19- Öfke

 




     Bütün güzel şeyler gibi bu derin, huzurlu ve tatlı uyku da çabucak bitivermiş gibi geldi gencimize, çünkü uzaklardan kulağına, aralarında konuşarak sanki birbirlerine ciddi bir şeylerden bahseden, -ama sesler oldukça uzaktan geldiği için konunun ne olduğu da pek anlaşılamayan- iki erkeğin karşılıklı konuşmaları geldi. Üfff!.. İnsana bu dağ başında bile rahat yok yahu!. Ne kadar kaçsam yine gelip beni buluyorlar. Bana rahat bir uyku, huzurlu bir gün geçirmek haram mı acaba? Bırakın hiç olmazsa şurada biraz insanı kendi başına. Yok olmaz, burada bile gelip illa beni bulacaklar, güya onlardan kaçıyorum bu kuytu yere, ama burası neredeyse İstanbul'dan bile kalabalık sanki, evet, artık bir an önce bu şehirden kaçmanın zamanı gelmiş de geçiyor bile.


     Kendine biraz daha gelip, seslere biraz daha kulak kabartınca bu iki kişinin aşağıdan konuşa konuşa yakınına doğru geldiklerini de anladı gencimiz, ve biraz meraktan biraz da vaziyeti daha iyi anlayabilmek isteğinden olacak, gelenlere görünmemeye çalışarak ve bir asker gibi sürünerek ağacın öteki tarafına doğru kaydı. Galiba bu iki kişi bir meseleyi anlamak veya çözmek istiyorlar gibiydi, karşılıklı soru cevap tarzında kısa kısa cümleler kurduklarına ve ciddi bir mesele üzerinde duruyormuşcasına tane tane konuştuklarına bakılırsa. Biraz daha yakınlaştıklarında seslerden birinin sahibini iyice tanıdığını anladı ve o anda da büyük bir öfkeye kapıldığını, kalbinin daha sık attığını, deyim yerindeyse kanının beynine sıçradığını, neredeyse yüzüne gözüne kan pompalandığını hissetti.. Evet!, bu ses, karşısındaki adama alttan alır tavırlarla ve sanki öğretmenine bir konuyu tafsilatıyla anlatan bir öğrenci tavrıyla ve elinden geldiğince ikna edici kelimeler kullanmaya çalışan bir çabayla konuşan ses enişte beyin sesiydi. Üstelik, yolun kenarında bağın girişinde park edilmiş arabanın da neredeyse ben bir müteahhit, yap satçı bir adam arabasıyım dercesine -çünkü araba manda kasa yeşil boyalı bir Mercedesdi- arz ı endam etmiş olması, durumu en açık şekilde ortaya koyuyordu. Evet enişte bey evden sonra bağa da gözünü dikmişti besbelli. Bir an ne yapacağını düşündü acar muhabirimiz. Sonra da içinde gittikçe taşmakta olan büyük bir öfke fırtınasının de neredeyse kasırgaya dönüşmekte olduğunu hissetti, hatta eğer bu öfkeyi dizginlemeye kalkarsa neredeyse kendisini bile aşıp tehlikeli bir patlamaya yol açacağından bile korktu ve artık bu enişte beye iyi bir ders verme zamanının da geldiğine iyice kanaat ederek (zaten geceki rüyadan sonra adama iyice kin duymaya başlamıştı) yaslandığı ceviz ağacından da yardım alarak yerinde doğruldu ve sinirlerine hakim olmaya çalışarak ve  sanki tesadüfen oradan geçiyormuşcasına yavaş yavaş ortaya çıktı ve şu anda mahzun ve bakımsız haliyle daha da zavallı görünen bağ evinin karşısına kadar gelmiş ve konuşarak onu incelemekte olan ikilinin o ana kadar kendisini fark etmemesine de şaşarak -ve sevinerek- onlara büyük bir sürpriz yapmaya karar verdi.


     - Ooo kimler buradaymış? Hoş geldiniz, safalar getirdiniz beyler, merhaba! bu şehir de ne kadar küçük bir yermiş yahu! bu dağ başında karşılaşmak ne garip bir tesadüf değil mi! hangi rüzgarlar attı siz buraya acaba? Babamdan bizlere daha yeni miras kalmış bu bağ evi önünde mirasçıların ne mes'ut bir karşılaşması bu değil mi? .. dedi. İki adam da korku ve telaşla irkilmiş adeta yerlerinden zıplamış halde ve kendilerine yapılan bu -yarı alaycı- karşılama ve hitap faslı bittikten sonra bile betleri benizleri atmış bir halde, aynen gece yarısı ıssız bir toprak yolda karşısına çıkan bir arabanın farlarının gözlerini alması sonunda adeta dona kalmış bir tavşan gibi acar muhabirimize bakmaktaydılar.


     Neden sonra kendisini ilk toparlayan gene enişte bey oldu; - Fahrettinciğim! bu ne mutlu bir tesadüf, yüzünü gören cennetlik yahu! şehirde dolaştığını, arkadaşlarınla gezdiğini duydum, ama bir türlü görememiştim seni (tabi, at yarışı salonundan çıktığın ve kumar masalarından kalktığın yok ki, nereden göreceksin!) ne güzel oldu burada karşılaşmamız. Seni Hulusi ağbiyle tanıştırayım bak; çok tanınmış ve başarılı bir mütâhit ağbimiz olur kendisi, bugün tesadüfen yolda karşılaştık, o da işlerden biraz yorulup sıkılmış, biraz hava alayım diye arabasıyla dolaşmaya çıkmış, beni de yanına aldı sağolsun, gezip dolaşırken buralara kadar geldik. (yahu bu kadar da yüzsüzlük ve yalancılık olmaz, nasıl kolay yalan uydurabiliyorsun böyle, sahi sende ne buldu acaba o güzel hatun dün gece? tüh senin de onun da kalıbınıza, keşke uçak düşseydi de hepten kurtulsaydım sizlerden) buralara kadar gelmişken de Hulusi ağbiye bu bağı göstermek aklıma geldi. Malum epeydir bakımsız kaldı burası, derler ya bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur diye, çok doğruymuş, burası bağlıktan çıkmış, dağ olmuş yahu, rahmetli babam (senin değil benim babam!) son zamanlarında pek ilgilenemedi (sen bostan korkuluğu muydun?, neden ilgilenmedin?, ucunda para harcama ve zahmet çekme var, ondan değil mi?), biz de iş güç, işte zamanımız olmadı. Hulusi ağbi buraya neler yapılabilir, bu bağ evi yenilenebilir mi, yoksa sil baştan bir şeyler yapmak daha mı iyi olur, o konularda bize yardım eder belki diye aklıma geldi. Malum sen de İstanbullardasın, buraya bakıp bir şeyler yapmaya zamanın yok. Sağolsun beni de çok sever Hulusi ağbi, bir bakalım dedi, sağolsun. Çok iyi bir tesadüf oldu, sen de buradasın işte. Beraber bir fikir alış verişi yaparız. Maksat burayı tekrar o eski zamanlardaki gibi güzel bir bağ haline getirip şenlendirmek, bu konuda hepimizden daha bilgili ve tecrübeli olan (ona ne şüphe!) Hulusi ağbimiz, bakalım neler düşünüp tavsiye edecek. Değil mi Hulusi ağbi, yahu bu arada seni kayınbiraderim Fahrettin'le tanıştırmayı unuttum, Fahrettin! bak Hulusi ağbi. Çok güzel bir tesadüf oldu gerçekten. Değil mi Fahrettinciğim? dedi..  


     Fahrettin bu kadar laf kalabalığı içinde öfkesinin biraz dinmekte ve yerine daha akılcı ve sakin bir bakış açısıyla, eskilerin teenni dedikleri bir davranış ve ruh haline geri dönmekte olduğunu -memnun olarak ve kendinden de gurur duyarak- hissediyor ve bu esnada da olayı nasıl yöneteceğini düşünüyordu, bu açıdan enişte beyin alttan alır tavrı ve müteahhit Hulusi beyin de babacan hali, onları gülümseme ve anlayış içinde dinlemesi sayesinde de beyninin ücra köşelerine kadar sıçramış olan öfkeli kanın yavaş yavaş yerine dönmekte olduğunu, kızgınlıktan kudurmanın eşiğine gelmiş bulunan gencimizin yerine, soğukkanlı bir tavırla olay yerinde gerekli soruları sormaya ve cevapları almaya çalışan bir yetkin gazeteci rolünün geçmekte olduğunu hissetti. Yine de yelkenleri bu kadar çabuk indirmemesi, ama kontrolü de kaybetmemesi gerektiğini düşünerek kararlı bir sesle konuşmaya başladı.


     -Memnun oldum Hulusi bey, sizin iyi niyetiniz ve yardım etme düşüncenize inanıyor ve teşekkür ediyorum. Ama kabul edersiniz ki bu dağ başında tesadüfen karşılaşmak da normal bir şey değil, üstelik daha babamın neredeyse vücudu bile soğumamışken, Allah yattığı yerde incitmesin, mekanı cennet olsun (bu kısımda ikili derin ve içten bir amin! dediler), daha anacığım yıllardır aynı yastığa baş koyduğu sevgili eşinin yasını tutarken evin ve bağın ne olacağının derdine düşmek, bir an önce rant iştahıyla ortaya fırlamak en azından deyim yerindeyse incitici. Ayrıca sevgili enişte beyden ablamın ve minik yeğenimin hatırı olmasa pek hazetmiyorum ne yalan söyleyeyim. Çünkü söz ve davranışları bana inandırıcı gelmiyor, bir an önce eline para geçmesini isteyen biri gibi görüyorum onu, sizi tenzih ederim ama bu tavırlar hiç hoşlanmadığım şeyler. Sizi de konunun içine soktuğum için kusuruma bakmayın ama. evde annemin, ablamın ve o masum yeğenimin yanındayken onları üzerim korkusuyla sarf edemeyeceğim sözleri böyle bir tesadüfün de verdiği kızgınlıkla burada sarf ettiğim için üzgünüm, enişte bey ve sizin şunu bilmenizi isterim; artık babam yok, ama onun yerine ben buradayım ve uzakta olduğum için kimse iştahlanmasın, baba malını çar çur edecek, eniştem de olsa miras parası yedirecek, anamın ve bacımın menfaatlerini yok sayacak göz yok bende. Ne yapılacaksa haberim olacak bundan sonra, artık babam hayatta olmadığına göre tutunacak dalım kalmamış gibi sanmayın beni, benim de dayanacağım, fikrini alıp yardımlarını isteyeceğim büyüklerim ve hepsinden önemlisi gerçekleri görebilecek ve en uygun kararları alabileceğine güvenim tam olan bir aklım var. Ne yapacaksanız artık bu gerçeği göz önünde tutarak yapmanızı istiyorum.. dedi..


     O ana kadar önce merakla, sonra da destekler gibi baş hareketleriyle ve babacan bir bakışla gencimizi dinleyen Hulusi bey, bir şeyler söyleme sırasının kendisine geldiğini hissederek konuşmaya başladı. -Fahrettin bey, öncelikle sizi tanıdığıma memnun oldum, memleketimizin yetiştirip İstanbula gönderdiği parlak bir gazeteci evladımız olduğunuzu biliyor ve bundan ötürü de sevinç ve  gurur duyuyorum. Ben hepinizden büyüğüm, ben de burada size bir şeyler ifade etmek isterim, ama önce  buyurun burada ayakta dikilip durmayalım, bakın bu eski bağ evinin kapısının önünde güzel bir merdiven ve giriş kısmı var, evin kapısı kapalı içeri giremiyoruz ama hiç olmazsa şu sahanlık ve merdivene oturalım, evet, buyurun siz de ister buraya yanıma, isterseniz de şu karşıdaki ocağın yanındaki kütüğün üzerine oturun, Sami bey; (maalesef eniştenin adı da buydu) siz de gelin şuraya oturun, iki laf edip sakince ve medeni kişiler olarak vaziyeti bir konuşalım. Baştan söyleyeyim, benim bu işlere girme gibi bir niyetim ve gayretim yok ve beni tarafsız biri olarak kabul edin. Burada sadece Sami beyin değil sizin de bir ağabeyiniz olarak görün beni. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum öncelikle Fahrettin bey. Eğer zamanınız varsa önce ben de  biraz kendimden bahsedeyim ve nasıl bir insan olduğum hakkında bir fikriniz olsun amacıyla kısaca hayat hikayemi özetleyeyim. Bu sözlerden sonra Hulusi bey kısa bir ara verdi konuşmasına, belki kendi bile farkında olmadan eli ceketinin cebine gitti ve oradan parlak ve güzel bir sigara tabakası çıkardı, alışkın hareketlerle metal tabakayı açtı ve içinden bir sigara çıkarıp dudakları arasına aldı, o anda da ne yaptığını hatırladı ve önce gencimize tabakayı uzattı, gencimiz sağolun! kullanmıyorum dedi, ama beleşçi enişte uzatılan tabakadan heves ve gülümsemeyle bir tane sigara çekti, bayramda önüne şekerlik uzatılmış bir çocuk iştahıyla, Hulusi bey tabakayı yerine koyup bu sefer çakmak cebinden bir zippo çakmak çıkardı ve önce sigarasını yaktı, sonra yine aklına yeni gelmiş gibi çakmağı enişte beyin ağzındaki sigaraya doğru uzattı, enişte bey de büyük bir saygı  gösterisiyle eğilerek ve iki eliyle çakmağı rüzgardan koruyarak sigarasını ateşledi. Hulusi bey, önce sigarasından derin bir nefes çekip ciğerlerine bayram ettirdikten sonra dumanını bile zayi etmemek alışkanlığıyla olsa gerek, konuştukça ağzından dumanlar çıka çıka sözlerine başladı. -Evet delikanlı, biraz uzun olacak ama çocukluğumdan başlayalım müsade ederseniz, ben sizler gibi bir  memur çocuğu değildim, babam inşaatlarda amelelik yapa yapa bir şeyler öğrenip sonunda sıva ustası olmuş bir karadeniz çocuğu, anam ondan daha cahil bir kadıncağız, köyden alıp gelmiş babam onu usta olup da cebi biraz para görünce, ev denebilirse artık, evimizde var benimle beraber yedi çocuk, ben onların en büyüğüyüm, kendimi bildim bileli evde fakirlik ve zavallılık her yerden akıyor adeta, geçim derdi mi dersin, çocukların bakımı, hastalığı, giydirilip doyurulması derdi mı dersin, anam bütün bunların altında ezilmiş, sık sık sebepli sebepsiz ağlar durur, evde hep bir sıkıntı ve yetersizlik hali mevcut, biraz da ondan olsa gerek anam da babam da bir şeylere kızdıkça beni döverler, yaramaz kardeşlerimin gözünü korkutmak için de bu işi bir ders vazifesi gibi hakkını vere vere yaparlardı. Yine de elleri dert görmesin, ikisi de çok oldu öte aleme göçeli. Rahmet içinde yatsın, mekanları cennet olsun. (bu sefer diğer iki kişi derin bir amin! dedi). Üzerimde çok hakları vardır, yedi çocuğa bakmak, bir yerlere getirmek nedir bilemezsiniz sizler, babanızın aydan aya maaşı garanti, büyüklerden ev bağ bahçe bir şeyler de kaldıysa neredeyse kral gibisiniz bizim halimize göre. Evinize günlük gazete giriyordur, hepiniz medeni imkanlardan iyi kötü haberdarsınızdır ve faydalanıyorsunuzdur emin olun bunlar büyük şeyler, bizim hayallerimize bile girmez. Bizim evimizde her şey kısıtlıydı, bırak radyoyu, gazeteyi mecmuayı, o günü kurtarıp ertesi güne çıkmak bile büyük başarıydı bizde. İnşaatlarda çalışıp eve üç beş kuruş getiren babam, belki de yorgunluktan, yahut da o zamanların terbiye şekli böyle olduğundan, hemen hemen hiç konuşmazdı bizimle. Her şeyimizden zavallı anam sorumluydu yani. Onun da babamın da okuma yazması yok zaten, memlekette toprak olmadığı gibi arazi kavgaları ve aile içi şiddet dahil herkes birbiriyle kanlı bıçaklı onların köyünde ve o bölgede bilirsiniz o zamanlar, kimden ve neden dolayı böyledir bu işler diye düşünmeden, sebebini dahi bilmeden her sene bir kaç kişinin öte tarafa gönderildiği derin ve hiç bitmesi ümidi de olmayan bir  kan davası güdülüyor köylerinde. Babam da ne yapacak, kaçmış oradan ve buralarda tutunmaya çalışıp yetiştirmiş bizleri. Bildiği bir şey, elinden gelen bir mesleği yok, sermaye filan zaten hak getire, ne yapacak amelelikten başka. İnşaatlarda öğrendiği sıvacılık ile, kıt kanaat geçindiriyor evini. Ben belki bu yüzden, belki de dünyada başka şekil bir hayat, daha güzel imkanlar olduğunu da bilmediğimden, -hoş bilsem ne olacak ki, bilmemek daha iyi belki-, okumaya hiç hevesli olmadım. Sağolsun o zamanlar öğretmenlerimizin de eli ağırdı, ister kadın ister erkek öğretmen olsun, çocuktur, gariban evladıdır, eti budu ne ki bunların elimizde kalır sonra filan demeden en ufak bir fırsatta bizleri dayaktan geçirirler, zaten korku ve heyecandan en basit şeyi söyleyemeyen bir öğrenci veya kolay bir hesabı yapamayan bir zavallı çocuk; sanırım onlar da bu düzeni böyle görüp böyle yetiştiğinden ve ellerinde başka öğretme metodu, pedagoji şekli olmadığından olsa gerek, hemen dayakla cezalandırılacak bir mahluk olarak görünürdü. Üstelik oramız buramız morarmış halde eve gidince, ne oldu? diye soran anamız veya babamız, öğretmen dövdü deyince, iyi yapmış!, öğretmenin vurduğu yerde gül biter, kim bilir ne hayınlıklar yapmışsındır diye bir de onlardan dayak yerdik. Böyle böyle okulun dayak atmak ve dayak yemekten başka bir şey yapılmayan bir yer olduğu kanaati gelişti bende ve sonunda okuldan kaçmaya, ısrarlı dayaklara bile dayanarak artık hiç gitmemeye başladım ve bunun üzerine babam da, bu çocuk adam olmayacak, en iyisi yanımda inşaatlara götüreyim de dünyanın kaç bucak olduğunu görsün dedi ve inşaatçılık hayatım böylece tamamen benim dışımda bir üst irade tarafından verilmiş bir kararla başladı. Ustalara su ve yemek taşıma, biraz büyüyünce çekiç, keser, mala ve harç uzatma derken bir inşaat nasıl olur, aletler, malzemeler nedir, bunların hepsinden de önemlisi, işçiler ve ustalar nasıl insanlardır, para nasıl kazanılır, mal sahibi ile ve ustalarla nasıl konuşulur, nasıl hesap yapılır, nasıl devlet işleri takip edilir, işin tıkandığı yerlerde kimlere nasıl rüşvetler verilir, insanların zayıf noktaları nelerdir, yani nabza göre şerbet nasıl verilir, kısacası neticede para nedir, nasıl kazanılır hepsini öğrendim ve önce gecekondu yapmayla işe başladım sonra da yap satçı dediğiniz ve pek de dürüstlüğün, açıklığın ortalarda görülmediği bir mesleğin usta bir üyesi oldum. Çok sonraları dışarıdan ilk okulu ve ortayı da bitirip işimiz için asgari gerekli olan belgeleri de ikmal ettim. Aşağıda gördüğün mersedes bizim alameti farikamızdır ve diplomadan da önemlidir önde gelir buralarda. Kim görse bu arabaya binenin bir müteahhit olduğunu anlar ve ona göre davranır. Biz de aklımızı, tecrübemizi ve fırsatları değerlendirerek bu mesleği yaparız işte. Şimdi acaba bu adam başka bir şey bilmez mi, tek bildiği inşaat yapmak ve para kazanmak mıdır diye bir soru gelmiştir aklınıza sanırım Fahrettin bey, şimdi iyi dinle, biraz daha şaşıracağın şeyler söyleyeceğim sana. Bu arada birbiri peşi sıra içip neredeyse üçüncüsünü bitirdiği sigarasının izmaritini ayağının altında ezerek konuşmasını sürdürdü.


     -Cebimiz biraz para görünce ve artık memur, idareci takımıyla dostluğumuz başlayınca ortamlarda bazı şeylerin eksikliğini görmeye, bunları telafi etme gereği duymaya başladım. Bunda, bu gibi kişilerle yaptığımız sohbetlerde bazı konularda fransız kaldığımı hissederek duyduğum eziklik ve yetersizlik hissi de rol oynamıştır kesinlikle. Artık işlerimin yoğunluğundan fırsat buldukça bir şeyler, özellikle merak sardırdığım kendi tarihimizle ilgili eserler okuma alışkanlığı başladı bende. Neden memleketimiz hep ileri medeniyetler dışında kalıyor ve biz hep onlardan öğreniyorduk her şeyi?, onların verdiği kadarına razı mı olmalıydık, yoksa biz de bir şeyler yapıp ortaya çıkaramaz mıydık?. Bizim onlardan neyimiz eksikti de böyle geri kalıyorduk?. Bunların cevaplarını araştırmaya. bu konulara kafa yormaya çalışıyordum hep. Bu arada memlekette sol ve sağ akımlar da iyice belirginleşmiş, hatta artık fikir tartışmasının gereksiz olduğuna ve eyleme geçme zamanının geldiğine karar vermiş, aynen zamanında babamın memleketinde olduğu gibi, fikrini veya davranışlarını beğenmedikleri insanları yok etmeye, karşılıklı kan davası gütmeye, mahalleleri hatta şehirleri, bölgeleri ele geçirip ''kurtarmaya'', sadece kendi bildikleri doğru olduğu için karşı çıkan herkesi amansız birer düşman gibi görmeye başlamışlardı. Hatta kendi işçilerim arasında bile, -özellikle doğudan gelenler ile ötekiler arasında olmak üzere- çeşitli fikir çatışmaları, hatta birbirlerine keserle kazmayla saldırmalar bile başlamıştı. İnsanları böyle birbirini yok etmeye sevk eden şey neydi? hangi fikirlerdi?. Sorduğumda doğru dürüst cevap alamıyordum, aynen ilkokuldaki çocuklar gibiydiler hepsi, ben de beni döven o öğretmenlerin yerine geçmiştim sanki. Onlar gibi dayağa mı sarılacaktım ben de?. Yoksa bu olan bitenin ne olduğunu anlamaya, işin kökeninde neler var, temel fikirler nedir, neler yapılabilir, onları mı araştırıp gereğini düşünmeliydim?. Solcu geçinen işçiler iyi konuşuyor, ağızları iyi laf yapıyordu. Sık sık özgürlük, kardeşlik, eşitlik gibi şeylerden dem vuruyorlar, buna karşı sağcıyım milliyetçiyim diyenler pek de cevap verecek bir şey bulamadıklarından olsa gerek, işi yumruğa hatta öldürmeye kadar götürüyorlardı. Ana sloganın Fransız ihtilalinin meşhur klişesi olduğunu öğrendim sonra. Evet Hürriyet, ne güzel bir sözdü. Kız çocuklarına veriyordu bu ismi bir çok insan, eşitlik, kardeşlik de öyle. Ama ben gerçekte bunların içi boş birer kavram olduğunu, hep sözde kaldığını, kimsenin bu lafların anlamının ve amacının ne olduğunu bilmediğini, daha doğrusu bunların çok renkli ama sadece hayal ve parola gibi söylenen tekrar edilen  birer slogandan ibaret olduğunu, ama bu sloganların ta o Fransız ihtilali zamanından beri kim bilir kaç milyon insanı ölüme seve seve gönderdiğini, kardeşlik diye diye insanların öz kardeşlerini yok ettiğini, üstelik Habil, Kabil den bu yana bunun aynen böyle sürmekte olduğunu, Hürriyet, Adalet denen şeylerin sadece birer insan veya mahalle ismi olduğunu, o mahallelerde oturan bir çok insanın bile bunların anlamını düşünmediğini, veya herkesin işine geldiği gibi düşündüğünü gördüm üzülerek. Sonra sosyalizm denen şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım, bu konuda yazılan o kadar çok eser vardı ve ben bunların en temel olanlarını bile okuyacak ve anlayacak kapasitede değildim ki sadece kulaktan dolma ve çok bahsedilen şeylerden okuyarak anlamaya çalıştım ne olduğunu. Sosyalist denen kişileri inceledim, çoğu tahsilli, filozof, yani teoride kuvvetli kişiler, sözleri çok güzel ama iş uygulamaya gelince her şey birbirine giriyor. Ama bir şeyi anlamıştım; bu sözü edilen kişiler  idareyi ele geçirip lider olunca önce kendi yandaşlarını yok ediyorlar, hatta hızlarını alamayıp temizliğe giriştikleri kendilerini yetiştiren öz toplumlarını bile gözlerini kırpmadan yok edebiliyorlardı. Sovyet, Çin, ve irili ufaklı bunların yavrusu olan ve adlarının başında sosyalist yazan bir çok yönetimde olan biteni gazetelerden, romanlardan. hatıratlardan okudukça tüylerim diken diken oluyordu. Peki bunlarla ölümüne mücadele ettiğini söyleyen kimisi faşist, kimisi nasyonal sosyalist, hatta çoğu milliyetçi ve muhafazakar olduğunu söyleyen yönetimler ne yapıyordu, bunlar öncekilerden daha mı masumdu?. Ne gezer. Okuduğum tarih kitapları, padişahlık devrindekiler olsun, meşrutiyetçi olsun, nasyonal sosyalist veya milliyetçi muhafazakar olsun fark etmiyor, bir ülkünün peşinde koşan kişiler, ister istemez kendisi gibi olmayan kişilere ve başka milletlere düşman olarak bakıyor, zaten her halükarda sonunda isteyerek veya istemeyerek bir birinin boğazına sarılarak milletlerin ve insanlığın hazin hikayelerini ortaya çıkarıyorlardı. Sonunda kendi aklım ve düşüncelerime göre şöyle bir kanaate vardım;(yeni bir sigara tellendirip uzun bir dumanı bağ evinin yıpranmış çatısına doğru üfledikten sonra) bütün bu kavramların keyfi ve muğlak olduğunu, bu yüzden de tehlikeli ve zararlı olduğunu, bunların sihrine kapılmanın çok kolay ve sonuçların da ölümcül olduğunu, insan dediğimiz mahlukun zaaflar ve hırslarla, ihtirasla yüklü ve aynı zamanda çok da cahil olduğunu, bir hadise karşısında ne gibi bir cevap vereceğinin hemen hemen kestirilemez olduğunu -tabi ki bunları genel olarak söylüyorum, istisna insanlar hep vardır, ama ya fark edilmezler, ya da çevrelerindekiler tarafından kaale alınmazlar- gerçek ve her yerde geçerli olan bir şey varsa o da kapitalizm denen -ve dudak bükülen- bir kelimenin ve bunun ifade ettiklerinin olduğunu, hemen her şeyi bu hakir görülen kavramın izah edebileceğini anladım. Evet kapitalizm, insanın tüm davranışlarını ve hırslarını tatmin eden, insana uyan ve onu anlayan bir sistemdir. Şimdi bu sözlerimden dolayı büyük bir hayal kırıklığı hissettiğinizi fark ediyorum, ama size soruyorum; haksız mıyım? Şu anda tüm insanlar arasında dolaş, kutup bölgesinden, balta girmemiş ormanlara kadar git, hatta küçük bir çocuğa bile göster, on doları kim tanımaz ve ne anlama geldiğini bilmez?. Çoğu insan bu dolar denen kağıt parçası veya altın denen parlak  maden karşısında lâl olmuş bülbüle döner, nefesi kesilir. Şu aşağıda gördüğün oldukça sıradan dört tekerli külüstür araba insanlara neyi ifade ediyor?. Şu çıkardığım zippo çakmak neyi anlatır.? Hepsi kapitalizm denen şeyin ürünüdür ve bu sistem de sosyalizm gibi sonradan ona alternatif olarak ortaya çıkarılmış bir şey değildir. Tarih yazılmaya başladığından beri vardır bu kapitalizm. Kabili kardeşini öldürmeye sevk eden hırs bile bunun sonucudur. Kapitalizmde paylaşma yoktur, hepsi benim olacak, her şey benim hakkım demek vardır. Özgürlük, eşitlik kardeşlik belki bunlara karşı çıkmak için filozoflar tarafından uydurulmuş şeylerdir, belki bu ideallerle dünyada bir cennete ulaşılabileceği hayal edilmiştir, ama kapitalizm bunların da hakkından kolaylıkla gelmiştir. Tarihi tetkik ederseniz görürsünüz ki, bütün medeniyetler başka toplulukları ve zenginlikleri yağmalayan paralı askerler ve onları sevk ve idare eden büyük sermayedarlar ve onların organizasyonlarınca kurulmuştur. En etkili silahları en iyi parayı alan ustalar yapmıştır, en güzel sarayları, en parlak ve göz alıcı eserleri, artık aklınıza ne geliyorsa en çekici şeyleri para ile en iyi sanatçılara ve ustalara yaptırabilirsiniz. Müzelerde gördüğümüz, hayranlıkla seyrettiğimiz bütün eski eserler, büyük yapılar, en çekici sanat eserleri, saraylar binalar vesaire vesaire, her şey zengin yani kapitalist insanlar tarafından yaptırılmıştır. Sosyalizm bu insanların acımasızlığına karşı çıktı, hayallerde sahte bir cennet kurdu, ama uygulamaları sonucunda kendi toplumlarını bile tatmin edemedi. Komünizm gelince sanat, edebiyat, mimari hatta bilim bile durdu, geriledi, neden acaba?, çünkü insanların çok kazanma ve sahip olma hırslarını yok saydı marifetin iltifata yani kısaca para ile alınıp verilen şeylere tabi olduğunu önemsemedi. Sovyetler dağılınca ne oldu, bizim karadenizi yüz dolar karşılığında vücudunu satan manken gibi kadınlar istila etti. Ortada ne namus ne din kaldı, yeşil renkli dolar karşısında elde edilen şeylerin önünde cübbeli şeyhler, dindar görünen kişiler dahil kimse duramadı. İşte ben de bu yüzden diyorum ki bugünün, hatta geçmişten beri her zamanın gerçek düsturları; özgürlük eşitlik kardeşlik değil, çünki bunlar hiç bir zaman gerçekte olmamıştır -ne yazık ki-, asıl Sermaye (yani akıl beceri, mal mülk, para, altın, mücevher vs), Girişimcilik ruhu ve rekabettir. Mesela ben ne yapıyorum, sermayem olan aklımı, haydi ayıp olmasın kurnazlık demeyelim de zeka diyelim zekâmı ve müteşebbislik yani girişim becerimi ve kazanma hırsımı ve heyecanımı kullanıp, fırsatları değerlendirip, bu konuda benimle yarışa giren rakiplerimle de savaşarak bir iş alıyorum ve hırs ve yeteneklerini keşfedip onları iyi kanalize ettiğim elemanlarımla -ki bunlar da sermayeme dahil olan, bir bakıma alınıp satılabilen, emeklerini pazarlayan insanlardır- bir eser ortaya çıkarıp bunu insanların beğeni ve sahip olma hırslarının karşısına çıkarıyorum ve bu çabalarımın sonunda da kendi ekmeğimi ve hayatımı kazanıyorum. Siz okumuş ve çocukluğunda da pek de sıkıntı çekmemiş, bizler gibi hayatın ve öğretmeninin, ana babasının ve gücü yeten herkesin sillesini yememiş olan kesim bizlere Mütayit!, fırsatçı asalak, ahlaksız sermayedar gibi aşağılayan söz ve gözlerle baksa da biz, Çetin Altan'ın deyişiyle boğanın boynuzlarını tutup onu yıkmaya çalışan hayatın içinde bulunan gerçek mücadeleci insanlarız. Belki teorik bilgilerden yoksunuz, ağzımız pek laf yapamaz, ama bizi hayat denen okul yetiştirdi, hem de döve döve, kafamıza vura vura. Bu yolda çoğumuz elendik, ufalandık, harcandık, ama bir kısmımız artık talih mi diyelim, konjonktür nü diyelim, beceri mi diyelim kendimizi eleğin üstünde tutmaya muvaffak olduk, başka hırs ve becerileri de yanımıza alarak sermayemize katarak büyümeye güç toplamaya başladık, sonunda iş adamı, sermayedar olduk, solcular ve enteller tarafından küçümsenen, aşağı görülen birer burjuva kapitalisti olduk yani. Bir amele çocuğunu müteahhit yapan ne gördüğü eğitim, ne aldığı devlet veya başkasının yardımı, ne de başka kişiler, sadece bu kapitalist düzen. Hatta bizim gibi kapitalistler içinde daha büyüyen ve kafası daha iyi çalışıp fırsatları daha iyi değerlendirenleri şu an dünyaya hükmeden şirketleri kurdular, sermayedar kişi her zaman kendi menfaatlerini kollar, şartlar uygun değilse onları zorlar hatta yaratır. İşte kapitalizm denen şey bu kadar gerçek ve güçlü bir şeydir gençler. Bunun felsefesini, teorisini ve nasıl çalıştığını da, sistemi anlamaya ve kanunlarını vâz etmeye çalışan bilim adamları daha iyi bilir ve anlatır, ama kapitalizm bence halen tüm dünyayı yöneten tek sistemdir. Kendisini yok etmeye çalışan tüm akımları yenmeyi de başarmıştır bugüne kadar, ama bu nereye kadar gidecektir, sonu var mıdır, onu bilemem, o da siz okuyup yazan gençlerimizin, fütüristlerin, bilim ve felsefe insanlarının, tüm insanlığın meselesidir. Benim kısa hayat hikayem ve tecrübelerimden çıkardığım netice ve görüşlerim ve kendimi izah edişim bundan ibarettir Fahrettin bey, biraz uzun sürdü konuşmam ama bilmem yeterince ve açıklıkla anlatabildim mi kendimi ve görüşlerimi dedi...





                                                 *                        *                     *




    


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda