16- Veda

 




     Acar muhabirimiz, baba dostu ile birlikte, bir başka baba dostunun (daha çok arkadaşının) masasından kalkıp evlerine doğru yola koyulduklarında ve şehrin eni konu sakinleşmiş karanlık sokaklarında sessizce yürürlerken ve o anda gencimiz önündeki günlere, geleceğine dair düşünceler içindeyken, Cevdet bey de artık iyice kısalan gelecekteki günlerine ait beklentilerden çok sanki hâlâ geçmişte kalan günlerinin hatıralarını ve olaylarını hatırlayıp; kendince, hiç olmazsa hayâlindeki o günleri yaşamakta, daha doğrusu hasretle yâdetmekteydi. Delikanlımız; gazetecilik damarı mı desek, ya da yanındaki yaşlı adamın düşünceli halinin yüzüne ve tavırlarına yansımasını iyi gözlemleme yeteneği mi desek her ne ise, bu ruhi durumun farkına varmıştı, ama her hangi bir şekilde Cevdet beyi daldığı o mutlu mâzi zamanlarından çıkarmaya vicdanı elvermediği için, adeta ses bile çıkarmadan hatta yanında yürüdüğünü bile fark ettirmemeye çalışarak bir gölge gibi takip etmekteydi.


     Neden sonra yine Cevdet amca sessizliği bozdu; -İnsan dediğimiz mahluk, yaradılış olarak mı, yoksa yetiştirilmesi, daha doğrusu yaşadıkça, büyüdükçe etrafından bir şeyler görüp öğrenmesi esnasında kazandığı bir haslet sebebiyle midir bilemeyeceğim, galiba çevresinden destek görmeyi, hatta alkışlanmayı, kabul görmeyi, yapıp ettiklerinin beğenilip teşci edilmesini istiyor. Nasıl bir köpek veya at veya başka bir sirk hayvanı, numarasını yapınca alkış (ve yanında tabi ki sevdiği bir yiyecek) bekliyor, kendisini heyecanla takip edip başarısını ses ve vücut hareketleriyle gösteren sirk seyircisinden keyif alıyorsa, yine sirkteki atletler veya cambazlar yine alkışlardan cesaret buluyor veya yaptıkları birbirinden zor ve tehlikeli numaralardan -modern sözcüklerimizle- olumlu geri dönüşümler alıyorsa, sanırım bizler de, yani hemen hemen hepimiz, toplumumuzdan bir Bravo!, Aferin!, Yaşa! gibi veya bu anlama gelecek bakışlar ve nidalar bekliyoruz; kendimizce faydalı, topluma güzel bir katkısı olabilecek bir şeyler yapıp sergilediğimizde. ''Marifet iltifata tâbîdir'' diye bir düstur vardır bilirsin, halkımız da ''Aç ayı oynamaz'' gibi daha doğrudan ve dolaysız özetlemiştir bu durumu, Buradaki açlık, bence sadece midenin boş olması ve doldurulması ile geçecek bir durum değil bence tabi ki, insanın ruhu yukarıda söylediğim şeylere, yani kabul edilmeye, desteğe, hatta daha fazlasına aç hemen hemen her zaman. Sadece sanatçılar, politikacılar, sporcular bunları topluma daha çok hissettiriyor ama sanırım hepimizin ihtiyacı var bu açlığımızın anlaşılmasına ve giderilmesine. Doktor Musa bey kardeşim de ilkokul sıralarından itibaren hep öne çıkmaya, yüksek notlar alarak arkadaşlarının dikkatini çekmeye, çok çalışarak öğretmenlerinin gözüne girmeye çalışırdı, şimdi o günleri gözümde canlandırdığımda onu hep yıpranmış ve yamalı giysileri içinde, ama bilgisi ve çalışkanlığıyla bir çok eksiğini örtmeye çalışan bir örnek öğrenci olarak hatırlıyorum. Kimseye haset etmemiştir veya belki de bizlere hissettirmemiştir ama içinde, çok derinlerinde, hep bir üstün olmak, başarılı olup, okulda hocaları tarafından parmakla gösterilen bir öğrenci olmak istediğini hepimiz hissederdik o çocuk aklımız ve düşüncemizle. Bazı merhametsiz arkadaşlarımızın onun yoksulluğuyla alay etmesi (bunda kendilerinden daha başarılı olmasının payı vardı tabi ki) onu daha da biler, derslerde sürekli öğretmenlerinin gözünün içine bakar, sorularında parmağını kaldıran ilk o olur, neredeyse öğretmenlerini bıktıracak kadar inatla ve heyecanla öne çıkmaya çabalardı. Belki biraz da bu yüzden olsa gerek, sınıf dışında hemen hemen hiç samimi arkadaşı olmamıştı, demek ki insan bir tarafındaki yarasını iyileştirmeye çalışırken başka tarafını ihmal edebiliyor, öğretmenlerimin sevgisini ve desteğini kazanayım derken arkadaşlarından oluyor. Musa'nın da rahmetli baban ve benden başka samimi arkadaşı yoktu diyebilirim. Biz onun ne kadar temiz kalpli ve arkadaş hasreti çeken bir çocuk olduğunu bilsek de sınıfta adı İnek Şaban'a çıkmıştı onun. Ama o bu durumunu olumlu yönden kullandı kendisi açısından, daha da hırslı bir öğrenci oldu, herkesi o yönden geçti, pek arkadaşı olmadı ama her zaman başarılı ve örnek bir öğrenci olarak gösterildi hocalarınca, imtihanlarında hep en yüksek notları aldı, böyle mezun oldu ve sonunda doktor çıktı. Belki de buralara dönmeyip kariyer yapsaydı veya başka bir şehirde çalışsaydı daha mı iyi olurdu bilmem, ama o hemen memleketine dönmeyi ve çocukluk arkadaşlarından bir bakıma bu şekilde intikam almayı seçti galiba. Hiç bir peygamber kendi köyünde peygamber olmamıştır diye bir söz vardır, ki gerçek payı vardır bu sözde; insanlar nedense kendi aralarından birinin biraz ileri gitmesini, onlardan biraz daha başarılı olmasını, ortalamanın, kendi aralarındaki vasatın üzerine çıkmasını pek içlerine sindiremiyorlar. Bu da böyle kişilerin içinde bir ukde olarak kalıyor, bir bakıma ruhlarındaki o yaralanma örselenme hâli bambaşka davranış şekilleriyle tezahür ediyor, 'Sizler beni kabullenemediniz, çekemediniz, hatta hor gördünüz, ben de sizi paramla, cömertliğimle, servetimle böyle döverim işte!' dercesine mübalağalı davranışlar içine itiyor. Bu hâli aslında yine kendisine zarar veriyor, başkalarına nisbet yapacağım derken yanlış arkadaşlara, onların peşinden de alkole kumara yöneliyor evini ihmal edebiliyor, çocuklarına ayıracak zamanını çar çur etmesine, bir daha geri gelemeyecek o mesut aile hayatını görememesine yol açıyor. Amok koşucusunun ruh hali açıklamasını da kabul ederim, doğrudur da, ama öte yandan bu davranışları da başta kendisine ve ailesine, en çok da yetişme çağlarındaki çocuklarına zarar veriyor. Keşke işin bu yönünü de görebilse. Ama yine de bu karşılaşma iyi oldu, ben de arkadaşlık görevimi yeterince yapamadığımı fark ettim bu akşam, iyi bir dost kötü zamanlarda belli olur, iyi zamanlarda herkes senin yanındadır, şimdi görüyorum ki ben burada hatalı davranmışım, onun ruh halini iyi anlayamamışım, sıkıntılı ve abartılı davranışlarını fark edememişim. Hepimiz ister istemez bir hayat kavgasına giriyoruz belli yaştan sonra, o çocukluk ve sorumsuz gençlik zamanlarımız bittiğinde. Arkadaşım dışarıdan bakıldığında başarılı, çevresi dostlarıyla sarılı, mutlu görünüyordu, kazandığı paraları cömertçe harcıyor, hasretini çektiği dostları şimdi çağırmadan etrafını alıyordu, ben de biraz da o yüzden olsa gerek, o tür insanların arasına girmek istemediğimden Musa'yı yalnız bırakmışım, dost acı söyler derler, bu bakımdan bu zor ve pek de hoş karşılanmayacak görevimi yapmamışım, hatalı olduğumu yeni anladım, hoş acı sözden kimse hoşlanmaz, hayatta bedava olduğu halde kimsenin almak istemediği şey nasihat ve doğru sözdür derler, gerçekten öyleymiş, demek ki zavallı arkadaşımın hiç gerçek dostu olmamış, böyle acı gerçekleri yüzüne vurmak isteyen bir yakını çıkmamış karşısına, hoş dediğim gibi bunları yüzüne söyleseydim etkili olur muydu bilmiyorum şimdi, insan alkışa, kabul görmeye ve desteklenmeye meraklı bir mahluk, tüm canlılar gibi, Musa o kadar şakşakçı, yağcı arasında beni dinler miydi bilmiyorum, ama ben yine de yapmalıydım bunu, artık bundan sonra bu eksiğimi telafi etmeye çalışacağım, bakalım ne ölçüde başarılı olabilirim bilmiyorum, ama umarım içine girdiği bu anlamsız yarıştan çekip çıkarabilirim sevgili kardeşimi. Şurada pek zamanımız da kalmadı gibi, ama o eski hatıraların hürmetine kendime de bir görev çıktığını görüyorum bu akşamki kısa beraberliğimizden sonra.. dedi..


     Genç kahramanımız Cevdet amcanın bu biraz da özeleştiri kokan konuşmasından etkilenmekle birlikte, gençliğinin de verdiği acelecilik ve bencillik tarafı ağır bastı ve bu baba dostundan çok şey öğreneceğinin bilincinde, ama bütün bunlar için de zamanının çok kısıtlı olduğunun farkında olarak hiç değilse şu kısa yürüyüş esnasında bazı şeyleri sorup cevaplarını öğrenmek amacıyla Cevdet amcaya sordu; -Cevdet amca, İstanbul büyük bir yer, ama inanın ben şu bir kaç gün içinde İstanbul'da yıllarca geçen zamanda tanıdığımdan daha çok insanı burada tanıdım ve onlardan çok şey öğrendim. Hayata bakış açım ve olayları başka başka yönlerden anlama yeteneğim daha çok gelişti. Galiba ben orada sahici insanlarla pek karşılaşmamışım, herkes sadece kendisine yararı olacağı kadar insanlarla ilişkiye girmiş, alacağını alıp yoluna devam etmiş. Burada, bu küçücük baba memleketinde insanların davranış ve konuşmaları bana daha açık, doğal ve dolaysız geldi. Sanki karşımdaki insanın içini görecek kadar şeffaf olduğunu, bir şey dediğinde ne demek istediğini ve içinden neler geçtiğini daha iyi anladım. Babamı kaybettiğim için artık çocukluk çağımın bittiğini anlamam mı buna yol açtı, etrafı daha ciddi ve açık gözlerle incelemeye başladım ondan mı, yoksa buradaki insanların nasıl diyeyim daha içten, hatta naif, safça konuşma ve davranışları olduğundan mıdır bilmiyorum böyle bir kanıya vardım sanki.. Selam verip almak bile bir köy ekmeği kadar sıcak ve gerçek, doyurucu geliyor bana burada. Oysa büyük şehirde bunlar günlük işlerden biri gibi, anlamsız ve sıradan. Doktor amcanın içtenlikle anlattıkları, sizin yorumunuz ve bunları benim gibi daha yeni gördüğünüz birisiyle içtenlikle paylaşmanız bana çok özel geldi. Acaba herkes böyle midir burada diye düşündüm. Kimse kimseye rol yapmıyor, doğruyu, acıyı çekinmeden söylüyor, bozuk gördüğü, yanlış olduğunu düşündüğü bir şeyi çekinmeden, kızar mı, alınır mı demeden pat diye söylüyor insanlar. Belki de o yüzden daha sahici oluyor herkes ve bu da ruhlarımızı yıpratmadan, güven içinde hareket etmemizi sağlıyor. Şimdi kafamda bir çok soru oluştu, babama soramadığım bir çok soruyu acaba size sorsam bana cevaplayabilir misiniz? Acaba neden insan içinde bulunduğu durumun farkına varamıyor, ya da farkına varsa bile gereğini yapamıyor, adeta bir girdaba kapılıp içinden bir türlü çıkamadığını fark ettiği halde gereğini yapmayıp yanlış yolda gitmeye devam ediyor? Bu durumdan çıkmak yerine mesela alkole, kumara sığınmak sorunlardan bir kaçış mıdır, acıların kaynağını bulup tedavi etmek yerine uyuşturmak çözüm müdür? Bunun bilincinde olan kişi üstelik doktor da olsa neden uyuşturmayı tercih eder? Bazen tedavi imkansızdır, o zaman uyuşturmayı anlarım, acaba insanın vicdanı en tedavi olmaz bir bir derdi,  onmaz bir yarası, hatta vicdanı insanın en büyük ve en acımasız gardiyanı hatta celladı mıdır? Başka bir açıdan bakarsak, gerçekten ruhi açıdan zor durumdaki bir insana, o istemediği halde yardımcı olmaya çalışmak doğru mudur? İntihar teşebbüsünde bulunan bir kişiyi kurtardığımız zaman acaba iyilik mi yapmış yoksa sadece sonunu biraz ertelemiş mi oluruz? Pek tanımadığımız, huyunu suyunu bilmediğimiz, ama bir insan olarak yanlış yolda olduğunu gördüğümüz bir insana yaptığının doğru olmadığını söylemek üzerimize vazife midir? Tabi bir ormanda ateş yakan birini, veya aracı hızlı ve tehlikeli şekilde kullanan, kurallara uymayan bir şoförü uyarmak -etrafına ve diğer canlılara ve tabiata zarar verecekleri için- üzerimize vazifedir, ama bunun dışında insanlara günah işleme, kendine zarar verme özgürlüğü tanımak da gerekmez mi? Bütün bunların üzerinde olarak insan iğneyi başkalarına çuvaldızı da kendisine batırmalı derler, biz yaptıklarımız ettiklerimiz şeyleri hangi bilinç ve saiklerle yapıyoruz, acaba bunların farkında mıyız ve farkında isek haydi geçmişi değiştiremeyiz ama geleceği kurtarmak adına bir şeyleri neden kolayca akıl edip de yapamıyoruz? İlle de kafamızı taşa vurmamız, başta kendimiz ve çevremiz, neredeyse herkese zarar verdiğimizin farkına neden varamıyoruz? Her hayır içinde bir şer, her şer içinde de bir hayır olabilir diye bir ayet var sanırım, biz neden bunun farkına varamıyoruz, ya da iş işten geçtikten sonra anlıyoruz? Akıl tek başına yeterli midir yapıp ettiklerimizi, olan biteni anlamakta, yoksa herkese bir mentor, bir mürşit, yani yol gösterici onu tehlikelerden uzak tutacak, karşısına çıkacak belalardan haberdar edecek bir kişi mi gerekir? Kendi imkanlarımızla çıktığımız yolda gemimiz ille de kayalıklara vurmak zorunda mıdır? Akıbetimizi nasıl bilir ve düzenleyebiliriz? En önemlisi de niçin ders almak, söz dinlemek, öğüt almaktan, nasihat dinlemekten hoşlanmıyoruz? ....


     Gencimizin ağzından adeta fışkırırcasına bir çırpıda çıkan birbirinden beter ve çetrefilli soruları, onu derin bir anlayış ve hatta gülümsemeyle dinleyen Cevdet amcayı görünce, gencimiz sonunda biraz da utançtan olsa gerek kızararak sustu ve soran ve ne duyacağını merakla bekleyen bir öğrenci gibi uysal ve kuzu sessizliğinde bir ruh haline büründü...








                                              *                                *                               *






Yorumlar

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel bir bölüm. Bence insan belli bir yaşa gelene kadar iyi bir eğitim aldığı takdirde kendisine yol gösterecek başkalarına ihtiyaç hissetmez. Aklını kullanır, çevresindekilerin tecrübelerinden yararlanır ancak kimsenin müridi konumuna sokmaz kendini.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gençlerde, ya da çocukluktan henüz çıkamamışlarda kendisine bir başka insanı örnek, rehber (mentor?) olarak görme, ve hatta daha kötüsü şuursuzca bir bağlanma durumu gelişebiliyor, doğru kişiye ve dozunda olursa bence faydalı, ama eğer tam tanımadığı ve art niyetli birisine denk gelirse bu bağlılığın sonu felaket ne yazık ki. Örneklerine her gün rastlıyoruz.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

19- Öfke