18- Bağ Evi

 




     Gencimizin karanlık  ve ıssız sokaklardan evine doğru yönelmesi, bahçe kapısını aralayıp içeri girmesi ve evlerinin kapısına elini uzatmasıyla birlikte, sanki Ali Babanın sihirli sözcüğünü söylemiş gibi kapının kendiliğinden açılması bir oldu. Yarı karanlık koridorda, beden ölçülerinin son bir kaç hafta içinde daha da küçüldüğü hemen fark edilen annesinin hüzünlü gülümsemesiyle karşılaşan Fahrettin, utangaç ve özür diler bir tavırla annesine; - Anneciğim kusura bakma, bugün bir çok arkadaşıma ve cenazemizde bizlerle olan tanıdıklara veda ziyaretlerinde bulundum, sonra da baba dostu Cevdet amca ve doktor Musa bey'le karşılaştım, onlarla da kısa bir sohbetimiz oldu, onların da selam ve hürmetleri var, başsağlığı dilediler, derken işte gece bu vakit olmuş, sen de merak ettin galiba çok özür dilerim tekrar dedi. Bu açıklama içine artık veda zamanının gelmekte olduğunu da sessizce eklemiş olduğunu cümle bitince fark etti ve bundan dolayı da hafif bir rahatlama ve memnuniyet hissi duymadı da değil. Annesi de tabi ki cümlenin tamamını anlamıştı, ama böyle ayak üstü bir cevap vermeden geri durdu, kapıyı iyice açıp geri çekilerek oğlunu içeri buyur etti ve bir el işaretiyle yönlendirerek doğruca salona aldı, yemek masasının güzelce hazırlanmış ama yemeklere hiç dokunulmamış ve öylece misafirini bekler halde durduğunu görünce, delikanlımız utançla beraber derin bir vicdan azabı da duydu, ve hemen annesine karşı boynunu eğerek,-Anneciğim neden bu saate kadar beni bekledin, çok özür diliyorum, keşke haber verseymişim, bu saate kadar aç mı kaldın yoksa? dedi ve annesinin elini saygı içinde öperek kendisini affettirmeye çabaladı, annesi ise, -yok oğlum, aç kalmadım, zaten bilirsin pek iştahım yok, gün boyu da taziye için gelenlerle hep bir şeyler atıştırıp durdum, sen aç mısın? bak sana çok sevdiğin yeşil mercimekli erişte çorbası yaptım, şimdi azıcık ısıtayım, naneli tereyağı da tavada hazır bekliyor, sen üzerini değiştirip, elini yüzünü yıkayana kadar hepsi hazır olur, ben de seninle iki kaşık yerim, haydi oğlum! dedi. Gencimiz bütün bu hazırlıklar ve bekleyişler karşısında artık, aç değilim, bir şeyler yedim demeye utandı ve -Tamam anneciğim, hemen hazırlanıyorum, ellerine sağlık, mis gibi kokuyor çorba, azıcık da sarımsaklı yoğurt var mı? dedi. Annesi de gülümseyerek -olma mı? dedi. Bu eski ve şakalı lehçe ile konuşmaları aralarında hep gülümsemelere sebep olurdu o çocukken. Genç delikanlımız yaşaran gözlerini göstermemek ve ağlamamak için acele odasına koştu ve biraz uzunca süren soyunma ve temizlik safhasından sonra büyük bir iştah ve açlık havasıyla yemek masasına oturdu. Eskiden neşeli konuşmalar ve kaşık çatal seslerinin eksik olmadığı bu masada artık hüzünle karışık bir sessizlik hakimdi...


     Annesinin teklifi ve ısrarı ile iki tabak kadar saçaklı çorbadan yiyen gencimiz bir süre sonra esnemeye başladı ve yarın yapacak bazı başka işlerinin de olduğunu, annesinin de bugün ziyaretlerden ötürü çok yorgun gözüktüğünü bahane ederek yatma zamanının geldiğini annesine kibarca sezdirdi, kısa süre sonra da evin dışarıdan daha da öksüz gözüken pencerelerindeki solgun ışıklar söndü, gecenin karanlık ve mahzun yıldızlı yorganı ana oğulun üzerini şefkatle örttü...


     Bir süre dışarıdaki sessizliği ve uzaklardan gelen köpek havlamalarını, çocukluk yatağının tanıdık kokularını ve odasının karanlık ama tanıdık ortamını dinleyip hissettikten sonra gencimiz uykunun gelmekte olduğunu, bilincinin kaygan ve yosunlu bir zeminde erimekte olduğunu hissederken aniden bir düşme duygusuyla irkildi, bu refleksi tam uykuya dalarken vücudu gösterirdi nedense, o anda bilinci tekrar uyandı ve uyku hazretlerinin onun henüz bütün ışığı yanan kalelerini teker teker fethettiğini, bedeninin bütün kaslarını ve dahası hafızasını, tüm irade ve duygularını yavaş yavaş ilerleyen bir sis perdesi altında görünmez hale getirdiğini, bu yok oluşa vücudunun da istekle iştirak ettiğini, bir tür ölüm halidir diye tarif edilen uykunun, böyle güzel bir şekilde geliyorsa eğer, asıl ölümün de güzel bir şey olabileceğini, kendisinin de şu anda artık bir daha geri gelmemek üzere göçtükleri o göçmüş kediler bahçesinde bulunan tüm sevdiklerinin yanına gitmekte olduğunu, bir çeşit vuslat anı demek olan bu hâli adeta bir sevinç, derin bir tevekkül ve iştiyakla idrak ediyordu. O anda idrak denilen şey bile o kalın ve derin sis perdesinin altındaydı artık..


     Bir süre sonra bir rüya görmeye başladı gencimiz; Yine o reisicumhurun meşhur uçağında bir yurt dışı seyahatinden dönüşte, neşeli ve öforik zevatın arasındaydı. Cumhurbaşkanı geniş masasının arkasında konforlu koltuğuna gömülmüş, kendisini eğlendirmek için çeşitli şaklabanlıklar yapan, yarı saygılı ama daha çok da ölçülü bir samimiyet tesis etmeye çalışan mahut dalkavuk gazeteci ve teşrifatçının arasındaydı. Tabi ortada mevzun vücudunu cömertçe teşhir eden eski Türkiye güzeli ve manken, şimdinin yeni yandaş TV haber sunucusu, yine o kırmızı ipek (?) elbisesi içinde bir aşk kelebeği edasıyla dans edercesine dolaşıyor, onu tüm uçak yolcuları (başkana çaktırmadan (?!) içilmiş viskilerin de verdiği bir gevşeme içinde) hasret ve derin oflama ve iç çekişlerle temaşa ediyordu. Ama bu arada o da ne! bu sefer Cumhurbaşkanının özel doktoru olarak Musa bey de oradaydı. Hatta ona dönerek, Fahrettin oğlum, çaktırma! ben de buraya davet edildim, ama daha çok doktor olarak değil, yemeden ve içmeden anladığım için olsa gerek çeşnicibaşı olarak! diyerek kahkahasını patlattı. Ama nedense diğer zevat bu konuşmadan ve kahkahadan habersizdi adeta, ya da duymazdan gelmişlerdi böyle bir yere yakışmayan bu münasebetsiz cümleyi ve kaba kaçabilecek kahkahayı. Bundan daha beter bir şey daha gördü bu esnada; enişte bey de oradaydı Allah kahretsin! hem de Cumhurbaşkanının Basın ve Yayından sorumlu iletişim ve propaganda müdürü olarak!.. Bu kadar da olmaz! diye bağırdı. Tabi bu bağırışı da yine kimse duymadı. Daha da kötü bir şey gördü bu arada, geçen sefer kendisine manalı manalı bakışlar atan kırmızı elbiseli güzel sunucu bu kez eniştesine cilveli cilveli pespaye bakışlar fırlatıyordu, hatta Allah kahretsin!, bakmak ne kelime, ortalarda bir kelebek gibi dans ederken adeta bir kedi gibi munis ve tatlı bir edayla ve tesadüfen olmuş havası vererek, hafif hafif sürtüyordu ona bedeninin sivri ve yumuşak taraflarını. Enişte bey de boş durmuyordu tabi. O da fırsat buldukça kimseye çaktırmayarak veya öyle olduğunu zannederek, bu rezil hareketlere aynı adilikte karşılıklar veriyordu. Bu rezalete daha çok seyirci kalmak istemeyen gencimiz ceketinin sol iç cebinden tabancasını çıkarır gibi not defterini çekerek, kalemini de eline aldı ve kimseyi görmek ve kimseye de görünmek istemeyen bir yaralı aslan gibi kendisini uzak bir yere, koltuklar arasında bulduğu loş ve zavallı inine çekilerek defterde bulduğu boş bir sayfaya not almaya başladı. İlk satıra Felsefe nedir? diye yazdı, hemen altına İlk çağ Yunan felsefecileri neler diyordu? diye yazdı. Hemen altına Sokrates ve felsefesi neydi? diye yazdı. Bu arada yazdıkça bu yazdıklarının kendisine hiç de yabancı şeyler olmadığını sezmeye başladı. Evet evet! bu yazıları düşen uçağın enkazından kendi elleriyle bulan o değil miydi? Peki bu ne demek oluyordu o zaman? Bulduğu kağıt parçasını kendisi mi yazmıştı yani? O zaman bundan sonra ne olacaktı?. Tam bunları düşünürken birden ışıklar söndü, sadece tepelerde ve koridorda bir kaç kör ışıklı alarm lambası yanmaya başladı, o anda da uçak dengesini kaybetti yalpalamaya başladı. Derken Kaptanın heyecanlı ve telaşlı anonsu duyuldu, -Bismillahirrrahmanirrahim!, efendim uçağımızın her iki motoru da durdu ve hızla irtifa kaybetmeye başladık, hepiniz Allaha emanet olun. Dua etmekten başka yapacak bir şey yok. Hakkınızı helal edin! .. O anda uçağın içinde büyük bir vaveyla koptu. Bütün dalkavuklar ağlaşmaya başladılar, Başkan ve korumaları sapsarı kesilmişlerdi, güzel sunucu hepimiz öleceğiz! diyerek ve hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Enişte bey, sapsarı vaziyette bir koltuğa tutunmuş ve dudakları titreyerek bir şeyler mırıldanıyor, bütün duaları birbirine karıştırıp şu anda hangi tarafta olduğu belirsiz gökyüzüne doğru boca etmeye çalışıyordu. Gözleri başkanı aradı acaba ne yapıyor diye tekrardan, o da ne! biraz önce efendileri için her şeyi yapmaya amade dalkavuk şürekası bu defa Başkanı aralarına almışlar, yumruklar, ısırmalar, kafa atmalar, artık Allah ne verdiyse tepelemeye başlamışlardı, hatta aşk kelebeği manken sunucu bile o zamana kadar hiç duymadığı küfürlerle başkana saldırıyor, parlak kırmızı ve yüksek ökçeli sivri uçlu rugan pabucuyla kafa göz demeden birbiri peşi sıra tekmeleri savuruyordu. Bu kaos ortamı ve utanılası rezalet sahnesi de pek uzun sürmedi zaten. Tam büyük bir feryat, haykırış, çığlık, gürültü içinde uçak sert bir şekilde yere çarpıyordu ki.. Gencimiz nefes nefese yatağında doğruldu. Bir süre nerede olduğunu anlayamadı. Acaba uçak kazasından sağ veya ölü mü çıkmıştı? yoksa yatağında mıydı? bu karanlık ve sessiz ortam neyi anlatıyordu?. Bir süre sonra aklı başına geldi. Evet yatağında idi ve çok şükür ki bu bir rüyaydı...


     Akşam o kadar yersen olacağı budur Fahrettin efendi! dedi kendi kendisine.. Bu sefer daha memnun ve huzur içinde uzandı çocukluk yatağına ve o anda hemen her şeyi unutarak ve rüyasında bu defa daha güzel şeyler -tabi ki yalnızca, (münasebetsiz parazitler dışında) ve uçaktakilerden sadece kırmızılı güzel sunucu dahil olmak üzere mutlu şeyler- görmek umuduyla ve sahnede güzel bir oyun izlemek üzere seyirci koltuklarına gömülmüş bir heyecanlı genç hevesiyle, ılık yatağında tatlı bir uykunun kollarına attı kendisini...


     Sabah erkenden ve bu sefer daha dinç ve mutlu bir şekilde gözlerini açtığında, gece gördüğü tuhaf rüyayı düşündü acar muhabirimiz ve bu rüyanın ona mesleğini, artık nelerle uğraşması gerektiğini ve misyonunu hatırlattığına yordu. Hemen yatağından fırladı, günlük kıyafetini giydi, küçük bavulunu ve şahsi eşyalarını hazırlayarak ortalığı toparladı, tuvalet ve banyodaki işlerini bitirip güleç bir yüzle annesini yanına, mis gibi çay ve kahvaltı kokuları gelen salona yöneldi.


     -Günaydın anneciğim, nasılsın?, iyi uyudun mu? ooo! nefis bir kahvaltı, ne zaman kalktın da bunları hazırladın?, ellerine sağlık, inşallah İstanbula yanıma gelince hep böyle güzel kahvaltılar yapacağız, seni tüm İstanbulun en güzel yerlerinde gezdireceğim, üzerimdeki hakkın ödenmez ama artık hep yanımda olacaksın değil mi? dedi. Buna karşılık annesi kısaca, -İnşallah oğlum, sağol, ama burada daha yapacak çok şeyim var, sana da gelirim inşallah, buyur kahvaltımızı yapalım şimdi, dedi. Güzel ve mutlu bir kahvaltıyı ana oğul sevgi ve hoş sohbet içinde tamamladılar.


     -Anneciğim, bugün yapacak az bir işim, görecek son bir kaç kişi ve yer kaldı, ama sana söz, bu akşam erkenden geleceğim, ama lütfen bana özel bir şey yapma, beraber ne varsa yiyelim, özellikle o çorbadan kaldıysa o bana yeter. Şimdi izninle aklımdakileri yerine getireyim, hoşça kal dedi ve annesinin elini öperek (sanki son on yıl içinde hiç bu kadar çok el öpmemişti bu son bir kaç günküler dışında) dışarı attı kendisini.


     Aklında olan tek şey, ne birilerini görmek, ne birilerine veda etmek, ne de şehir içinde dolaşmaktı. Bugün kimseyi görmek istemiyordu artık. Tek istediği, çocukluğunda hemen her hafta sonunda küçük atlı arabalarıyla veya bir faytonla, daha kalabalık oldukları zamanlar da dört tekerli yaylı arabalarla günler öncesinden başlayan büyük hazırlıklar sonrası ve yanlarında bir sürü eşya ve dolu dolu sepetlerle gittikleri, şehrin yaklaşık sekiz kilometre kadar uzağında, ortasından bir küçük dereciğin kışın gürül gürül coştuğu, yaz zamanlarında ise gittikçe sakinleşip sonunda da sadece usul usul ve nazlı nazlı aktığı bir vadide saklanmış olan ıssız ve rüzgarlı bir bölgede bulunan bağlarına gitmekti. Bazen çocukluğunda ve erken gençliğinde babasının ona karne hediyesi olarak hediye ettiği bisikletiyle tek başına da giderdi oraya yazın, ve yanında götürdüğü küçük sepete bağdan birbirinden lezzetli ve sulu sarı ve kırmızı yeşil renkte ve çeşitli boyutlardaki armutları, kendilerine has ekşilikleri ve kokularıyla kayısıları, sulu ve tatlı -ama artık onlar da göçmüş olan- zerdalileri, çeşit çeşit birbirinden lezzetli üzümleri doldurup akşam sofrasına yetiştirirdi. Ama bu defa ne bisikletle, ne de bir taşıtla, sadece yürüyerek gitmek istemişti bağa. Sabah serinliği henüz geçmemişti bağa doğru giden yola çıktığında, hızlı hızlı yürüyerek, adeta şehrin gürültüsü ve insanlarından kaçarcasına, yeni yürüyen bir çocuğun kendisine kollarını açmış bekleyen annesine doğru koştuğu gibi, yüzünde hasret ve mutlu bir sılaya dönen bir insan gülümsemesiyle, gittikçe hızlanarak, yer yer koşarak bağa gitti..


     Sessizce akan dereyi, bazı su birikintilerinde neşeyle vraklayan kurbağaların onu görünce suyun karanlık ve kuytu yerlerine kaçışmalarını gülümseyerek seyrede seyrede ilerleyip sonunda bağa geldiğinde gözleri biraz yüksek bir düzlükte kalmış olan küçük bağ evini aradı. Evet orada, önündeki küçük bir düzlüğe bakan, kimsesiz öksüz bir çocuk gibi boynunu bükmüş, tepesindeki kiremitler uzun zamandır ellenip temizlenmediğinden olsa gerek kırılıp eksilmiş, sert rüzgarlar ve zorlu kışlar yüzünden sanki bakımsız bir çocuğun uzun süredir taranmamış saçları gibi karmakarışık olup düzenini kaybetmiş çatısı, kepenkleri kapalı iki penceresi uyuyan bir kimsesiz yavrunun kapalı ve yorgun gözleri gibi görünen, üzeri artık enikonu paslanmış teneke kaplı ahşap kapısı ne zamandır açılmadığı için neredeyse içeride nelerin bulunduğunu, kimleri yabancılardan koruduğunu unutmuş, içeriden dışarı çıkarılıp çalı çırpı ile doldurulup ateşlenerek nefis bir çay yapmayı bekleyen semaver, gün ışığına hasret diğer levazımatla birlikte, gelen bir ayak sesine hasret, derin ve yalnız bir uykuya dalmış, geçmiş neşeli günleri, bağırıp çağırarak oraya buraya koşan çocuk haykırışlarını, anne babaların tatlı bir telaş içinde piknik malzemelerini ve sepetlerdeki tencereler içindeki yaprak sarmaları, maydanozlu köfteleri, patatesli salataları, lop yumurtalar ve daha nice kahvaltılıkları ve günün vazgeçilmezi ana yemeği olacak olan, patlıcanlı biberli, kıymalı veya parça etli, dışı duman ve isten simsiyah, ama içi geçmişte pişirilmiş tüm yemek ve güveçlerin birer hülasası olan lezzetlerle kaplı toprak güveç ve topraktan yapılmış kapağı, semavere doldurulmak üzere yakındaki pınardan getirilmiş buz gibi dağ suyu, ve daha neler neler, hepsi derin rüyalarında bunları görüyordu sanki. Hepsinden de önce dedeleri ve ninelerinin zamanında 78 devirli taş plakların çalındığı ve Hafız Burhan, Safiye Ayla ve Münir Nurettin Selçuk un seslerini etrafa yayan elle kurmalı, çelik iğneli, boru çiçeği gibi açmış sesi uzaklara yayan borusuyla gramofon, babasının ve annesinin zamanlarında da 45 lik plakların çalındığı ve Emel Sayın, Zeki Müren, Yaşar Özel ve Mustafa Sağyaşar gibi o devrin meşhur hanende ve sazendelerinin büyük bir zevkle ve yer yer iştirak edilerek dinlendiği pikaplar ve sadece Ankara radyosunun yayınladığı devrin en çok sevilen şarkılarını ve türkülerini çalan minik pilli transistörlü radyo. Hepsi bir araya gelince de neşenin ve mutluluğun elle tutulur, gözle görülür hale gelmesi. Bu tablonun ne resmi yapılabilir, ne de anlatılabilirdi. Sadece yaşanırdı o bağda tüm gün ve akşamlara hatta gecelere kadar..


     Oysa şu anda bağ evinin önündeki küçük düzlükte sadece sessizlik ve yalnızlık hakimdi. Adeta zaman durmuş, bağ evi o mesut zamanların hayaliyle uyuklamaktaydı. Hayır, sesler duyuluyordu tabi. Ama sadece kuş sesleri, arada bir saksağan gaklamaları, arı ve sineklerin inatçı vızıltıları ve hafiften esen rüzgarın koca ceviz ağacının yapraklarında yarattığı hışırtılar.. Hepsi o kadar.. 


     Gencimizin de istediği sadece buydu zaten. O, tüm büyüklerini altındaki küçük düzlükte ağırlamış olan ceviz ağacının altına attı yılların sıla hasretiyle dolu bedenini. Uzun zamandır insan ayağı basmadığı için yaban otlarının kapladığı bu ufak düzlüğü, çeşitli ufak çiçek ve bitkilerin ve bunların aralarında telaşla dolaşan karıncaların yuvalarını ve hangi çeşit böceklerin açtığını bilemediği daha büyükçe delikleri rahatsız etmemeye, yapılarını bozmamaya çalışarak, ceviz ağacının dibinde ağacın toprağa değen kısmına dayadı yorgun ve o anda artık hiç bir şeyi düşünmek istemeyen başını ve gözlerini gökyüzüne, yaprakların arasından yer yer ona göz kırpan güneş ışığına ve bulutsuz derin maviliğe teslim etti. Şu an hiç bir şey umurunda değildi artık. Şehirdeki kimi bezgin ve yorgun, kimi etrafına hava atmaya çalışan somurtuk ve kasıntılı, kimi her şeyin farkında ama hiç bir şey yap(a)mayan, kimi acaba kimin ne yanlışını ve kötü tarafını bulup görsem de mutlu olsam diyen cin fikirli bakışlı ve kötü ruhlu ve zavallılıklarının farkında olmayan insanları şimdi çok uzaklarda kendi boş ve amaçsız savaşları ve anlamsız debelenmeleriyle baş başa bırakmıştı. Sadece tabiattan ve tüm ömürleri buralarda başlayıp sonlanan, günün getirdikleriyle meşgul ve hepsine razı, sadece içgüdüleri ve onlardan önceki ebeveynlerinden gördükleri ve yaradılışlarında kendilerine verilmiş davranışlarla hareket eden, yarını değil biraz sonra bile ne olacağını bilmeyen, ama bundan da zerre kadar mutsuzluk duymayan, belki de mutluluğun bile nasıl bir şey olduğunu bilmeyen ve düşünmeyen (bu konuda o kadar emin değildi tabi) bu canlılar, bitkiler ve ağaçlar dünyası arasında, sanki onlardan biri gibi olmaktan hoşnuttu sadece. Ceviz ağacıyla konuşmak isteği duydu birden. Önce nasıl hitap edeceğini düşündü bir süre. Sonra biraz tereddüt içinde ve kısık bir sesle şunlar döküldü ağzından gayrı ihtiyari; -Ey ceviz amca, seni dedem dikmiş buraya, aşağıdaki elmaları, armutları, üzüm omcalarını, bademleri ve başka cevizleri de dedem, babam, annem ve şimdi hepsi sizin gibi toprakla buluşmuş diğer büyüklerim dikmiş, budamış, sulamış, topraklarınızı çapalamış, ürünlerinizi toplamış, eve götürüp bazısını kış boyunca yemiş, bazılarından şarap, pekmez, pestil, sucuk, tavandaki uygun yerlere asılacak hevenkler yapmış, eğlenceli soğuk ve karlı kış gecelerindeki dost meclislerinde neşelerine katık ve ortak etmişler. Yaz boyu uzun ve sıcak günlerde gölgeniz altında toplanıp yiyip içmiş, uyumuşlar, göçmüş büyüklerini ve onlarla geçirdikleri neşeli zamanları hasretle  yâdetmişler, çoluk çocuklarına burada, bu bağ kültürü nedir onu gösterip öğretmişler, aynen burada yaşayan karıncaların, kuşların, börtü böceğin yaptığı gibi büyüklerinden gördüklerini tekrarlamışlar ve bundan da derin bir hoşnutluk duymuşlar. Şimdi artık her şeyin bittiğini hissediyorum, bu geleneği adeta bir ibadet gibi tekrarlayacak kimse kalmadı, annem yalnız kaldı, babam öldü, ben de büyük şehirlerde geleceğimin peşine düştüm, belki de bu buraya son gelişim, size gerekli bakımı sevgiyi ilgiyi gösterecek kimsemiz kalmadı gibi. Bir dahaki sefere acaba ne zaman gelirim, her şeyden önemlisi sizleri paragöz eniştemin elinden kurtarabilir miyim bilmiyorum. Sizi böyle neşesiz, bakımsız, hepsinden önemlisi sevgisiz bıraktığımız için ne olur bizi affedin. Bizsiz de pekala yaşıyorsunuz işte, belki de böyle daha huzurlusunuzdur, öyle ümidediyorum. Biz artık kendi derdimize daha doğrusu birbirimize düştük, siz şimdi o eski cıvıltıları şarkıları, kahkahaları özlüyor musunuz bilmem. Ben çok özlüyorum, ama biliyorum onların hepsi artık göçmüş kediler bahçesinde. Siz kesinlikle bunun farkındasınız biliyorum, bir ayağınız orada çünkü, ne olur, benden oralara bir selam sevgi ve mesaj ilet Ceviz amca. Ne olur oradan da bana bir haber ver, selam getir. Bak hemen şuracıkta bizi dinleyen bağ evi de onları çok özlemiş, ona da hepsine de söyle onları çok sevdiğimi, çok ama çok aradığımı, ne olursun ceviz amca, lütfen! dedi....


     O sırada bir rüzgar sesi işitildi ve cevizin dallarında bir hareketlenme oldu, yaprak hışırtıları sanki başka bir şekilde ve ritimde arttı ve bir iki tane de ceviz yaprağı, dallarından koparak, o kendilerine has benzersiz kokularıyla beraber, havada nazlı kavisler çize çize salınarak, yüzüne yumuşacık bir öpücük kondurdu öksüzümüzün. Mahzun gencimiz, gelen cevaptan son derece memnun, gözlerini kapattı ve çevreyi dinlemeye, hissetmeye bıraktı kendisini ve bilincinin uyarılarına boş verdi, o anda da derin bir uykuya daldı. Kuş sesleri, arı ve sinek vızıltıları, rüzgarın; ağaçların, dalların ve yaprakların arasından geçerken çıkardığı o benzersiz uğultular, kulağına en tatlı beste ve şarkı sesleri, en güzel ninniler gibi geldi. O anda cennetteymiş gibi hissediyordu, rüyasında kendisini geçmiş zaman bağlarında, temiz ve bakımlı o bağ evinin önünde neşeyle koşuşturan bir çocuk olarak gören bu yalnız, mahzun ve yorgun gencimiz. Kasılmış ve tedirgin bedeni çoktan gevşemiş, şimdi o, kendisini hiç bitmesini istemediği tatlı bir uykunun kucağına bırakmıştı bile....







                                                    *                          *                        *


     



   


Yorumlar

  1. Büyük bir zevkle okuyor, takip ediyorum. Özellikle uzun cümleleriniz sağlam ve anlaşılması kolay. Ender de olsa "mevzun" ve "öforik" gibi bazı güzel sözcüklere ilk kez rastladım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, eski kelimeler ne yazık ki unutulmaya mahkum müebbet zindan hükümlüleri gibi.. Onları eski muharrirlerin eserlerinde yapayalnız bırakmamak gerekir diye düşünüyorum, bir anlatım sırasında hafızamdan fırlayıp karşıma çıktıkça, aklıma geldikçe ve yerine uydukça çok severek kullanmaya çalışıyorum bir kadirbilirlik nişanesi olarak.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke