15- Akşam





     Akşam karanlığının iyiden iyiye çöktüğünü anladıklarında radyodaki şarkı henüz bitmişti. Kulüp, lokanta havasından meyhane ve kumarhane havasına yeni yeni giriyordu. Yeşil ve mor çuhalı masalara oyuncular ve seyirci müdavimler birikmeye başlamıştı, acar muhabirimiz her zamanki gazetecilik merakıyla etrafını gözlerken kumarcıların olduğu masalardan kendi masalarına, daha doğrusu Doktor Musa beye bakışların çoğaldığını hissetti, sanki as kumarcılar ve seyirciler adeta Afrika Savanalarında  objektiflerini tripodlarını kurmuş ve kendilerini de kamufle etmiş profesyonel vahşi hayat fotoğrafçıları gibi birazdan başlaması beklenen av ve avcı arasındaki hayat mücadelesini izlemek ve hafızalarına nakşetmek, hatta biraz da o olayı yaşamak arzusuyla sahnede yerlerini almış gibiydiler. Galiba masada eksik olan baş aktör, cebi parayla dolu olduğu farz edilen Doktordu. Oysa Doktor bu akşam tanımadıkları misafirlerle derin bir sohbete dalmış gibi gözüküyordu. Bu durumda izleyicilere düşen, aynı profesyonel fotoğrafçıların yaptığı gibi yemeğin bitmesini ve Doktorun konuklarını gönderip masaya gelmesini sabır ve ümitle beklemekti. Bu hissin farkına Doktordan önce iki konuk vardılar sanki. Ama Doktor bir türlü sohbete ve rakıya son vermiyordu. Masadakiler için yapacak tek şey sabırla beklemek, arada bir kedilerin kasap dükkanına baktıkları gibi yan masayı kollamak, kendi aralarında biraz da vakit geçirip -özellikle Doktorun dikkatini çekecek şekilde- kağıt oynama ve heyecanla sesler çıkarmak, arada bir de, yok Yahu! bu kadar da olmaz birader! gibi nidalarla ortamı kızıştırıp, merak ve hevesi üzerlerine celp etmeye çalışmaktı. Bu arada Doktor yeni bir mevzu açtı; -Cevdetciğim, biraz önce de demiştim ya ben fakirlikle büyüdüm, evimize giren para neredeyse yok veya çok azdı, babamın eve para getirdiğini neredeyse hiç görmedim. çocukluğumda bırak kağıt parayı ortası delikli bir kuruş ve ikibuçuk kuruş elime geçse bayram ederdim, gerçekten de bu paraları ancak bayramlarda ellerini öptüğüm hâli vakti bizden iyi komşu amcalar ve teyzelerden aldığımda neredeyse sevinçten havalara zıplar ve bu minik servetimi nasıl sarf edeceğimin planlarını yapardım bayram boyu, bazen elimize geçen para bayrama az bir zaman kala yaptığımız tahminlerin altında olur, nadiren de ummadığım kadar yani bir kaç lira düzeyinde olurdu. Asıl o zaman sevinçten çılgına döner, bayram yeri olarak kurulan, şimdilerin Lunaparklarının ibtidai bir örneği olan, salıncak, tahterevalli, atlıkarıncanın ilkel bir halinin taklidi olan toplam dört at veya eşekten -onlar da zaten sanata hiç yeteneği olmayan bir marangoz nasıl yapabildiyse o kadar ata veya eşeğe benzeyen- ibaret bir tahtadan düzeneğe, hatta bunlara da gerek kalmayacak şekilde, evdeki atını veya eşeğini bayram yerine getirip hem çocukları eğlendirmek, hem de -daha çok- bir kaç kuruş para kazanmak isteyen, yine kendileri de kentin en yoksul insanları olan ağızlarında hiç bitmeyen sigaraları ve bir an önce turu tamamlayıp sıradaki diğer çocuğu bindirmekten başka bir şey düşünmeyen asık suratlı yoksul giyimli arabacı amcaların yularları elinde olan yorgun ve bezgin hayvanlarına binip kısa bir tur atmak - o kısa turlar veya tahta oyuncakların üzerinde geçen zamanlar bize saatler gibi gelir, kendimizi bir kovboy veya dağlarda silahıyla dolaşan atlı bir efe gibi hissederdik o zamanlar- en büyük eğlencemiz ve para harcama zevkimizdi. Sanırım o zamanlardan kalmış bende, şimdi şu ilerideki gördüğünüz kumarbaz arkadaşlara yaptığım gibi para dağıtmak zevki. Zaten acılı insanlardan, -ki çoğu da fakirdir bunların-, aldığım paralar galiba bende bir ağır yük hissi vermiştir hep. Üstelik bilir misiniz, bence kesinlikle duymuş ve şahit de olmuşsunuzdur, hemen herkesin gözü bizim kazancımızda kalır, vay be! doktorumuz gene paraları doldurdu, deri cüzdanında ve çantasında yer kalmadı, ne kazanmakmış be! keşke biraz daha okusaymışız da biz de doktor olsaymışız! gibi sözleri herkesten işitmişsinizdir. Hatta birisine çok kızan veya parasını kaptırdığı bir kişiye hitaben (tabi arkasından) ; -İnşallah o para sana doktor parası olur, hastanelerde sürünürsün, ilaca doktora harcarsın o parayı! diye beddua eden çok kişiye şahit olmuşsunuzdur. Nedense başka bir sürü gereksiz şeylere hatta şan olsun diye harcanan paralara değil de bizim kazandığımız paralara takar kafayı bizim asil ve necip milletimiz!. Bizim mesleğin ne kadar stresli, ne kadar acılı ve üzgün insanların muhatabı olmak zorunda olduğumuz, emeğimizin karşılığı olan üç beş kuruşta da insanların gözünün kaldığı pis bir meslek olduğunu bilmez kimse, ya da görmek istemez. Her neyse, yahu sizi de ağlama duvarına çevirdim kusura bakmayın, şuraya iki laf edip hoşça vakit geçirelim diye zorla getirdim, bütün derdimi, içimde birikmiş sıkıntıları size döktüm, kusuruma bakmayın, hakkınızı helal edin.. dedi...


     Bu kısa arayı fırsat bilen Cevdet bey, delikanlımıza da göz atarak; -Aman Musacığım, o nasıl söz, hiç sıkılmadık ve bunalmadık, sen içini döküp ferahladıysan biz ancak memnun oluruz, ama ben de yeni fark ettim ki, senin mesleğinin bu kadar sıkıntılı, ruhu ve bedeni yoran ve yıpratan, üstelik de kadri kıymeti bilinmeyen bir meslek olduğunu bilmiyormuşum ve tahmin edememişim, Allah sana kolaylık, güç ve sağlık versin. Lütfen kendini de çok yorma ve daha fazla üzme, yıpratma. Artık zaman da epeyi ilerlemiş bu arada. Biz de evimize haber vermeden geldik buraya, müsaade edersen iznini isteyelim, hem beni hem de artık İstanbula dönecek olan delikanlı evladımızı evden merak ediyorlardır, sana veda edelim artık ne dersin?.. dedi..

     Doktor Musa bey biraz üzgün, biraz mütevekkil, biraz da teslimiyet içinde; -Cevdetciğim, sevgili Fahrettin, tekrar kusuruma bakmayın, inşallah daha güzel şartlarda ve uygun bir zamanda tekrar beraber olalım, bu sefer söz siz konuşacaksınız ben dinleyeceğim, şaka şaka, hep birlikte daha güzel konularda sohbetler edeceğiz, daha uzun beraber olacağız, bu akşam vaktinde sizi adeta esir aldım, bir dahaki sefere haberli, planlı programlı buluşalım, hatta burada değil sizin istediğiniz daha ferah ve güzel bir yerde, bir açık havada veya eskilerin pek sevdiği bir bağ pikniğinde, tamam mı?.. Bakın benim kumarbaz dostlar gözünü bana dikmiş bekliyorlar, birazdan yanlarına gidip şu cüzdandaki acı paralardan kurtulayım. Kalan paralar inşallah evde sabırla bekleyen sevgili ve vefalı eşim tarafından daha iyi bir işe yarar. Ben bu kadar yılda ancak sevgili karımın cüzdanımda kalan paralara el koyup yaptığı yatırımlar neyse o kadar bir servet sahibi olabildim, inanın herkesin tahmin ettiği ve haset ettiği gibi de bir servet, mal mülk sahibi olamadık, yine de Allaha bin şükür, bereket versin, geçinip gidecek ve ben babalarımın annelerimin akrabalarımın yanında yerimi aldığımda ailemi ele güne muhtaç etmeyecek kadar bir birikim sahibi oldum. Şimdi düşünüyorum da benimkisi tersten Robin Hood'çuluk bir bakıma, fakirden, hastadan alıyorum, zengine kumarbaza barmene veriyorum Hahhahhahhaaaa! diyerek tüm Kulüpte yankılanan meşhur kahkahasını patlattı..

     Doktora veda edip, onu Savanadaki arenaya bıraktıktan sonra, Kulübün kapısından, dışarda onları tanımayan bakışlarla karşılaşarak çıktıklarında, artık akşam iyiden iyiye geçmiş, gökyüzünde ufuk tarafındaki akşam kızıllığı çoktan bitmiş, yerini belli belirsiz bir alacakaranlık almıştı. Hafif bir akşam yeli yüzlerini okşadı geçti. Acar muhabirimiz, çocukluğunda önünden seyrek de olsa geçtiği, ama bugüne kadar içerisini görmediği için merak ettiği, bu esrarlı Şehir Kulübünün içindekileri ve oradaki insan manzaralarını, ibretlik sahneleri gördüğü için memnun olup olmadığına karar veremiyordu şimdi. Keşke hiç görmeseymişim diye içinden geçirdi bir an, ama artık büyüyordu galiba, babasının ölümünden sonra artık büyüdüğünü ilk kez hissetmişti sanki. Büyümek demenin de galiba hayallerin azalması, gerçeklerin insanın yüzüne birer tokat gibi, -hadi o kadar acımasız olmayalım- birer küçük fiske gibi yanağına dokunduğunu görmek daha doğrusu hissetmek demek olduğunu şimdi anlıyordu. Yan gözle Cevdet amcayı süzdü, sanki o da böyle bir ruh hali içindeydi ama arada en az otuz senelik bir mesafe var gibiydi...








                                                        *                          *                              *








Yorumlar

  1. Günümüz doktorlarının işi daha zor sanırım. Kızımın her günü bir başka olay. Bu kadar endişe içinde işine yollanan başka bir meslek erbabı var mıdır, bilmiyorum. Eskiden bu kadar değildi, doktora saygı vardı, şimdi çok densiz ve doktora terbiyesizce yaklaşan hastalar var.

    YanıtlaSil
  2. Haklısınız, eskiden doktor şimdiye göre daha çok yoruluyor, bedeni olarak daha ağır şartlarda çalışıyordu ama gördüğü anlayış ve saygı bunlara katlanmasına yardım ediyordu, ne yazık ki günümüzde anlayış ve saygıyı bırakın neredeyse düşmanca yaklaşıyor canını emanet ettiği insana çoğu kişi..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke