma geldiği, ayaklarımın yere değdiği anlar bu askerlikte geçen zamanlarım olmuştur, ama o meseleye bir girersek hiç çıkamayız bu akşam, inşallah bir başka zaman bunu da anlatırım- memleketime gencecik, çiçeği burnunda, ama öte yandan kendisini Ordinaryüs Profesör gibi bilgili ve değerli hisseden bir doktor olarak döndüm. Bütün idealim, şehrimin sağlık meselelerinin hepsini çözmek, o zamanlar yaygın olan Verem, Sıtma, Trahom ve Frengi gibi salgınların kökünü kazımak, bebek ve anne ölüm istatistiklerini Avrupadaki seviyelere indirmek, hemen hemen kendi hâline terkedilmiş köylerdeki sefil hayatı, içilmek zorunda kalınan mikroplu suları, ortalıkta kaynayan sivrisinek ve her türlü hastalığı yayan böcek, sıçan, kene gibi zararlıları tamamen bertaraf edip köyün hastalıklı insanlarını, kedi yavruları gibi doğup kısa sürede dünyaya veda eden zavallı köy çocuklarının -ki çoğu iyi beslenememekten, kızamık, kuşpalazı, boğmaca, difteri, çiçek ve benzeri peş peşe gelip Azrailin tırpanı gibi gencecik kuzularımızı biçip Yunus'un dediği gibi gök ekinler gibi yerlere serdiği- o acıklı durumlarını en kısa zamanda ortadan kaldırmak gibi şimdi bana son derece naif ama bir o kadar da alkışlanası gelen düşüncelerdi. Zaten doktor, sağlık personeli ve imkanlar yönünden son derece fakir olan bu memleket köşesinde, idealist bir doktorun hele de üstüne üstelik kendi aralarından çıkıp bütün bu dertlerine deva olacak bir evlatlarının şehirlerine gelmesi neredeyse tüm ahalide sevinç ve coşku yaratmıştı. Ama ilk mutluluk günleri çok kısa sürdü tahmin edeceğin gibi. O günlerdeki heyecanım ve enerjim patlamış bir barajdan boşalan suyun altında kalan bir fidanlık veya yeni ekilmiş sebze tarlası gibi bir anda ortadan silindi gitti. Kendimi; canavarlar, düşmanlar olarak gördüğü yel değirmenlerine karşı savaşa geçen, ama ilk kanat darbesiyle de kendisini yerde bulan Don Kişot gibi hissetmem çok zamanımı almadı. Her gün dertlerine teşhis konulması ve tedavi edilmesi amacıyla Hükümet tabipliğindeki hasta  muayenehanesine gelen yüzlerce hasta, asıl hedefim olan yukarıda kısaca bahsettiğim koruyucu hekimlik hizmetlerime sıra gelmesine bir türlü izin vermiyordu. Gelen hastaların ardı arkası kesilmiyordu ki bir an nefes alıp bu konulara el atayım. Sonra zamanla anladım ki aslında bu salgınlarla savaş diye de bir şey yok, sadece kağıt üzerinde bir mücadele ve her üç ayda ve yılda bir bakanlığa gönderilen faaliyet raporları var. Onu da bir gün imzama getirilen rapor taslaklarından anladım. Bu rapora göre ildeki eskiden beri devam eden ve son rapordan beri yeni ortaya çıkan salgın vaka ve hastalarının sayısı ve bunlara karşı yapılan tedaviler, önleyici tedbirler, hepsi bir öncekinin hemen hemen aynısı olan rakam ve yazılarla rapor haline getiriliyor ve Ankara'ya, Bakanlığın ilgili dairesine gönderiliyor, orada da çok büyük ihtimalle hiç okunmadan ilgili dosyalardaki yerini alıyordu. Yine de gençliğin ve idealizmin verdiği enerjiyle epeyi hizmetim oldu ben her ne kadar az görsem de. Biraz bu çabalarımdan, biraz da beni kendi öz evlatları gibi gördüklerinden olsa gerek o kadar çok hasta geliyor ve poliklinik yapıyordum ki bugün o sayının yarısına bile gelmeye cesaret edemem. Her neyse, o zamanlar -şimdi de zaten öyle- devletin verdiği maaş da kuş misali, biraz da bu yüzden olsa gerek, devlet biz doktorlara mesaimiz bittikten sonra muayenehane açıp orada da hasta bakma hakkı ve yetkisi tanıdı. Ben de bu işe hiç sıcak bakmadığım halde, ve kendi hemşerilerimden nasıl para alırım? hem ayıp hem yazık değil mi? diye düşündüğüm halde, sonunda çevremin ve hemşerilerimin ısrarlarına dayanamayarak -daha çok da ihtiyaçdan-  utana sıkıla bir muayenehane açmaya karar verdim. Bu kararımın asıl sebebi de hem ailemin hem de yakın çevremin beni para kazanan biri olarak görebilmesi, başları sıkıştığında her zaman başvurulabilen birinin olması, resmi dairedeki polikliniğe zaten fakir fukaralar ve çoğunluğu da köylerden gelenler başvuruyor, elinde azıcık parası olanlar da hiç olmazsa muayenehaneye gitsin, orada hem derdini daha iyi anlatmaya ve iyi bir muayene olmak imkanına daha uzun vakti olsun, hem de daha sakin ve temiz, gürültüsüz bir ortamda 'özel' muamele görmenin keyfini çıkarabildiği bir yerde olduğunu hissedebilsin düşüncesiydi tabi. Ama bunun da kısa sürede hiç düşünmediğim sonuçları ortaya çıktı. Bazı hemşerilerim, yahu bu daha dün sümüklü bir oğlandı, şimdi karşımıza çıkmış bize akıl öğretiyor, şunu yapın şu yasak diye emirler veriyor, çulsuzun tekiydi şimdi cebi üç kuruş gördü burnu büyüdü beyimizin, bak daha yaşıtları hayat kavgası verirken seninki hemen (ikinci el) bir araba çekti altına, geldiği zaman açlıktan nefesi kokuyordu şimdi yanına yaklaşılmıyor beyimizin, verdiğimiz selamı bile lütfen kabul ediyor, eskiler boşa taze boka konan sinek çok olur dememişler bunun da çalımı kısa sürer bak! görürsünüz.. gibi laflar benim bile kulağıma gelmeye başladı. Acaba diye düşünmüşümdür hep, insanlar doktordan niye hoşlanmazlar, mecbur kalmadıkça selam vermek için bile yanına gitmek istemezler, bunun sebebi ne olabilir? Sonra sonra şu sonuca vardım. İnsanlar doktorun karşısına çıkınca bir sebeple hastalıklarını hatta hastalık olgusunu, hatta  ölümün soğukluğunu hissediyorlar, doktor sanki onların yanında onlar için bir paralı asker, bir savaşçı onların canını kurtarmak için hemen arkalarında kılıç şakırdatan Azraille dövüşüyor, ama bu mücadeleyi kaybederse tabi ki ona hiç bir şey olmayacak ama kendi canları gidecek veya en azından acıyacak, mücadeleyi kazanırsa da başka bir durum var, bu defa doktora karşı bir can borcu hissedecekler, bunu verdikleri üç kuruş para ile veya kuru bir teşekkürle unutmaya çalışıyorlar ama onlar da biliyorlar ki, hastalığın ölümün çaresi para değil, tamamen başka bir şey, adeta insan üstü bir güç, bilinmez ve tanımlanamaz bir duygu durumu. Neticede hastayı alan ve borcu olan, hekimi veren ve alacaklı duruma sokan bir durum. Buna karşı şöyle bir savunma geliştiriyor hasta olan ve doktora giden insan, diyor ki; bu hastalık bana bazı hatalarım veya kaderim yüzünden musallat oldu, hatta beni bu doktor tedavi etmedi, ben kendi vücudumun gücüyle, dualarımla ve kaderim böyle çizilmiş olduğu için hastalığı yendim, bu hekim sadece bir aracı, eskilerin şifacı dedikleri biri, hatta şamanın biraz daha moderni, şamanın davulu, yaktığı tütsüler ve hacamat, dağlama gibi biraz can yakan ama onlar da birer vesileden ibaret olan şeylerine karşılık doktorun da kulaklığı, faydalandığı anlaşılmaz kelimelerle dolu kitapları, verdiği reçetesinde yazan anlaşılmaz kelimeler ve içinde ne olduğu belirsiz -belki de başka hastalıkların tohumları olan- maddeler. Eğer benim vücudum iyileşecekse iyileşir, doktor yaptıklarıyla bunu değiştiremez, eğer öleceksem de yine doktorun yapacağı bir şey olamaz.. Belki biraz mübalağa ediyorum ama inanın ortalama vatandaşın gözündeki durumumuz hep böyle olmuştur. Haydi bu tip insanların zararı sadece kendisine olsa gam yemeyeceğim ama içinde bilmediğim maddeler var diye -sanki ben tamamını biliyorum, sen ne kadar anlatsam anlayacak mısın be adam!- çocuğuna aşı yaptırmayan, gebe karısını kontrole veya tedaviye götürmeyen (hoş karısı da aynı kafada ya) adamın verdiği zararı kim ödeyecek? Başta ilk gençlik zamanlarımda bütün bunları kısaca Cehalet! diye bir torbaya koyuyordum ama zamanla anladım ki bu cehalet az veya çok her insanda var, koskoca hakimler mühendisler, öğretmenler arasından bile böyle düşünceliler çıkınca bu kolay düşünce ve sonuca varma yolunu da kaybettim. Bir de asıl yukarıda bahsetmediğim bir grup daha var ki, en çok onlar için üzülürüm; Devasız dertlere dûçar olanlar, tıbbın çaresiz kaldığı hastalıklar, ruhi durumlar, aile faciaları, iyi bir eğitim ile belki bir kısmı çözülebilecek ama bir türlü -neredeyse asırlardır- yakamızı bırakmayan çaresizlikler. Bir deyim vardır belki duymuşsunuzdur; ''Zengini fakir eden hayırsız evlat, Memuru fakir eden süslü avrat; Fakiri fakir eden kuru inat!'' diye.. işte bu cahil insanların bir de inadı vardır ki, deveye hendek atlatmak bu inadı kırmaktan daha kolaydır. Hep cahil diye sosyoekonomik olarak geri kalmış olanlar aklınıza gelmesin, onlarda daha çok olmak üzere bu inatçılık meselesi de insan ırkının bir başka belasıdır. Yahu kusuruma bakmayın! bir saattir ben konuşuyorum siz dinliyorsunuz biraz soluklanalım artık, şimdi birer kadeh daha almanın ve bir şeyler yemenin zamanı geldi, çenem düştü sizi esir aldım galiba, ama o kadar içimi dökecek eski dost ve samimi bir kişiye hasret kalmışım ki ne yapayım bu halim size denk geldi, umarım içinde özeleştiri de olan bu uzun dertleşmeden sıkılmamışsınızdır? diye sözlerine ara verdi Musa bey ve kadehine uzandı elleri farkında bile olmadan.


     Kısa bir sessizlikten sonra Cevdet amca bir şeyler söyleyip ortamı değiştirmek maksadıyla ağır ağır konuşmaya başladı; -Sevgili Doktorum! sana herkes böyle hitap ediyor, ama ben daha içtenlikli olanı tercih edeceğim, Musa'cığım!, hiç bir şey dışarıdan görüldüğü gibi değil. İnsanız ve kusursuz değiliz, olamayız da, yaradılışımız bu. Hepimizin dertleri açmazları, takıntıları, aciz kaldığımız hallerimiz var. Dışı seni yakar içi beni misali herkesin kendine göre dışarıdan bilinmez ve anlaşılamaz meseleleri ve elemleri var. Bize içtenlikle anlattığın mesleğin ve hayatın hakkındaki görüşlerin çok ilginç ve  inan ki çok değerli, bu sözlerini ben özeleştiri olarak değil de bir hasbıhâl, daha çok dertleşme ve paylaşma olarak anlıyorum. Dertler acılar paylaşınca azalır, neşe ve sevinçler paylaşınca çoğalır demişler. İnsanız, bu dünya üzerindeki hayatımız, Ozan Veysel de ne güzel demiş; uzun ince bir yolda gece gündüz yürümeye benziyor. Bu yürüyüşte kâh yanımızda bizimle yürüyen, bir süre sonra başka bir yola sapıp bizi terk eden, kâh uzaktan bizi takip edip gerektiğinde kollayan ama bir süre sonra da çeşitli sebeplerle bizden uzaklaşan, iyi veya kötü niyetle olsun yolda karşılaşıp kısa süre yoldaşlık eden, önümüzdeki yolda karşımıza çıkacak engelleri görüp uyaran veya tam tersine yolumuzda engeller bariyerler, tuzaklar inşa etmeye çalışan nice nice insanlarla karşılaşıyoruz. Bizim yolumuza bunları bazen talih çıkarıyor, bazen biz davet ediyoruz, bazen de iyi niyetle döşenen cehennemin taşları gibi kendimiz kendi yolumuzu tahrip edebiliyoruz. Ne mutlu sana ki, bu hem kutsal hem de çok özverili yolunda iyi kötü bir çok yolcuya rastladın, bunların çok azından kötü muamele gördünse de çoğundan iyilikler buldun, daha da önemlisi sen o kadar çok insana faydalı oldun ki, hakkında iyi düşünmeyenler bile eminim kendilerinden utanıyorlardır. O sebeple sen bunlara hiç takılıp kendini üzme, zaten eninde sonunda bu kubbede sadece bir hoş sadâ kalacak, bu sadâ da bizden olsun erenler.. diyerek kısa ama düşündürücü, ferahlatıcı bir cevap verdi. Bu sözden masadaki diğer iki kişi çok hoşnut kaldılar ve her ikisi de kendi yollarında bu sözü doğrulayacak şekilde hoş bir sâdâ bırakma amacıyla yürümeye biraz daha kararlı oldular. Musa bey, kısa bir düşünceye dalma aralığından sonra yine bir şeyler söylemek veya Cevdet beye bir cevap vermek üzere konuştu; -Evet sevgili kardeşim, daha geniş bir açıdan bakınca her şey senin dediğin gibi. Ama benim mesleğimin dışarıdan çok rahat bir iş gibi görülmesi en büyük handikapımız, mesleğimizin zorluğunun ve  sıkıntılarımızın yorgunluklarımızın, vicdani huzursuzluklarımızın nasıl bir şey olduğunu bilseler insanlar inan ki yedi adım uzak dururlar hâlimizden ve bu meslekten. Kim, kendisinden hastalığını iyileştirip, sağlıklı bir hayata kavuşturmasını isteyen, bu amaçla neredeyse ona elinde sihirli bir değnek olan sihirbaz gibi -bir hamlede istediğini ona veriverecek bir üstün insan gibi- bakan birisine, hiç bir şey yapamadığını ve elinden bir şey gelmeyeceğini kolaylıkla söyleyebilir?. Gözünüzün içine yalvararak bakan ve sizden neredeyse mucize bekleyen bir insana veya onun yakınlarına kaçınılamaz kötü akıbetini söyleyebilmenin, veya biraz önce her türlü çabayı gösterdiğin halde hayatta tutmayı başaramadığın bir hastanın hayatını kaybettiğini dışarıda umutla bekleyen yakınlarına haber verebilmenin ne kadar zor bir şey olduğunu kim tahayyül edebilir? Bu görev ne kadar zor bir şeydir anlayabilir misiniz? Yahut da ateşler içinde kıvranan bir çocuğun hastalığının yoksulluktan, cahillikten, ne derseniz deyin ihmalden kaynaklandığını ana babasına nasıl söyleyip anlatabilirsin? Cemiyetteki her türlü maddi ve manevi yoksullukların son durağı olan hastalıklar ve ölümler karşısında bir doktor -hem de kısıtlı bilgi ve imkânlarıyla- ne kadar mücadele edebilir? Bizler bile bile yel değirmenlerine saldıran zavallı modern Don Kişot'lar gibiyiz bir bakıma. Kaybedeceğini bile bile hangi insan veya meslek adamı böyle bir mücadelenin içine girer?. Gençliğimde, yorucu eğitim zamanlarında ve insanın tüm enerjisini tüketen, ona sosyal bir hayat hakkı tanımayan Tıbbiyeli yıllarımda çok kitap, roman, edebi eser okuma fırsatım olmadı. Mesleğimde zaman ilerledikçe bir şeylerin yanlış seyrettiğini, hayallerin yerine bambaşka gerçeklerin karşıma çıktığını düşünmeye başladım. Bu halime bir türlü bir isim, teşhis koyamıyordum adeta. Ama içimde hep bir şeylerin bozuk gittiği, bir şeylere yetişememe yetememe duygusu, geceleri uyutmayan, zar zor uyuyunca da kötü rüyalar ya da anlamsız sıkıntılı durumlarla kan ter içinde uyartan hallerimi gördükçe bir şeylerin çok derinlerden beni rahatsız ettiğini hissediyordum. Tamamen tesadüf eseri bir akşam şehrin tek kitap satan kırtasiyecisine girdim ve sırf vakit öldürmek için kısıtlı sayıdaki raflardaki kitaplara boş boş bakmaya başladım. Gözüme 'Amok Koşucusu' diye fazla da kalın olmayan bir kitap ilişti. Stefan Zweig yazmış. Elim gitti, tamamen bilinçsizce aldım kitabı, galiba bir sporcunun hayatını anlatıyor, akşam yatmadan önce okurum, uykum daha kolay gelir belki diyerek satın aldım. Bir kaç gün masanın üstünde durdu kitap, sonra eve temizliğe gelen kadının her zaman yaptığı gibi ortadan kayboldu, benim de aklımdan çıktı tabi. Sonra bir akşam evde başka bir şeyi ararken bir dolabın içinde tekrar karşıma çıkınca hatırladım kitabı. O gece okumaya karar verdim, ilk sayfalardan itibaren tamamen farklı bir konu ile karşılaştım ve adeta şaşırarak bu kitabın benim halimi anlattığını hissettim. Kahramanımız da aynen benim gibi bir hekimdi ve iyileştiremediği bir hastasının onda bıraktığı, artık vicdan azabı mı diyelim, takıntı mı diyelim büyük bir ruhsal değişim içine düşüyor ve bir türlü de artık bu durumdan çıkamıyordu. Cevdet! sen daha iyi bilirsin, öyle değil mi bu tarz konuları ve bu kitabı? Neyse, kitaptaki konu bende böyle kalmış, ama bendeki şaşkınlık veya haydi bir çeşit bilinç parlaması, aydınlanma diyelim öyle bir şey oldu, kendimin de bir çeşit bu durumda olduğumu, içimdeki huzursuz edici duygunun bende devamlı içimi, ruhumu kemiren tırmalayan bir nasıl tarif edeyim bilmiyorum, elinize bir kıymık batar, önce fark etmezsiniz, ama sonra o inceden inceye kendisini hissettirir ve oradan çıkarılmadıkça sizi hep taciz etmeye, oradan ince ince sinyaller vermeye devam eder ya , işte aynen öyle bir hissin etkisi altında ruhumun sürekli muzdarip olduğunu anladım. Kendi kendime çözdüm bu kıymığı, kolayca ruhumdan çıkarıp attım diyemem tabi ki, ruhdaki kıymıklar o kadar kolay çıkarılamaz onu biliyorum, ama hiç olmazsa onun ne olduğunu ve nerede olduğunu anladım, onunla yaşamayı, bir şekilde onun ince sinyallerini duyduğumu ve onu bir çeşit sindirdiğimi gördüm ya da öyle oldum, ona aşina oldum kısacası. Belki diyorum; doktorları akşam vakitlerinde biriken ruh yüklerini boşaltmak için ancak alkolün verdiği bir çeşit hipnoz ya da unutma haline, ya da kazandıkları paranın hastalarının hastalığından ve üzüntülerinden dolayı olduğunun, onların acılarından üzüntülerinden ve yaşama karşı umutlarından dolayı, onun karşılığı olarak bu parayı sana verdikleri düşüncesiyle, bu kazancı başkalarının mutsuzluklarından sağladıklarını hissettikleri için olsa gerek, hiç değilse bu paranın çoğundan kurtulmak amacıyla kumara yöneldiklerini anladım. Tabi bu sadece benim yorumum, psikiyatrist değilim, ama insan davranışlarının da sadece bir sebepten olmadığını, olaylar karşısında hangi saiklerle hareket ettiğini belki insanın kendisinin bile hiç bir zaman bilemeyeceğini de bu kadar senelik hekimlik tecrübemle anlamış durumdayım. Belki bu açılardan başka insanların davranışlarını anlayıp, bir şekilde empati kurup onlara yardımcı olabiliyoruz, ama biz hekimlere, hele de böyle her zaman verici ve anlayışlı olmanız gereken bir mesleğe sahip olan, bu mesleğini özellikle kaygılı, mutsuz, yaralı insanlara karşı uygulayan bizlere kimler empati yapacak, yardımcı olacak? . Mum dibini ışıtmaz, terzi kendi söküğünü dikemez gibi deyimler var, bize yardımcı olacak hekimler, filozoflar, sanatçılar nerede?. Onları kitapların arasında, roman kahramanlarının hayatında, çeşitli sosyal ortamlarda mı bulacağız sadece? Neden sağlık sistemindeki eksikliklerin, yanlışlıkların, yetersizliklerin cezasını bizler, hasta ve kaygılı insanların karşısına sürülmüş azap askerleri durumunda olan biz hekimler çekiyoruz?. Üstelik bilir misiniz hekimler de birbirlerine karşı kıskanç ve acımasızdırlar. Suçlamada onlar bazen hastaları ve yakınlarını bile sollarlar. Yine de tüm sorunları çözmek işi biz hekimlere ihale edilir. Öyle ya, sen hekimsin, bu işin profesyoneli sensin, sebebini de sen düşün, çaresini de. Bu açılardan hekimler hükmeden yani hikmetle hüküm veren filozoflar gibi görülüyorlar bence. Belki de o yüzden hem sözleri dinlenir, hem de dediklerine uyulmaz, belki de uyulamaz. Çünki olmayacak şeye amin demektedir belki de bu filozof hekimler. Bak burada ince bir nüans var, doktor veya tabip demedim, 'Hekim' dedim. Hekim bunların dışında biraz bence. Onda hem iyileştirici yani şifa veren, otayan anlamında şifacı, otacı bir taraf var, ama aynı zamanda da hüküm verebilen hikmet sahibi bir taraf var. Neticede aynen filozoflar gibi, teorilerini bir bir emek ve düşünce çabasıyla kuran, ama yine de hiç bir zaman ondan emin olamayan, her zaman bitmemiş bir Gaudi Katedrali gibi bir türlü tamamlanamayan bir düşünce eseri biz hekimlerin çabası. Adeta Sisifos gibi bir türlü bitmeyen bir çaba, sürekli başa dönme hâli ve yaptığından emin olamama sonuca ve huzura kavuşamama durumu. Bu da biz hekimlerin kaderi galiba. Her neyse bu felsefi konuları fazla uzatmayalım artık, bir başka sohbetimize hepimiz bu konularda daha düşünerek ve heybemize bir şeyler daha katarak gelelim de öyle devam edelim isterseniz. Bu konuşmada umarım derdimi size dökerek sizleri de dert sahibi etmemişimdir. Haydi tekrar sevgiye, dostluğa.. dedi... O sırada da sanki kulübün kocaman mobilya radyosu bütün bunları duymuş gibi;

          ''Derdimi ummâna döktüm, âsumâna inledim

           Yâre de, ağyare de hal-i derûnum söyledim'' 

güfteli Şerif İçli'nin Hicaz şarkısını çalmaya ve bu içten nağmeleri hafiften dalga dalga ve derinden derine bu üç dostun masasına kadar göndermeye başlamıştı...









                                                    *                         *                           *




   


Yorumlar

  1. Muhabbet su gibi akıyor. Ailede bir doktor yakınınız varsa onların neler yaşadıklarını daha iyi fark edebiliyorsunuz. Hasta doktor ilişkilerinde olaysız gün ender. Hepsini katmıyorum ama işini düzgün yapan doktorlarımıza hakkımızı ödeyemeyiz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke