20- Sağ/Sol

 



     Enişte beyi bilemeyiz ama müteahhit Hulusi beyin konuşmalarını ve hayat ile dünya hakkındaki görüşlerini büyük bir şaşkınlık ve ilgiyle dinleyen acar muhabirimiz hayret içinde düşünüyordu. Acaba bu şehirde daha karşılaşacağı başka bir sürpriz, başka bir ilginç kişi kalmış mıydı? Biraz önce kızgınlık içinde ve cahil, hatta fırsatçı kurnaz bir kişi gibi baktığı bu adam, şimdi gözünde adeta bir dağ başı filozofu gibi bir seviyeye çıkmıştı sanki. Hulusi beyin tabakasına elini atıp yeni bir sigara çıkarması ve iç cebinde Zippo çakmağını araması sırasında ortaya çıkan kısa bir sessizlik süresi içinde gazetecilik merakının da dürtmesiyle bu ilginç adama bir kaç soru sormak istedi;


     -Hulusi bey, bana hayat hikayenizi anlatmaktaki maksadınızı anladığımı sanıyorum, gördüğüm kadarıyla hayatınızı adeta tırnaklarınızla kazıyarak geldiğiniz seviyeyi kendiniz ellerinizle inşa etmiş, statünüzü kendi gücünüzle kazanmışsınız, gerçekten takdire şayan bir hikaye, ama benim merak ettiğim bir şey var, siz tamamen cahil bir ana babanın neredeyse kösteklemesine rağmen bu duruma gelmişsiniz, bu benim düşünceme göre neredeyse imkansız bir durum, bence milyonda bir ihtimal sizin bu aşamaya gelmeniz, yanlış anlamayın ama cahilliğin ve yoksulluğun kol gezdiği bir ortamda ve üstelik sizin de önünüzde hemen hemen hiç bir güzel örnek olmamasına ve bir elinizden tutan kişi de bulunmamasına rağmen, nasıl patron olabildiniz ve normalde emekçi bir ailenin çocuğu olarak daha sol hatta devrimci bir görüşle hareket etmeniz gerekirken siz nasıl bir kapitalizm taraftarı bir kişi olabildiniz. Benim bu durumu aklım almıyor doğrusu. dedi..


     Hulusi bey anlayışlı ve babacan bir gülümsemeyle dinlediği genci önce bir süre süzdü ve sonra sigarasından yine derin bir nefes çekip dumanını vapur bacası gibi savurarak konuşmaya başladı.


     -Fahrettin bey, işte benim anlatmak istediğim ve bu memleketin temel çelişkisi olarak gördüğüm şeyi siz bu sorunuzla çok güzel açtınız. Evet, sanırım Profesör İdris Küçükömer ismini duymuşsunuzdur, biraz önce bahsetmiştim ya memleketimizin siyasi ve iktisadi tarihiyle ilgili bir kaç yayın ve bildirileri okumuşluğum vardır, bu yayınlardan en çok İdris hocanın tezi beni ilgilendirdi ve yakınlık duydum fikirlerine. Siz de bilirsiniz ki (acar muhabirimiz ne yazık ki bu ismi duyar gibi olmuş ama neyi anlattığıyla pek de ilgilenmemişti, o yüzden biraz utanarak ama daha da ilgiyle dinlemeye devam etti bu çarıklı erkânıharp komutanını) İdris hoca,Türkiye'de sağ ve sol kavramlarının dünyadakinden farklı olduğunu, kendisini solcu olarak tanımlayan CHP nin aslında sağ bir parti olduğunu, dolayısıyla da kendisini sağcı olarak gösteren Demokrat Parti ve onun devamı olduğunu ifade eden partilerin en azından CHP ye göre daha solda olduğunu iddia etmiş ve hem akademik çevrelerce hem de hemen hemen tüm siyasilerce adeta afaroz edilmiştir. Ben de kendimi sağcı ve kapitalist olarak tanıtsam da aslında kalbim soldadır. Derler ya, gençliğinde solcu olmayanın kalbinden, gençlik çağı bitip de orta yaşa geldikten sonra da, haydi sağcı demeyelim, solcu olmaya devam edenin de aklından şüphe etmeli derler, işte ben de bu düsturu takip ediyorum. Şaka bir yana, sosyalizm; anlatıldığı zaman kulağa hoş gelen, ama dünyadaki uygulamasına bakınca, iddia ettiği toplumsal mutluluğu bir türlü gerçekleştiremeyen bir ideoloji, daha doğrusu ütopik bir düşünce olarak yaşamaya devam etmektedir. Dünyada neredeyse kendisini sosyalist olarak tanımlayan ülke sayısı kadar da sosyalizm uygulaması var desek yeridir. Sosyalizm hakkında kütüphaneler dolusu kitap yazılmıştır, komünizmin sosyalizmin son aşaması olduğu, dolayısıyla daha dünyada uygulamaya geçilemediğinden falan bahsedilmiştir ama bilim insanları, iktisatçılar bile bu ideoloji hakkında bir uzlaşıya varamamışlar bence. Kapitalizme gelince, bana göre insanın doğasına, hayatın işleyişine tamamen uyumlu olan bu ideoloji hakkında yazılan kitap sayısı sosyalizm için yazılanların onda birini bile bulmaz. Buna karşı neredeyse bütün dünya kapitalizmin kurallarına göre idare edilir, her yerde, hatta sosyalist ülkelerde bile ekonomi, bankalar, faizler, fiyatlar vesair aklınıza hangi kavramlar geliyorsa hepsi kapitalizmin kavramlarıdır. Çünki dinler ve dinlerin tesis etmeye çalıştığı sistemler olsun, komünist veya sosyalist sistemler olsun, hemen hemen aynı şeyleri hedeflemektedir ve tamamen ütopyada kalmaya mahkum, dolayısıyla da insan tabiatına ve dünyanın gidişine uymayan fikirlerdir. Evet dinlerin de ben bu dünyada gerçekleşemeyecek, dolayısıyla ancak ahirette tesis edilebilecek düzenleri hedeflediğini düşünüyorum. Kendisini dinlerin veya sosyalizm gibi ütopik düşüncelerin etkisine kaptırmış insanlara bakın, hemen hemen hepsi sonunda toplumları tarafından dışlanmış, meczup veya hayalperest bir insan muamelesi ile karşılaşmış, veya bizzat kendileri, ideallerinin gerçekleş(e)meyeceğini görerek hayata ve topluma küsüp inzivaya çekilmiş, sevgili kitapları veya eğer kendisi gibi bir kaç kişiyi daha bulabilmişse onlarla beraber küçük bir komünde çevresine kapalı bir grup veya tarikat, cemaat vs benzeri oluşumlar içinde yaşamaya çalışan insanlar haline gelmişlerdir. Hakkını yemeyelim dinler, kapitalizmin mağdur ettiği kişileri, yani toplumdaki gidişe uyum sağlayamayan kişileri, bedensel veya zihinsel açıdan geri kalmışları, kısacası ezilmiş ve mağdur olmuşları koruyup kollamayı, servetinin bir kısmını paylaşmayı, yakınlara ve komşulara bakmayı, hırslarını kontrol edip aşırıya kaçmamayı Allahın bir emri olarak inananlarına vâzetmektedir, ama neticede bu da kapitalizmin -daha doğrusu vahşi kapitalizm denen en ileri ve serbest kalmış, kontrolden çıkmış kapitalizmin- mağdur ettiklerine el uzatmaya, toplumsal çatışmaları önlemeye ve acıları bir nebze olsun dindirmeye yaramaktadır. İşin garibi ve komik tarafı da dinler, belki de bunun sonucunda önerdikleriyle kapitalizmin ömrünü uzatmaya -istemediği halde- yardımcı olmaktadır. Belki de sosyalizm dinlere bu yüzden karşı çıkmaktadır, insanların bilinçlenmesini önlediğine, onların kadere ve haline razı ve pasif halde kalmalarına sebep olduğuna inanmaktadır, biraz gerçeklik payı da vardır bunda ama daha derin bakılırsa dinlerin, ''Sana tokat atana öteki yüzünü çevir'' diyen İsa'nın bununla neyi anlatmak istediği tam da belli olmuyorsa da, özellikle İslâmın haksızlıkla, sömürüyle, zulümle, ve benzeri insanlığa sığmayan davranışlarla mücadele öneren söylemleri sosyalizmin amaçlarına daha yakın durmaktadır. Belki de o yüzden İdris hoca bu memlekette sağcı diye bellenen ve dine, daha doğrusu islama dayanan kitlelerin aslında sağcı değil solcu olduklarını, buna karşılık bilime ve gelişmeye inanan bu yüzden de halka rağmen halkçılık diye özetlenen Kemalizmin -bu konuda da konsensüs sağlanamamıştır tabi ki- aslında solcu değil, tutucu ve dayatıcı, yani sağcı karakterde olduğunu iddia etmektedir. Bütün bu sözlerden sonra benim sağcı mı yoksa solcu mu olduğum hakkında bir fikriniz oluşabildi mi acaba Fahrettin bey? diye biraz istihza ile bir karşı soru yöneltti acar muhabirimize.


     Çattık belaya! diye düşündü gencimiz. Dalga geçmeye, 'mütayit' diye küçümsemeye hazırlanırken, fırsatçı bezirgân, küçük burjuva gibi aşağılayıcı kelimelerden hangisi bu adama uyar diye düşünürken, bu adam şimdi onu sorguya çekiyordu neredeyse. İstanbul'da bile bu kadar değişik ve orijinal fikirli, nerdeyse kır filozofu denebilecek bir adama rast gelmemişti. Daha doğrusu, fakültede hocaları ne dediyse onları doğru bellemiş, sınavda neleri sorarlar deyip ona göre hazırlanmış, zihnini hiç yormadan, hazır haplar gibi önüne konan cümle ve paragraf topluluklarını adeta bir papağan gibi ezberleyerek ve sınavları da oldukça yüksek notlarla geçerek diplomayı almış, şansı yaver gidip de eski tüfek solcu, ama şimdi anladığı kadarıyla sapına kadar tutucu ve bildiğinden şaşmayan, kendinden ve fikirlerinden son derece emin Sacit Sami beyin yanında işe girince de artık her şeyin tamam olduğuna emin olarak gastecilik mesleğinde ilerlemeye başladığına inanmıştı. Şimdi ne olmuştu peki? dağın başında karşısına sağcı mı solcu mu, kapitalist mi yoksa küçük burjuva mı, ne karın ağrısı olduğu belirsiz yarı cahil (!) bir adam çıkmış, bütün bildiklerinin, daha doğrusu bildiğini sandıklarının düzmece, hatta içi boş birer kavram olduğunu gösterivermişti.


     Neyse, yine imdada Hulusi bey yetişti. Saatine bakarak, -ve biraz önce söylediklerini de sanki unutmuşcasına-,  Ooo! öğle paydos saati geçmiş, gidip bizim dalgacı işçilere bir göz atmanın, Forsacılara birer kamçı şaklatmanın vakti gelmiş, kızı kendi hâline bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır demişler, bizim kalfaları ustaları da boş bırakmaya gelmez, ya kavga çıkarırlar ya işi yanlış yaparlar, elleri işte gözleri oynaşta misali yaptıkları işler hemen tavsar, gidip bir görünelim bakalım şunlara. Haydi Sami, Buyurun Hulusi bey, dönelim şehre, bu kadar laga luga yeter değil mi? dedi. Bu sözdeki laubaliliğe ve hafif alaycılığa içten içe kızan delikanlımız da kızdığını belli etmemeye çalışarak, -Teşekkür ederim, siz buyurun gidin, ben biraz daha burada kalacağım, sizin gözünüzde bir harabe, istikbalde bir villa veya kâşane arazisi olan bu harap bağ, benim gözümde her bir ağacı, her bir taşı ayrı bir hatıra olan değil parayla, hiç bir şeyle değişmeyeceğim bir eski zaman bahçesi, o yüzden biraz daha burada kendimle ve hatıralarımla baş başa kalmayı tercih ederim, şehre yürüyerek dönmeyi istiyorum, size uğurlar olsun! dedi.


     Hulusi bey ve yanında sessizce dikilen sümsük enişte diyecek başka bir şey bulamadılar, ama yine de ellerini uzattılar ve gencimiz de uzatılan elleri neredeyse ezercesine sıkarak kararlılık ve güçlülük mesajı vermeye çalıştı. Ama yılların kurdu bu jesti pek yemedi tabi ki. Enişte beyin ne düşündüğü ise zaten gencimizin umurunda değildi...





                                                   *                        *                           *




Yorumlar

  1. Dağ başı filozofu :)))) Bu memlekette tüm aydınlar halkı eğitmek için çalışırken, halk aslında cahil ve mutlu, bir köşede rahat bırakılsa çok daha müteşekkir olacak gibi bir haldedir değil mi? Bu çelişki de memleketimize özgü bir tuhaflık... Belki sorun bu "eğitme" eyleminin üstten alta bakarak yapılıyor olmasında. Almanya'ya geldim geleli tüm Almanların yabancıları bu şekilde "eğitme"yi kendilerine görev edindiklerine şahit oluyor ve gerçekten sinirlenip eğitileceğim varsa bile eğitilmemek için inat ediyorum. Sanırım köylümüzdeki de bu tür bir psikoloji. Keşke eğitmek yerine önce anlamaya çalışsak... Çünkü kim üst kim alt bazen belli olmayabiliyor...
    Sağ sol konusunda ise, her iki uç da aynı gibi gelmiştir bana hep.. Fanatiklik ister milliyetçilik ister dincilik ister kapitalcilik ister kömüncülük ister tam liberal ve liberterciliğin fanatikliği olsun, hakikaten hepsi kafa yapısı olarak tamamen aynı gibi. Damarımı kessen Atatürk akar'cılarla Tayyib bizim için peygamber gibidir'ciler ya da osmanlı tuğralarını arabalarının camına nakşedenlerle bu arabada prenses var yavaş git'çiler çok da farklı değil sanki... :))) Herkes birine bir ideolojiye ölümüne bağlanmış yaşıyorsa, o ülke hızla batar... Batıyoruz da. Bakalım nereye kadar batacağız onu merak etmeye başladım ben...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, aynen ben de dayatmacı eğitmecilere gıcık kapıyorum, kendilerini ilerici olarak kabul edip, geri kalmış, cahil vs gibi sıfatlarla damgaladıkları insanları öküz güder gibi nodullayan çoban heveslilerini görünce insanın gerici olacağı geliyor :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke