22- Neden?

 



     Ali Haydar öğretmeninden izin aldıktan sonra eve doğru yola çıkmaktan ani bir kararla -ve belki de içinde kalan derin bir iştiyak'ın yönlendirmesiyle, yine belki de ayaklarının beyninden bağımsızlığını ilan ederek duruma el koyup onu sürüklemesiyle- vaz geçen gencimiz, geldiği yöne değil de bağların sonlanıp tamamen beyaz kayalardan oluştuğundan dolayı uzaktan gece gündüz bembeyaz yalçın bir dağ olarak görünen, ama epeyce yakınına gelince munis ve kolayca zirvesine çıkılacak bir tepe gibi duran ve hatta hatta adeta kendisine gülümseyerek yeni yürümeye başlayan yavrusuna iki kolunu da açarak koşarak gelmesi için davetkâr işaretler gönderen bir anne sevimliliğinde sessiz mesajlar veren bu -onun için yarı kutsal- kayalığa da iyice yaklaşıp ona da son bir veda ziyareti yapmak geldi içinden. Şimdi yine aynı avare ruh halinde, bir yandan sağa sola dalgın bakışlarla göz atarak, öte yandan da içindeki sonsuz yolda her zaman nefesini ensesinde hissettiği öz benliğiyle yani kendi kendisiyle konuşarak ilerliyordu; -Neden insanların hepsi de her biri ötekinden apayrı karakter ve davranışlar sergiliyordu acaba?. Bir yanda şu cılız derecikteki, tüm dünyaları sadece kendi komşularıyla sınırlı ve yalnızca onlarla ilgili, tüm gün boyunca neşe içinde vraklayan kurbağalar,  öte yanda derenin iki yanında doğmuş büyümüş ve artık kısacık ömürlerini tamamlamakta olan kır çiçekleri, havada vızıldayıp sürekli çiçekler arasında dolaşan arılar, sinekler, hatta belki de bir amacı bile olmadan oradan oraya uçuşan kuşlar, kısacası etrafında hemen hemen gördüğü tüm şeyler hep benzer davranışlarda bulunuyorlar ve dışarıdan bakıldığında neredeyse hepsi de her bakımdan türünün mükemmel bir nümunesi (?) gibi görünen bu canlılara mukabil, yine dışarıdan bakıldığında aşağı yukarı hemen hepsi birbirine benziyor gibi görünse de sözleriyle ve davranışlarıyla hiç de biri ötekine benzemeyen hatta tamamen farklı ve tahmin edilemez tepkiler verebilen biz insanlar.. Neden bu kadar farklı ve belirsiz ve ne yapacağı tahmin edilemez, içlerinden ne geçtiği bilinemez anlaşılamaz yaratıklar olarak görünüyordu bu insanlar dediğimiz mahluk? İşte mesela ikisi de köylerden ve neredeyse tıpa tıp benzer şartlardan çıkmış ve şu anda ise  tamamen zıt karakterlere bürünmüş görülen Hulusi bey ve Ali Haydar öğretmen. Biri mevcut düzene tamamen uymuş, akıntıdan faydalanarak gemisini yürütme ve 'kabını doldurma' peşinde - o kap da ne kadar büyükmüş meğer, hiç dolmuyor- olan, öteki de devletinin elinden tutmasıyla -tutmasa daha mı iyiydi acaba- apayrı bir dünyayla ( ütopik olduğunu sonradan anlayacağı bir dünya özlemiyle) tanışmış, insanlık denen kutsal (?) bir kavramı özümsemiş ve kendisini insanlığa, toplumuna adamış (varlığım Türk varlığına armağan olsun!), geride bıraktıklarına hiç bir zaman ödeyemeyecekleri bir borçları olduğunu idrak ettikleri için de sürekli bir koşu içinde onları da bulundukları yerden (saplandıkları bataklıktan) çıkarıp yine onlara örnek ve önder olarak hep birlikte insanlığın yürüdüğü o yüce yola katarak uygun adımla aydınlık yarınlara yürütmeye çalışan, bu yolda bütün enerjisini ve ömrünü tüketen, üstelik de elinden tutup çekmeye çalıştığı kardeşleri tarafından bile bırakın teşekkürü, lanet ve hor görü ile karşılanan, sonunda da yorulup küserek doğaya ve oradaki insan dışındaki tüm canlılara iltica eden, ama yine de aynen yol gösterdikleri koruyup kolladıkları arıları gibi ibadet edercesine çalışmaktan, bir şeyler üretmekten de geri durmayan iki kişi. Neden ve nasıl oluyor da bir arada olduklarında toplum denen grupları oluşturan tüm bu insanların hırsları, ezme ve yok etme içgüdüleri, kıskanma huyları ve taklit etme becerileri, entrika çevirme ve gruplaşarak başkalarının ellerindekilerine yağmalama/çökme davranışlarını sergiledikleri bu gayya kuyusu; her bir üyesi dışarıdan bakıldığında birbirinden ufak nüanslarla farklı, ama neticede hepsini aynı tür olarak gördüğümüz, yani yine de topluca kendisine ''insan'' dediğimiz o belirsiz, bozguncu, yıkıcı davranışlar gösteren üyelerinin yanında, çok azınlıkta olsalar da diğerlerinin tersine bilge, erdemli, yardımsever, diğerkâm davranışlar da gösterebilen ve bu yüzden de, -ne yazık ki genellikle çok sonradan hakları teslim edilerek- ''İşte örnek insan böyle olmalıdır!''!, hatta, ''Bunlar insan değil ''üstün insan'' olabilirler ancak!'' dedirten, birbirlerinden her bakımdan apayrı davranışlar sergileyebilen varlıklardan oluşabiliyordu? Ortaçağ dönemi ressamlarının tablolarındaki gibi karmaşık, neredeyse hepsi birbirinden farklı işler peşinde görünen, giysileri olsun hareketleri olsun hepsi  diğerlerinden çok farklı ve incelikli davranışlar içinde olmak zorunda mıydı yani insan topluluğu dediğimiz kalabalık? Oysa şimdi şu an eteklerine vardığı görkemli yüce dağ, onun bağrından çıkan buz gibi suyla beslenen küçük derecik, onun kenarında yaşayan canlılar ve bitkiler öyle miydi? Kim bilir kaç milyon yıldır bu dağ, bu dere, bu tabiat hep burada, hep aynı şekilde varlığını sürdürüyordu, buna karşılık onların yanında bir kibrit çakması kadar bile ömrü olmayan şu insanlık o kısacık tarihi içinde neden bir türlü huzur bulamıyor, neden bu kadar değişken tavırlar sergileyebiliyordu? Neden onlar da bu doğa gibi davranamıyor, sürekli bir didişme, kavga, yok etme, yakıp yıkma, eziyet etme, yurdundan toprağından sürüp çıkarma, onu yapamazsa hegemonya altına alma, esir veya köle yapıp hayvan gibi gütme.. gibi aslında sonuçta kimseyi memnun etmeyen, sonu hepsi için hüsran olan eylemlerle uğraşıp duruyorlardı? Arada bir aralarından bilge birileri çıkıyor, yapmayın etmeyin bunlar doğru şeyler değil, bakın etrafınıza, tabiata, ne oluyor sizlere, tuttuğunuz yol doğru yol değil, toparlanın, kendinize hakim olun, filan gibi uyarılarda bulunuyorsa da onlar da çoğunluk tarafından hemen dışlanıyor, hatta taşlanıyor, yerinden  yurdundan ediliyor, hatta zindanlarda çürütülüyor veya işkencelerle, türlü ''insanlık dışı'' eziyetlerle yok ediliyorlardı.. Neden!?.. Bütün bunlara aklı başında bir yorum, bir açıklama, bir akıllıca cevap var mıydı? Acaba tüm bu yaşananlar sanki tarihe bir ibret sahnesi olsun, aklını çalıştırıp düşünebilen bazıları bu yanlışları görüp de doğruya yönelsin diye kurmaca olarak mı sergileniyordu? Evet, bu kadar cahillik ancak tahsille mümkün olabilir diyen şair haklı mıydı yoksa? Bu seçeneği dile getiren kutsal kitaplar böyle söylüyor, açıklamayı böyle yapıyordu evet, ama neden? Bu acılar, tahammül edilmesi çok zor durumlar ille de -neredeyse her devirde- yaşanması gerekli şeyler miydi? İnsan dediğimiz mahluk bu kadar zor mu öğreniyordu yani. Bari ömrü biraz daha uzun olsaydı da öğrendikleri doğrultusunda yaşayabilseydi birazcık da, ama nerde?. Çoğu daha neyin ne olduğunu bile anlayamadan tek ediveriyordu sahneyi. Hele savaşlarda en altta kalan, her taraftan darbe yiyen o zavallı masum çocuklar, ellerinden bir şey gelmeyen ve başka çılgın insanların oyuncağı ve kurbanı olan kadınlar, canını kurtarmaktan başka derdi olmayan masum zavallılar, bunların suçu neydi?. Suçları böyle bir dünyaya gelmek mi, öyle bir zaman ve mekânda orada bulunmak talihsizliği mi? Dünya böyle bir yer olarak mı yaratılmıştı yani? Oysa yine aynı dünyada, insan dışında her şey düzen içinde, kendisine göre bir adalet kavramı altında ve davranışları her şartta önceden belirlenebilecek ve bilinecek şekilde devir edip duruyordu. Acaba insan denen yaratık bu düzeni bozup kaos yaratmak için mi ortaya çıkmıştı? Sakin havalar hep sürgit olmaz, sonunda bir fırtına çıkıp her şeyi birbirine karıştırıp, sakince devam eden düzeni sarsıp, yıkılması gerekenleri devirip sürükler, bazı şeyleri önüne katıp, sellerle uzaklara taşıyıp, sakin ve güneşli ılıman barışçı denizleri dalgalandırdıktan ve denizlerin adeta altını üstüne getirdikten sonra ortalık durulur, tabiatın düzeni eski kaldığı yerden devam eder ya, acaba insan dediğimiz mahluk da bu milyonlarca senedir düzen içinde devredip duran tabiata bir fırtına tayfun gibi kaos yaratsın diye mi gelmişti? Peki, bundan murad edilen neydi? İnsan bu sahnede ne yapmakta olduğunun farkına niçin varamamıştı hâlâ? İnsan her daim hırsla kalkıp zararla oturmak zorunda mıydı? Acaba insan denen mahluk daha çocukluk çağında mıydı? Peki bu delişmen çocuk ne zaman yaramazlığı gaddarlığı bırakacaktı da olgun bir insan olacaktı? Olabilecek miydi acaba? Etraftaki sonsuz dinginlikteki tabiata bakınca kendisi de insan dediğimiz türün bir örneği olan gencimiz bu durumda biraz karamsarlığa kapılıyordu, anlıyordu ki böyle bir olgunluk olacaksa bile bunun çook uzun yıllar süreceği kesindi. Hep beklediğimiz ve bir türlü ulaşamadığımız Demokrasi, Kardeşlik, Hürriyet, Eşitlik, Adalet gibi (kendi uydurduğumuz ama kendimizin de inanmadığı) bir şey miydi bu beklenti de? Belki de bu kaos hep böyle sürecekti kim bilir, görüldüğü kadar insanların hiç akıllanacağı yoktu, yaptıklarına ettiklerine bakınca, en azından öyle görünüyordu şimdilik. Peki biz, özelde ben, ne yapmalıydık, nasıl davranmalı, kimlere kulak vermeli, kimleri takip etmeli, kötülerden nasıl korunmalı, iyilerle nasıl birlikte ve beraber olmalıydık, ''İşte bütün mesele bu!'' dedi gencimiz bir Hamlet edasıyla...  


     Böyle engebeli düşünceler içinde inişli çıkışlı küçük bağ yolundan ilerleyen gencimiz sonunda beyaz dağın eteklerine ve dağın bağrından çıkıp küçük bir taş havuza akan buz gibi kaynak suyunun olduğu yere ulaştı. Bir süre dinlenip ellerini donduracak kadar soğuk sudan bir kaç yudum içtikten sonra aklı da düşünceleri de daha düzgün ve daha sakin yol almaya başladı. Artık neden ve nasıl sorularının pek de anlamı olmadığını anlamaya başlamıştı sanki. İnsanların içinde bulundukları toplumdan beklentilerini bulamadıklarında kapıldıkları hayal kırıklığını ve sonunda da kendilerini topluma yabancı hissedip bir şekilde toplumlarından uzaklaşıp inzivaya çekilmelerini artık daha iyi anlıyor, dahası; bir tarlayı sürüp, gerekli tohumu atıp, gübreleyip, sonunda da beklediği ürünü alamayan bir çiftçi nasıl bir düş kırıklığı ve  çaresizlik hissederse kendisini toplumunun aydınlanmasına adayan bir düşün ve kültür insanının da aynı duyguları hissedeceğini, bunun son derece insani bir durum olduğunu görüyordu. Daha da acısı, aydın dediğimiz insanın başına gelenlerin hemen hemen her toplumda -özellikle de bizim gibi işin başında olanlarda- kaçınılmaz bir sonuç olduğunu hissediyordu. Peki buna karşı ne yapmalıydı insan, toplumundan gerekli anlayışı ve ilgiyi göremeyen kişi nasıl davranmalıydı? Bütün mesele insan dediğimiz bireyde düğümleniyordu neticede. İnsanlara, topluma kızmak, hakaret etmek, aşağılamak veya tersine gereksiz ve saçma bir şekilde insana ve topluma güzellemeler yapmak, övgüler düzmek, avam tabirle gaz vermek ne derece doğruydu? Bir aydın adayı olarak gördüğü kendisinin geleceği nasıl olacaktı peki? Sonunda o da bir münzevi, gönüllü sürgün veya küskün bir halk düşmanı mı olacaktı, yoksa her şeye boş vermiş, gününü gün etmeye çalışan, çıkarının peşinde koşan, gönlünü eğlendirmekten başka amacı olmayan, eskilerin dediğı gibi şarap ve kadın peşinde koşan, zengin ve güçlüye yanaşıp onların borusunu öttüren, şakşakçılığını yapan hedonist biri veya büsbütün aylak, içi boş, değersiz ve değer yargıları olmayan bir adam mı olacaktı? İnzivaya çekilen insanlar yalnızlıklarına hangi çareleri bulmuşlar, hangi meşgalelerle avunmaya çalışmışlar, bir türlü söz dinletemeyip ümit kestikleri toplumlarına hiç olmazsa gelecek nesiller belki değerlerini bilir, çabalarından ders alır umuduyla kalıcı bir eser bırakmaya çalışmışlar, sözle anlatamadıklarını en azından yazıya döküp bu yolla ölümlerinden sonrası için bir manifesto gibi bir hayat mücadelesi hikayesi bırakmaya çalışmışlardı. Bunların içlerinden bazıları tamamen yapayalnız kalmamışlar, diğerlerinden daha şanslı olmuşlar, hiç olmazsa kendilerini anlayan ve aynı yönde bakan hayat arkadaşları, sevdicekleri, eşleri olmuş, yalnızlıklarını ve çabalarını bu şekilde eşleriyle paylaşarak hayata direnmeye ve savaşa devam edebilmişlerdi. Peki eninde sonunda sonunda Fahrettin de böyle biri olacaksa onun da böyle kahraman bir hayat arkadaşı olabilecek miydi? Yoksa Robinson gibi yapayalnız mı kalacaktı bu ıssız adasında? Ne yapmalıydı acaba, nasıl yapmalıydı? Sorular gittikçe daha çapraşıklaşıyor, üzerine daha acımasızca gelmeye başlıyordu. Tekrar beyaz dağa ve gövdesinden çıkan buz gibi ve berrak duru suya ilişti gözleri. Sanki cevabı onlar verecekti o anda. Sustu, dinledi, düşündü...


     Sonunda anladı ki  mesele insan denen meçhul meselesiydi, Ama ne yazık ki şartları ve verileri baştan belli olmuş bir iskambil oyunu gibiydi her şey o anda. Yapılacak şey eldeki kozlar ve verilmiş kağıtlarla en iyi oyunu çıkarmaya çalışmaktı. İnsan denen varlığı ister beğen ister beğenme, bu bir gerçekti. Kimseyi iyi veya kötü diye ayırma, oyundan vaz geçme diye bir seçenek yoktu. Yapacak şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmekten ibaretti. Üstelik kimseye iyi veya kötüsün, seni istemiyorum deme hakkı da yoktu. Sen neden Türksün, sen neden Almansın demenin ne kadar saçma olması gibi, sen neden kadınsın veya erkeksin, sen neden şu dindensin, şu memlekettensin, şu görüştesin, şu takımdansın, ... deme hakkı da kimsenin haddine değildi. Nasıl bu dağ niye burada, bu su niçin buradan akıyor, bu bulutlar niçin oradan buraya dolaşıyor, niçin ben şu anda buradayım deme hakkımızın olmadığı gibi, insanların da niçin her şeyin bu şekilde ve böyle şartlarda olduğunu sorma ve kendimizi veya kaderimizi suçlama hakkımız da yoktu kesinlikle.


     Sonra kendisinin durumunu düşünmeye başladı gencimiz, ellerini, yüzünü buz gibi soğuk suda yıkayıp da aklı gönlü ve vicdanı da biraz daha sakin işlemeye başlayınca. Neden bu topraklarda ve böyle bir zamanda dünyaya geldim demek gibi bir soru ne kadar saçma olursa, ilişkilerimizi bir türlü düzgün tutamadığımız insanlarla neden bir aradayız diye sormak da aynı şekilde saçma, dedi. Ben bu ortamda ve ne kadar şansız bir konumdayım diye düşünmenin de beyhude olduğu sonucuna vardı ve bütün bu veriler altında kendisine yönelerek kendisini suçlamanın, hatta kendisine acımanın da yersizliğini gördü. Herkes bu şartlar altında ne yapabiliyorsa onu yapıyor, çıkan her sonuç ve olay öyle gerektirdiği ve başka türlü de olamayacağı için öyle oluyor, dolayısıyla neden böyle oluyor, ne kadar bahtsızım, her şey beni buluyor, kaderim yok gibi hayıflanmalar, sadece bir zaman kaybı ve ancak kendini boş yere rahatlatma, suçu üzerinden atma çabası, dedi. Ama giderek bu düşüncelerinin onu bir çeşit kaderciliğe, giderek Hint fakirlerinin ruh haletine doğru sürüklemekte olduğunu da fark etti ardından. Demek ki burada da bir incelik var, dedi daha sonra, şartlar niye böyle, benim şansım neden bu şekilde diye düşünmek ne kadar yanlışsa, her şey nasıl olsa olacağına varıyor, bir şey yapmam hiç bir şeyi değiştirmeyecek, öyleyse oturup dua etmekten, içime kapanıp bir çeşit meditasyon yapmaktan, bir şeylerin kendiliğinden düzelmesini ummaktan, kısacası pasif bir şekilde olacakları beklemekten başka bir şey yapmayayım demek de o kadar saçma ve yanlış, dedi. Her şeyde olduğu gibi bunda da dengeyi gözetmem ve üzerime düşen her ne varsa onu yerine getirmeyi ihmal etmemem gerekiyor, bugün gördüğüm iki kişi de bunu bana en iyi şekilde anlattı zaten. Başarır mıyım yoksa kaybedecek miyim diye düşünmeden, adeta bir görev gibi yaşamak en doğrusu, bu anlamsız ve amaçsız gibi görünen dünyada şairin de dediği gibi her şeyi ciddiye almak, adeta ibadet edercesine çalışmak ve yaşamak aslolan dedi sonunda. Sen elinden geleni yap, çalışkanlıktan, dürüstlükten ve erdemlilikten uzaklaşmadan ''yaşamak görevini'' yerine getir, sonrasını bırak diye özetledi sonunda. Bir halk ozanımızın dediği gibi ''Görelim mevlâm ne eyler/ ne eylerse güzel eyler'' de. Burada kimi Mevlâ desin, kimi Karma desin, kimi diyalekt desin, kim ne derse desin onlara kalmış, hepsi aynı kapıya çıkar, madem dünyaya ve bu ortama geldin, sen de kendini göster elinden geleni yap, ondan sonra vicdanın rahat olarak oyunun sonunu bekle, dedi...


     Vaktin epeyce ilerlediğini de bu arada fark eden gencimiz artık eve dönmeye karar verdi istemeye istemeye. Gelirken ne kadar kafası karışık ve ümitsizlik içinde bir ruh haliyle gelmişse bu bağa, şimdi de o kadar salim kafa ve kararlılıkla dönüyordu gencimiz. Bağlık bölgeden çıktıktan sonra yolun her iki tarafındaki buğday tarlalarına ilişti gözleri; olgunlaşmış başakların rüzgarın etkisiyle aynen deniz üzerindeki ürpertiye benzer şekilde nazlı nazlı dalgalanmalarını, adeta hep birlikte semah edercesine huşu içinde bir o yana bir bu yana eğilerek kendilerince dans etmelerini, bu kez büyük bir keyifle ve huzurla dolarak seyretti. Her başak bir birey gibiydi; ama esen rüzgar, yani birey için toplumsal şartlar ve hayatın akışı, başakları ve insanları aynı şekilde yani hepsini birlikte etkiliyordu, birey olarak buna direnmek hem imkansız hem de anlamsızdı, en güzeli birlikte güzel bir davranış sergilemekti, işte buydu hayatın anlamı. İster dağ başında inzivaya çekil, istersen de toplum içinde kal, esen rüzgar; ya da akıp giden zaman ve etkileyemeyeceğin şartlar, mutlaka gelip seni bulacak ve hatta belki de beklemediğin, istemediğin olaylar gelecek başına, sen yine de başağını olgunlaştıracaksın, yapman gereken katkıyı yapacaksın. Ha! bu arada bir fırtına olur, ya da tarlaya (topluma) yabancı zararcı biri, ya da hayvan girip tarümar eder ortalığı, o zaman da yapacak bir şey yok, bu da olacakmış demek ki, yaşayacağımız göreceğimiz varmış dersin. Tarih hep böyle şeylerle, savaşlarla, salgın hastalıklarla, yakıp yıkmalarla dolu değil mi? O zor zamanlarda yaşayanlar bizden çok mu farklıydılar, bütün bu olumsuzluklar olmasaydı daha güzel olurdu tabi, ama ancak ütopyalarda şimdilik bu güzel zamanlar... 


     Gencimiz böyle düşüne düşüne ve etrafına daha anlayarak, daha gülümseyerek, daha dostane bakarak şehrin başladığı, etrafı meyva ağaçlı ve çiçek bahçeli, kümesli evlerin kapısında kendisine hırlamaya hazırlanan köpeklerine dostça gülümseyip selam vererek ve artık sokak lambalarının da yanmaya başladığını, bu günün de bu şekilde sona ermekte olduğunu, ve yarın vedalaşacağı annesiyle akşam güzel ve derin bir sohbet edip ona soracağı soruları ve alacağı cevaplarını da bir an önce  konuşmak heyecanı ve isteğiyle, ayakları daha bir kuvvetle, adımları daha hızlı ve kararlı şekilde ilerlemeye başladı, uzaktan pencerede annesinin silüetini fark edince içi sevgi, burukluk ve tarif edemediği garip duygularla sarsıldı...







                                             *                         *                          *





Yorumlar

  1. aidiyet ihtiyacı ile kendi kendiyle başbaşa kalma ihtiyacı arasındaki denge sanırım..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eski bir yazıtta ''Kalabalıklar arasında tek başına yalnız dolaş'' minvalinde bir öğüt varmış, anladığım kadarıyla yaşlılık dönemine ulaşmış kimselere veriliyor bu öğüt ama ;).. gençlerin işlerine fazla burnunu sokma, istemeyene nasihat vermeye kalkışma gibi bir şeyleri ima ediyor gibi ;) ...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke