21- Örtmenim !

 



     Hulusi bey ve sümsük enişteyi biraz kaba da olsa uğurladıktan sonra, acar muhabirimiz bağda biraz daha oyalandı ve dönüş vaktinin geldiğini düşünerek toprak bağ yoluna doğru yürüdü, ama bu defa geldiği yola doğru değil de biraz daha ilerilere, bağlık arazinin daha içlerine, ortadan sessizce akan küçük derenin kaynağına doğru yürümeyi, oralarda çocukluğunda ailecek yaptıkları çevreyi tanıma gezilerini, çevredeki bağ komşularının neşeli seslerini, buralarda yaşadığı ama şimdi artık çok uzaklarda kalmış o güzel hatıralarını anımsama, en azından o zamanın havalarını hissetme, o günleri yâdetme arzusuyla bu ıssız bağ yolunda amaçsız ve avare avare yürümeyi istedi.


     Ama yürürken elinde olmadan düşünmeye de başladı; ''mütayit'' Hulusi bey ve anlattıkları doğrusu etkilemişti gencimizi, ne çok insan var, hepsi de düşünce ve görüş yapıları olarak ne kadar farklı ve ilginç, dedi. Oysa ben hemen hemen bütün insanları kafamda bir kaç ana gruba ayırabileceğimi; hepsini de cahil, yarı cahil, aydın, erdemli gibi sınırlı sayıda kategoriye sokarak aynen pazardaki elma çeşitleri gibi bir çırpıda haklarında kesin kanaat sahibi olabileceğimi sanırdım. Galiba Türk sinemasının çok etkisinde kalmışım, burada; bu küçük ve kapalı bir ortam olarak tanımlanabilecek bu Anadolu şehrinde bile yaşayan insanları tanıdıkça kafamdaki şablonun anlamsız, hatta gülünç olduğunu, bu konularda asıl cahilin ben ve bana benzeyen, her şeyi kafasındaki bozuk ölçekle ölçüp sınıflandırmaya çalışan, yarı okumuş ve bu yüzden de cahilden bile daha tehlikeli olan acemi ve toy çaylaklar olduğunu anlıyorum. Adam doğru dürüst bir okul bile bitirmemiş, gelmiş bana İdris Küçükömer'den bahsediyor, ben tahsil görmüş, eskilerin deyimiyle mürekkep yalamış, bu yolda dirsek çürütmüş, sonra bir diplomayı da alınca artık olmuş, ermiş olduğuna kani olmuş, her konuda bir şeyler bildiğini sanan, memleketin meselelerine kolayca hazır reçeteler çiziktirip, emir verecek bir mevkiye geldiğinde de bütün dertlerimizi çözeceğine adı kadar emin olan yeni yetme münevver; 'cahil' , 'okumamış' diye küçümsediğim bir adamın soruları karşısında yutkunmaktan başka bir şey yapamıyor. Nereden çıktı şimdi bu İdris hoca gibi aykırı adamlar, herkes kendi grubunda kalsa ya, yok sağcı aslında sağcı değilmiş solcuymuş, yok efendim CHP aslında tutucuymuş, muhafazakarmış, ne oluyor yani, kafa karıştırmanın lüzumu yok, herkes yerini bilsin değil mi. Yok efendim memlekette sosyolojik gerçekler sandığımız gibi değilmiş, insan denen mahluk bildiğimizden çok farklı ve başkaymış, insanın tabiatında hükmetme arzusu, sermaye biriktirme iştahı, şan şöhret düşkünlüğü, ve altın ziynet biriktirme hırsı, güzel giysiler giyme, iyi evlerde oturma, gösterişli ve pahalı araçlara binme, yüksek binalar kuleler kondurma merakları varmış. Bunları biz de biliyoruz, ama bize bunların doğru olmadığı, paylaşmanın, elindekinin en güzel tarafını olmayana vermenin daha iyi olduğu anlatılmadı mı? Hatta her cuma camiye gidenlere bunlar ve benzerleri hâlâ defalarca tekrarlanmıyor değil mi? hatta fakirliğin daha iyi bir şey olduğu söylenmiyor mu? Demek bütün bunlar dönüp dolaşıp kapitalizmin ekmeğine yağ sürmeye yarıyormuş öyle mi? Bir de vahşi kapitalizm diye bir şey çıkarılmış, peki neden vahşi Sosyalizm diye bir şey yok? Stalin'in yaptıkları da pekâlâ vahşi sosyalizm değil mi. Proleter diktatörlüğü diye bir laf çıkarılmış, peki hani nerede proleter diktatörlüğü? Diktatör olanlar işçiler değil Stalin, Mao ve diğer benzer fikirdeki daha ufak taklitleri ve nasyonal sosyalistiz diye övünenlerden de Hitler, Musolini, Franko ve onların aynı yoldaki daha ufak taklitleri değil mi? Bir sınıfın diktatörlüğü nasıl gerçekleşecek peki, bir sınıf düşman gördüğü başka sınıfı yok ederse kimi ve neyi sömürecek, neticede her yerde iş gelip sömürüye dayanıyor ister kapitalist ister sosyalist olsun her düzende, her yerde insanlar diğer güçsüzleri veya akli melekeleri ya da fiziki olanakları kısıtlı olanları sömürüyor, hatta bunlar da yetmiyor tabiatı, hayvanları, bitkileri, yerin altını ve üstünü hoyratça sömürüp talan ederek sadece kendi süfli zevkleri veya zenginlikleri için düşünmeden yok ediyor. Hadi kapitalizm bütün bunları olağan bir şey, bir hak gibi görüyor, peki buna alternatif olarak çıkan ve insanın insanı sömürmesini yok edeceğim diyen sosyalizme ne demeli?, o da ötekinden aşağı kalmıyor yarışta, her yerde talan, yağma. Peki devlet burada nerede? Devlet ne işe yarar ve niçin vardır, devlet nedir? Hiçbir eylemine güvenmediğimiz insan denen mahlukun kurduğu devletlerden insanlığa ne hayır gelebilir ki? Peki bu hengâmede insan tek başına ne yapacak? Bu kadar acımasızlığa nasıl tahammül edecek? Kaçıp bir dağ başına veya ormana mı sığınmalı? onun da faydası yok, hemen bir mütayit veya petrol ya da altın çıkarma firması, maden şirketi veya para kazanma hırsıyla aklına geleni yapmaya çalışan her hangi biri gelip orada bile seni bulup oradan kovmaya kalkıyor. Ne yapmalı, nasıl yapmalı bu bozuk düzen karşısında?


     Böyle böyle karamsar düşünceler içinde ve etrafından bîhaber yürürken bu defa yol kenarında, sınırları cetvelle çizilmiş gibi düzgün, sınır boyu bakımlı çitler ve çiçeklerle gelen geçenin dikkatini hemen üzerine çeken bir bağ gördü gencimiz ve hayranlıkla izlemeye başladı. Neredeyse hepsi öğrencilerin istiklal marşı töreni için dizildikleri gibi düzgün ve bir örnek sıralanmış elma, armut, kiraz ağaçları, toprağı sanki yeni elden geçirilmiş gibi duran yaprakları yemyeşil her çeşitten üzüm karıkları, daha arkada uygun yerlerde dikilmiş gür ve verimli ürünleriyle badem ve ceviz ağaçları, onların da biraz gerisinde küçük ama son derece sevimli ahşap bir bağ evi, önündeki küçük verandası ile burası sanki buradaki tüm bağlardan apayrı görünümde, hikayelerde ve kutsal kitaplarda İrem bağları diye vasfedilen bağlardan bir örnek gibi duran bu bağı imrenerek ve gıpta ile seyretmeye koyuldu. O sırada bağların içinde elinde çapa ve tırmıkla, laboratuvarındaki bir bilim adamı ciddiyetiyle çalışan yaşlıca ama duruşuyla kendisini dinç gösteren bu çalışkan adamı ve ilerde karısı olduğunu tahmin ettiği, -o da bir şeylerle meşgul olan- bir yaşlıca kadını da fark etti. Hayranlığını ve takdirlerini belirtmek ihtiyacı duyarak, girişe konulmuş küçük sevimli çıngırağı tıngırdatarak kendisine bakan amcaya; -Merhaba amca! ne kadar güzel bir bağ burası, elinize sağlık ne kadar güzel görünüyor her şey, hayran oldum doğrusu, kolay gelsin, nasılsınız? diye seslendi, o anda şu amca beni içeri davet etse de şu güzelliği bir de yakından görsem, bu insanları yakından tanısam isteği ve heyecanıyla adeta içi içine sığmıyordu.


     Yaşlı adam yanına doğru geldi ve -Merhaba delikanlı! sağol iyiyim, hoş geldin, buyur içeri ayakta kalma, biraz soluklan, dedi. Adamın sesi ve çehresi çok tanıdık geldi o anda gencimize. Evet! bu adam ilk okul öğretmeni Ali Haydar beyin ta kendisiydi. O anda Örtmenim! diyerek eğildi ve adamın elini öpmek istedi ama öğretmeni güçlü bir el sıkışıyla bu hareketini engelledi ve -Ooo 436 Fahrettin! ne hoş bir karşılaşma, yıllardan sonra seni burada görmek ne kadar güzel, gel bakalım içeri, zamanın varsa biraz hoşbeş edelim, ben de biraz dinlenirim sayende, Nazmiye! bak kim gelmiş, benim en başarılı öğrencilerimden Fahrettin, tanıdın mı? gerçi sen pek görmedin onları ama bilirsin belki dedi. Yanlarına yaklaşan beyazlamış ama yandan örgülü saçlarıyla, dik duruşu asil görünümü ve güler yüzüyle hemen karşısındakine saygı telkin eden kadın da; -Bilmem mi? sen öğrencilerinin hepsini anlatırdın evde, hiç birini kendi çocuklarından ayırmazdın, hoş geldin oğlum, buyur içeri, dedi. Gencimizin biraz önce ruhunda fırtınalar koparan karamsar düşünceleri çoktan uçup gitmiş, yerini öğretmeninden yeni bir şeyler öğrenme hevesi içinde neredeyse hazır olda bekleyen bir çocuk merakı ve heyecanı almıştı. Evet Ali Haydar Örtmen, onu ilkokulda beş sene okutup diplomasını verip orta okula gönderen, herkesce kendisinden biraz saygı ve çekingenlikle bahsedilen, -ama köy enstitüsü çıkışlı olduğu için biraz da muhalif ve sakıncalı biri olarak dedikodu konusu edilen-, o zamanlar sınıfının tam hakimi, dedikleri tartışmasız doğru ve kesin, sadece öğrenciler değil yolda yürürken bile halktan insanların da saygı ile önünde hazırda durduğu, ciddi ama bir o kadar da güler yüzlü ve kendinden emin tavırlı bu adam demek şimdi emekli olmuş, bu defa da ağaçları, toprağı ve diğer bitkileri hayvanları (sevimli bir köpek gelmiş o da onu koklayarak ve kuyruk sallayarak hoş geldin demek istemişti) ve hemen her şeyi (ileride çam ağacından yapılmış ölçülü ve tertemiz beş arı kovanı göze çarpıyordu, arılar sanki sınıfının çalışkan öğrencileri gibi büyük bir ciddiyet içinde işleriyle meşguldü) bir okul düzeninde baş öğretmen gibi idare ediyordu. Bu adamla neler yapıyorsunuz diye konuşmaya bile aslında hiç gerek yoktu, o tavrı ve yaptıklarıyla zaten konuşuyor ve çok da güzel ifade ediyordu her şeyi. Bağ evine doğru ilerlediler ve verandaya girip tertemiz örtü ile örtülmüş masanın yanındaki rahat iskemlelere oturdular.


     -Eee, nasılsın bakalım Fahrettin? dedi, Ali Haydar Örtmen. Gencimiz de tahtaya sınava kaldırılmış bir öğrenci gibi kısa ve düzgün cümlelerle ortaokul ve liseyi bitirdikten sonra İstanbul'a giderek gazetecilik okulunu bitirdiğini, hatta bir günlük gazetenin yazı işleri müdürlüğünü (aslında diğer hemen hemen her işini) yaptığını, babasının vefatı nedeniyle kısa süreliğine gelip yarın da dönmeyi planladığını, son defa anılarını hissetmek için de bugün eski bağlarına geldiğini, sonra da tamamen tesadüf eseri buraya kadar yürüdüğünü ve öğretmenini gördüğü için çok mutlu olduğunu anlattı. Kendisini ilgi ve anlayışla dinleyen Ali Haydar bey bu kısa hal tercümesinin sonuna gelindiğinde yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.


     - Babanın ölümünü duymamıştım, gördüğün gibi bağdan pek ayrılamıyorum artık, başınız sağolsun öncelikle, babanı iyi tanırım, herkes tarafından sevilen ve sayılan iyi bir insandı, mekânı cennet olsun, dedi, ve sonrasında devam etti, evet hayat böyle işte 436 Fahrettin, biz sizleri elden geldiğince iyi eğitip hayata hazırlamaya çalışıp sonunda da elinize diplomanızı verdikten sonra artık uzaktan ve çoğunuzu da hiç görüp haberini almadan anılarımızda yaşatıyor, sanki güvercinlerini kafeslerinden çıkarıp uçmaları için yavaşça havaya fırlatan bir kuşbaz gibi arkanızdan gurur ve heyecanla sizi takip ediyoruz, bir kısmınız arada bir yanımıza gelip kendilerini gösteriyor, ama çoğunuz uçup gözlerden kayboluyor ve kendi yolunuzda gidiyorsunuz. Biz de arada sizi hatırlayıp işlerinizin rast gitmesini, başınıza kötü şeylerin gelmemesini, iyilerle karşılaşmanızı diliyoruz sadece. Bu sözlerimden niye gelip ziyaret etmiyorsunuz, hayırsız çıktınız dediğimi düşünme, hayatın gidişi akışı böyle, benim iki çocuğum da daha ilerisini yaptı, şimdi biri Avrupada, öteki uzak doğuda Çinde yaşıyorlar, hatta küçüğün eşi de Çinli bir hanım, bakalım büyük oğlan bir alman eş bulacak mı diye düşünüyoruz, öyle değil mi Nazmiye! dedi, o sırada içerden elinde bir tepsi üstünde, tavşan kanı renginde ve nefis kokan çayla dolu üç bardak yanında da el yapımı kurabiyelerle dolu bir tabakla gelen güler yüzlü ve biraz mahzun görünüşlü karısına. Yüz ve beden yapısı olarak ve saç örgüsünden giyimine kadar duruşu ve görünümü tam bir doğu Anadolu kadını olan Nazmiye hanım da;  -Ali Haydar! yine çocukları çekiştiriyorsun bakıyorum da, ne yapsın bu gençler yani, oturup iş mi beklesinler, yetişmeleri ve mizaçları bu devletle çalışmalarına hiç uygun olmayan bu gençler ne yapacaklar ki, onlar da çareyi yabancı ülkelere göç etmekte, oralarda yaşamakta buluyorlar, ama ben hiç kızmıyorum ve hatta haklı buluyorum onları. Değil mi Fahrettin?, burada istediğiniz şartlar ve işler, kendinizi kafanız huzur içinde enerjinizi işinize ve ailenize vereceğiniz şartlar var mı? , ne yazık ki gençlerimize umut ve heyecan veremedik, bizim nesil bu ortamı yaratamadı maalesef, bizler çok çalıştık, çok fedakarlık yaptık, elimizden geldiğince ''Muallimler !yeni nesil sizlerin eseri olacaktır'' diyen Atamızın gösterdiği hedeflere ulaşmaya çalıştık, ama görüyorsunuz işte netice bu, ben istemem mi gençlerimiz kendi vatanlarında bizlerin hep birlikte müreffeh bir hayat yaşamamız için çalışsın burada yaşasın ve buraya hizmet etsinler, ama görüyorsun ortalık ne halde, herkes bir tarafından çekti memleketi, sonunda böyle çar nâçar kaldık, ne yazık ki kısa zamanda bir çıkış yolu da gözükmüyor, hatta ben daha kötü olmasak diye dua ediyorum, sen de tutmuş gençleri suçluyorsun, dedi. Ali Haydar örtmen bu cevabı sanki beklemiyor gibiydi -aslında doğru cevaptı söylenenler ama , örtmen bunu kabul edemiyordu bir türlü- ve ortamı yumuşatmak gereğini duydu, karısının da ona öfkelenmediğini, ilencini yönlendirecek yer bulamadığından olsa gerek böyle sert şeyler söylediğini biliyordu, bu konu her açıldığında karısının üzüldüğünü, kader deyip çıktığımız, ama kendimiz ellerimizle ördüğümüz ve üstünde dolaştığımız o desenli kilimin her bakışta bizlere hüzün veren görünümünü tevekkülle kabullendiğimiz halimize yani kara yazgımıza ister istemez razı olduğumuza kızıyordu aslında. 


     Biraz da bu tatsız konuyu değiştirmek ihtiyacıyla gencimiz Örtmenine sordu; Öğretmenim, (size hocam desem kızarsınız biliyorum) ne kadar güzel ve düzenli tertemiz bir bağınız var, babamın eskiden daha çok ilgilendiği, ama son zamanlarında çeşitli nedenlerle pek bakamadığı bağı gördükten sonra ve şimdi de sizin artık bağ demeyelim bu şahane cennetinizi görünce, bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur sözünün ne kadar gerçek olduğunu daha iyi anladım. Maşallah, burası size ve eşinize çok iyi gelmiş, sağlık ve mutluluk içinde yaşayın daha uzun yıllar burada, ama ben sizi tanıdığım kadarıyla siz mesleğinizi de çok iyi demeyeyim mükemmel yapıyordunuz, size emeklilik zor gelmiştir sanırım, keşke her ikisini de beraber yürütseymişsiniz de hem memleketimize iyi insanlar yetiştirmeye hem de buradaki bağınızla bağ nasıl olur, onu göstererek insanımıza örnek olmaya devam etseymişsiniz diye hayıflanıyorum doğrusu, ama öte yandan sizin de dinlenmeye, kendinize daha çok zaman ayırmaya, sevdiğiniz işleri yapmaya hakkınız var onun da farkındayım tabi ki, dilerim gönlünüzce geçer bu cennet gibi yerde günleriniz ve uzun sağlıklı ve mutlu bir yaşamınız olur, dedi. Bu sözleri dinlerken Ali Haydar örtmenin de gözlerinde hafif bir karartı ve bakışlarında belli belirsiz bir durgunluk görülür gibi oldu, ama Örtmen hemen vaziyeti toparladı ve çayından bir yudum alarak konuşmaya başladı;


     Fahrettin, okulda sizlere derslerin dışında kalan ve bir çok sebeple öğretmediğimiz, anlatamadığımız bir çok şeyi, artık siz hayatta yaşayarak veya tanıdığınız diğer insanların hatıralarından okuyarak veya bu meseleleri aranızda konuşarak tartışarak öğreniyorsunuzdur, aslında hayat da bitmeyen bir öğrenme sürecidir zaten anlayana ve öğrenene. Ben dağ başındaki bir alevi köyünde dünyaya gelmişim, anam babam hep toprakla, hayvanlarıyla uğraşan, yüz yıllardır benzer işleri yaparak geçimlerini temin eden köylülerimizden mütevazı birer örnek olan insanlardı, genç Cumhuriyetimizin en heyecanlı ve idealist zamanlarıydı benim doğduğum yıllar, hemen hemen herkes kendisini ve ülkesini dünyaya iyi tanıtmak, hatta onlarla yüz yüze yarışarak ve çarpışarak kendisini ve milletinin büyüklüğünü ispat etmek, kısaca Atamızın deyimiyle muasır medeniyet seviyesine yükselmek, hatta ileri gitmek iddiasıyla ve öz güveniyle yaşıyordu. Planlamanın önemi ve kalkınmanın önce köyden başlaması gerektiği düşünüldü, zaten bizim halkımızın tamamına yakını köylüydü o zamanlar, yedi düvele karşı kurtuluş savaşı verilip kazanıldıktan sonra asıl zor kısım başlamıştı ve bunun herkes farkındaydı -veya bizler öyle sanıyorduk- , memlekette her açıdan kalkınma ve bunun için de büyük bir çalışma hamlesine girişilmişti ve cahil kalmış köylüler başta olmak üzere herkesten özveri ve elinden gelenin en fazlasını yapması bekleniyordu. İşte o yıllar içinde benim karşıma da Köy Enstitülerine gitmek şansı çıktı, daha çocuk yaşta devletimiz bizi eline aldı ve hem ana hem baba oldu bizlere, ama o zamanlar adeta biz de büyümüş de küçülmüş bireylerdik sanki, orada kendi okulumuzu, dersanemizi, tahtamızı, sıralarımızı hatta çalgı aletlerimize kadar kullanacağımız hemen her şeyi kendimiz yaparak hem işi öğrendik hem de nasıl bir öğretmen olacağımızı bizlerden nelerin beklendiğini anladık. Okuldan mezun olur olmaz da geri kalmış, mahrumiyet içinde yaşamaya çalışan köylere gönderildik ve orada insanımızın hem öğretmeni, hem ustası, kısacası hemen hemen her şeyi olarak dört elle sarıldık işimize. Hayatımın büyük kısmı köylerde ve imkansızlıklar içinde geçti, Nazmiyeyle de o hayatın içinde tanıştım, o da Enstitü mezunudur ve aslında biz köy enstitülüler sanki bir orduyduk cehalete karşı savaşan. Ama bu idealizm söndürüldü bir süre sonra, bir kaç sene içinde verilmiş mezunlar olan bizlerden kısa süre sonra okullarımız kapatıldı, hatta bize kaşı cahil halk kışkırtıldı, arkamızdan bunlar komünisttir de dendi, gâvur da. Halbuki bu konuda ilham alınan ilk fikirler, dünyada böyle okulların açılmasını izleyen,  uygulanmaya çalışılan bir çok örnekleri inceleyen Amerikalı bir bilim adamından, John Dewey'den gelmiş, uzun bir hazırlık döneminden sonra da 1938 lerde Hasan Âli Yücel başkanlığında kanunu hazırlanmış, okulların ilk temelleri atılmış ve İsmail Hakkı Tonguç'un önderliğinde 1940 larda da uygulamaya geçirilmiştir. Amaç, ilkokulu bitiren zeki köy çocuklarını yetiştirerek, yine köy şartlarında ve mevcut kısıtlı imkanlarıyla, başta modern ziraat olmak üzere hayvancılık, arıcılık ve diğer tüm  köy faaliyetlerini bilen ve uygulayan köy öğretmenlerini köylerde görevlendirmek idi, yine bu öğretmenler arasından seçilen yetenekleri ve becerileri daha ileri olan bir kısmını da köy öğretmenlerini yetiştirecek öğretmen okullarına alarak böylece sistemin kendisini üretmesi, geliştirmesi, ve beslemesi  hedeflenmişti. Ne yazık ki bu hayırlı çabalar ve gelişmeler, tutucular ve öz menfaatlerine zarar geleceğini hisseden başta köy ağaları ve zengin kesimler olmak üzere bir kısım zümrenin çabalarıyla ve  bunların oylarına talip olan açıkgöz muhalif politikacılar ve tutucu basının da yardımıyla polemikler çıkarılarak mecliste etkili olunarak önlendi, ve en sonunda da değişen iktidar yetkililerince önce budanarak, sonra adları değiştirilerek köreltildiler ve sonunda da kapatıldılar. Benim kanaatimce eğer bu okullar bir on beş, yirmi sene daha faaliyette bulunabilselerdi ülkemiz şu anda olduğundan çok başka yerlerde, çok ileride olabilecek ve tüm medeni ve geri kalmış milletlerin önünde müthiş bir hikaye ve güzel bir örnek olarak ortaya çıkacaktı. Her neyse, olan oldu, ben ve eşim kendimizi daha da yetiştirerek ve şartları da zorlayarak ilkokul öğretmeni olduk ve çok sevdiğimiz mesleğimize ve ülkümüze elimizden geldiğince sahip çıkarak bir süre daha çalıştık, halkın gözündeki haksız imajımızı elimizden geldiğince değiştirmeye çalıştık, ama ne yazık ki ancak bu kadar başarılı olabildik, ne acıdır ki halkımızın büyük bölümü bizim neler yapmak istediğimizi anlayamadı veya anlamak istemedi. Ama ben içinden çıktığım bu milletin bu konuda masum olduğuna inandım hep, demek ki bizde bir hata var, kendimizi iyi anlatamamışız dedim. Demokrat parti başa geçince mecliste bizleri savunmak kurucumuz Hasan Âli Yücel ve bir avuç idealist insana düştü, siyasi mecralarda ve basında dar çıkarları veya ikbal hesapları olanların sesleri daha yüksek çıktı, adımızı komüniste çıkardıkları için (aslında bırakın komünizmi sosyalist falan bile değildik, hatta eğer milliyetçilik sağcılık demekse -ki şimdi ne yazık ki milliyetçilik vatanseverlik sağcıların tekeline girmiş gibi oldu- biz sağcı bile kabul edilebilirdik, her neyse) bütün bu anlamsız laf kalabalıkları ve suçlamalar karşısında bizi destekleyenler de korkarak sindiler, neticede bozkıra dikilen ve hiç olmazsa ayakları üstünde durana kadar desteklenmesi, sulanması bakılması gereken fidanlar kurumaya terk edildi. Aslında yok edilen Köy Enstitüleri ve onların yetiştirdiği öğretmenler değil halkımızın umutlarıydı, keşke bunu bilebilselerdi. İşte bizim hikayemiz bir acıklı hikaye, ağıt olarak kaldı anılarda. Ben de biraz da bu sebeplerle olsa gerek, eğitim hayatından, müfredat sınırlamalarından, siyasetçilerin kaprislerinden bıktım ve sonunda meslekten koptum ve kendimi bu bağa vakfettim işte. Şimdi buradaki çabalarımızın yaptıklarımızın meyvelerini görüyoruz ve gururla seyrediyoruz eşimle birlikte, artık bu ağaçlar, omcalar, arılar hatta kurt kuş bizim öğrencimiz kardeşimiz evladımız oldu, onlar bize hiç ihanet etmedi, yapmak istediklerimizi anladılar ve bize sınırsız yardımcı oldular, burada aradığımız huzur ve mutluluğu bulduk adeta, artık düsturumuz; ne kadar az insan, o kadar huzur ve güzellik. Ne yazık ki bunu benim gibi hümanist bir öğretmen söylüyor çok acı ama gerçek de bu işte...


     Kısa bir süre sessizlik oldu, o anda herkes ince bir sızı duyuyordu içten içe, bu kesindi, ama neye yarar, artık bu deney veya ne derseniz deyin idealist çaba öldürülmüştü, artık ancak göz yaşı dökülebilirdi olanların arkasından. Gencimiz içini çektikten sonra; -Müsterih olun örtmenim, sizin bu çabalarınız ve yaptıklarınız hiç bir zaman unutulmayacak, hatta gün geçtikçe, neden bu hâle geldik, nerede yanlış yaptık diye kendimize sordukça daha da iyi anlaşılacak ve değeri bilinecektir. Sizlerin bu kıraç topraklara ektiğiniz ata tohumları, eninde sonunda filizlenip büyüyecek, başak verecek ve bu ülkenin şartlarına ve gereklerine en iyi çözümleri de sunacaklardır, ben buna inanıyorum, hele bu cennet parçasını görünce daha da inandım, bundan sonra da her zaman ve daima sizin çabalarınızı ve ideallerinizi herkese anlatmaya ve yolunuzu devam ettirmeye çalışacağımdan emin olabilirsiniz, İstanbul'a dönüp da gazeteme gittiğimde ilk olarak sizden, hayatınızdan ve yaptıklarınızdan bahsedeceğim en çok patronuma, o da tıpkı sizin gibi idealist bir insan, belki adını da duymuşsunuzdur, Sacit Sami Coşar, basın dünyasının eski tüfek lakaplı yazar ve gazete sahiplerinden, eminim ki sizi anlattığımda o da umut ve gurur duyacaktır ülkemiz için, dedi..


     Bir süre öteden beriden, dereden tepeden konuşarak kurabiyeler eşliğinde çaylarını içen bu mutlu ve umutlu üçlü, güneşin iyice alçalıp akşam vaktinin gelmekte olduğunu görerek veda zamanının yaklaştığını hissettiler, gencimiz saygılı bir şekilde izin istedi örtmeninden ve değerli eşinden, bu defa ayrılırken örtmeninin elini öpmeyi düşünmedi ama saygılı bir şekilde eğilerek ellerini sıktı bu iki eski tüfek enstitülünün. Karşılıklı bir kaç güzel söz ve temenniden sonra gencimiz bu defa kafasındaki soruların cevabını daha açık seçik hissettiğini ve olan bitenlerin daha iyi ayırdına vardığını düşünerek şehre doğru yürümeye başladı. Hayat böyle bir şey galiba dedi, herkesin kendisine göre bir hikayesi var ve kendisine göre doğru bildiği yolda gidiyor, kimin menziline ulaştığını, vardığı yerin nasıl bir yer olduğunu, sonunda olan bitenin nasıl değerlendirileceğinin, ancak aradan geçen uzunca bir zamandan ve kalan tortuların farkına varılmasından ve kıymetlendirilmesinden sonra olabileceğini hissediyordu artık...








                                                    *                       *                      *






Yorumlar

  1. Ali Haydar bey aynen Gertrud'daki öğretmen karakterini anımsattı!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, bizim kuşak böyle öğretmenlerle çok karşılaştı. Öğretmenlik bir yaşam biçimi ve felsefesiymiş onların zamanında..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke