23-Evde son gece

 



     Sorular ve bulunamamış ama en azından gidiş yolu üstünden biraz puan alması umulan cevap arayışları ile dolu gün boyu süren bu uzun geziden biraz yorgun ve kafa karışıklığıyla yüklü olarak dönüyor olsa da kahramanımız uzaktan annesinin camdaki gölgesini görmesiyle bambaşka bir ruh haline girmişti şimdi, şu anda ağır demir kapıları düşman ilerleyişi korkusuyla hızla kapatılmakta olan küçük ama korunaklı kalesine sığınma amacındaki bir ortaçağ köylüsünün telaşlı ve umutlu heyecanı benzeri bir duygu ve rahatlama arzusu hissiyle baba ocağına ulaştığında akşam karanlığı iyice oturmuştu gök yüzüne.


     Annesi ertesi gün yola çıkıp kendi dünyası içinde koşuşturmaya hazırlanan evladına hiç olmazsa bu akşam güzel bir yemek ve sonrasında hoşça vakit geçirerek güzel duygular içinde uğurlamak maksadıyla gün boyu elinden geldiğince hazırlık yapmıştı. Delikanlının eve böyle hızla, adeta telaşla gelişinden, çok eskiden, neredeyse onun çok küçük bir çocuk olduğu zamanlardaki uzamış arkadaş oyunlarının bir anında, ne zaman olduğunun farkına varmadığı akşam karanlığın birden üzerine çöktüğünü görerek korkuyla ve adeta kaçarcasına eve doğru koşmasını ve  gece boyu rüyalarına girecek olan arkasına takılmış ve peşini bir türlü bırakmayan  karanlık yüzlü hortlakların elinden bir an önce kurtulma çabası içinde nefes nefese evlerine girmesini hatırladı annesi, kendisini de sanki o çağlardaki genç kadın ve anne gibi hissetti peşinden, o anda onun da içine bir hüzün çöktü ve oğlunun ardından an be an raylar üzerinde uzaklaşmakta ve gittikçe ufukta küçülmekte olan bir trenin hırıltılı ve mekanik gürültüler içindeki hayali arkasından gözleri yaş içinde hâlâ elini sallamakta olduğu duygusuna kapıldı. Ama şimdi böyle şeylerin zamanı olmadığını, hüzün ve gözyaşlarını hiç olmazsa ertesi gün evladını yolcu ettikten sonraya saklaması gerektiğini tecrübeli bir anne içgüdüsüyle hissederek ve o anda yüzüne geniş bir gülümseme kondurarak şimdi oğlunun rahatlaması için ne gerekiyorsa onu yapması gerektiğine karar verdi. Oğlunun yorgun ve biraz da üstü başı toz toprak içindeki halini de görerek, (fazla da sorgular gibi yapmadan) ;  - Hoş geldin oğlum, günün nasıl geçti, ben de bugün akşam için sana sevdiğin yemeklerden yaptım, ama istersen önce elbiselerini çıkar da biraz dinlen, banyoda sıcak suyumuz da var, istersen güzelce bir banyo yap, ne dersin? dedi. Delikanlımız da itaatli bir küçük çocuk gibi, -tamam anneciğim, çok iyi fikir, bugün bağımıza gittim, uzun süredir görmemiştim oraları, ceviz ağacının dibinde, o piknik yaptığımız yerde biraz uyuya kalmışım, ama bunları sana anlatırım birazdan, önce dediğin gibi bir banyoya girsem çok iyi olacak, dedi ve alışkın hareketlerle kapısı içerisi soğumasın diye sıkıca kapatılmış banyoya ilerledi.


     Küçük banyo odası onu sanki eski bir dost gibi karşıladı, önce bir köşede babasının büyük bir gurur ve sevinçle eve getirttiği ve o zamanlar için büyük bir konfor nümunesi olan, sonradan adının termosifon olduğunu öğrendikleri  bakırdan imal edilmiş silindir biçimindeki kocaman emektar banyo sobasını gördü, sobanın alt kısmındaki ocak bölümünde odunların çıtır çıtır yandığı, delikli kapağından alevlerin neşeli hareketleri görülüyordu, sıcaklığı her şekliyle etrafına yayan ocak bölümünün üst kısmında suyun ısındığı hazne ve en yukarıda da odunlardan çıkan dumanın haznedeki suların ortasından geçerek bacaya ulaştırıldığı biraz kararmış, birazcık yamulmuş olsa da yılların tortusunu asil bir duruşla sergileyen küçük bir dirsek ve iki parça soba borusundan oluşan bölümüyle bu medeniyet ve hijyen şaheserini tanıdık bir aile büyüğünü selamlar gibi hürmetle seyretti, kapının arkasındaki elbise askısına üzerindekileri büyük bir titizlikle çıkarıp astı, banyo odasının buharlı, sıcak ve biraz çıra biraz odun dumanı kokusu sinmiş havasını zevkle içine çekerek tahta tabureye oturdu ve önce yan duvardaki sıcak su musluğunu, sonra da soğuk su musluğunu açarak küçük bir hamam kurnası havası verilmiş bakır kovaya suyun akışını, kovanın yavaş yavaş doluşunu izledi ve suyun uygun sıcaklıkta olduğunu kontrol ederek bakır hamam tasını suya daldırıp kafasından aşağı boca etti. Şimdi yine o bir türlü yakasını bırakmayan çocukluk zamanına dönmüştü sıcak sular aşağı doğru akarken, çok küçükken annesi yıkardı onu tüm çocuklar gibi, şimdi büyümüştü işte, kafasından kendisi suyu dökmüş, sonra duvardaki nişde duran beyaz banyo sabununu saçlarına sürmüş ve kafasını elleriyle ovalamaya başlamıştı. Acaba hep çocuk kalsaydım, hep annem beni yıkasaydı, babam eve her akşam bir şeyler getirseydi, ben hep bahçede arkadaşlarımla karanlıklara kadar oynasaydım, hiç büyümeseydim ne güzel olurdu, annem kafama sabun sürdüğünde gözümü açsaydım, gözüm yansaydı da bağırarak ağlamaya başlasaydım, o da hemen sıcak sular dökerek gözlerimin yaşlarını dindirseydi, diye düşündü, bu defa gözlerine sabun kaçmamıştı ama, galiba yine ağlamak üzereydi..


     Banyodan büyük bir rahatlama, bedenindeki ve daha önemlisi zihnindeki kirlerin çoğunu atmış olmanın verdiği bir ferahlama hissiyle çıktı, annesinin hazırladığı temiz çamaşırları ve çok uzun zaman önce giydiği ve çoktan unuttuğu çizgili pijamalarını giyince iyice keyfi yerine geldi gencimizin ve annesinin verdiği o akşam yemeğinde ablası yeğeni ve eniştesinin de olacağı haberi bile gencimizin keyfini bozamadı, yine annesinin yemek öncesi isterse biraz odasında yatması önerisini de çok severek kabul etti ve yatağına, yazın sıcak bunaltıcı bir havada serin denize atlarcasına zevkle uzandı.


     Bir süre sonra çatal kaşık sesleri ve yeğeninin neşeli konuşmalarıyla uyandı, pijamalarını çıkarıp gündelik bir şeyler giydi ve odasından çıkarak kendisine doğru koşan sevimli kızcağızı hemen kucağına alıp sımsıkı sarıldı, küçük elleriyle bütün gücüyle dayısına sarılan bu dünya tatlısı kız ne kadar sıcak, masum ve güzeldi. Kendisine sevgi ile bakan annesi ve misafirlere kucağında yeğeni ile beraber gülümseyerek hoş geldiniz dedi. Enişte beyle bir ara göz göze geldiler ve o anda da ikisi de hiç bir şey olmamış gibi davranmaya, adeta bir ateşkes yapmaya karar verdiler. Centilmen iki erkek olarak böyle bir anda bu sevimli hanımları üzmenin ne kadar anlamsız, hatta kötü bir şey olduğunu iki taraf da kabul etmişti o anda. Zaten ben söyleyeceğimi Hulusi beyin yanında söyledim, işi uzatmanın ve soğuk savaşı devam ettirmenin de bir anlamı yok, üstelik herkesi üzmekten başka bir etkisi de yok dedi, neşeli ve keyifli bir son gece geçirme isteğiyle.


     Yemeklerini neşe ve herkesin birbirine sevgi gösterdiği, her ne kadar hepsinin davranışlarında biraz yapmacıklık ve zorakilik hissedilse bile -sadece küçük sevimli yeğen hariç tabi-, olduğunca samimi bir ortamda yediler. Yarın artık bu topluluğun hepsinin hafızalarında sadece bir anı olarak kalacağı bilinciyle de olsa bu yemek -her ne kadar o filmlerdeki gibi bir tarihi şatoda ağır avizelerin altına yerleştirilmiş o klasik dekorlara çok yakışan uzun klasik masanın etrafında huzursuz şekilde birbirlerini süzmekte olan abartılı ve süslü kıyafetleri içindeki asilzadelerden de olmadıklarının son derece farkında bir ruh hali içinde- günün mânâ ve önemini bilerek, ve Türk örf ve adetlerine son derece uygun bir kısalıkta bitiverdi. Yine de bu gergin olabilecek son akşam yemeği esnasında enişte bey de genç ve huzursuz delikanlımız da hemen hemen hiç göz göze gelmeden de olsa aralarındaki soğukluğu bu üç masum ve temiz kalpli hanıma belli etmemeyi de başardılar. Yemek sonraki kısa ve havadan sudan konularla ve daha çok da sevimli yeğenin şirinlikleri ve bıcır bıcır konuşmalarıyla geçen süre de sonunda farkına varmadan doldu ve misafirler sevimli yavrularının artık uyku zamanının gelmekte olduğunu -ve kendilerinin de başka söyleyecek söz bulamadığının idraki içinde- ifade ederek müsaade istediler ve bir daha görüşemezlerse eğer, iyi yolculuklar, işlerinde başarılar ve diğer iyi dileklerle dolu sözlerle ana oğula veda ettiler.


     Birlikte masanın ve üzerindekilerin toparlanması -zaten ablası bu konuda annesine biraz yardım etmişti ama yine de gencimiz annesinin arkasında, kalan işlerde ona yardım etmeye çalıştı- bitti ve tekrar gencimizin rahat pijamalarını giymesinden sonra, ana oğul biraz sohbet etme amacıyla pencere kenarındaki ahşap sedir üzerinde birbirlerine dönük vaziyette bir bacaklarını altlarına alıp oturarak, kollarını da sert sırt yastığına dayayarak sohbet pozisyonu aldılar ve birbirlerine sevgiyle bakmaya başladılar. Annesi biraz sonra -bir kaç söz söylemek isteğiyle olsa gerek- ağır ağır konuşmaya başladı. -Eee, oğulcağızım (annesi pek sık kullanmazdı bu kelimeyi, ama gerçekten şu ana cuk oturmuştu bu hitap) ne çabuk geçti şu bir kaç gün değil mi?. Babacığın kuş gibi uçup gidiverdi elimizden, inan ne olup bittiğini anlayamadım daha. Ne diyeyim, Allah'ın takdiri böyleymiş, hâşâ isyan etmiyorum, hocanın da dediği gibi ondan geldik yine ona döneceğiz, hepimiz ölümü tadacağız vakti zamanı geldiğinde, Allah sizlerin acısını bana göstermesin, sıralı ölüm versin, çekmeden çektirmeden bir ölüm nasip etsin. Rahmetli babanın hep böyle yaptığı dualarını Allahım kabul etmiş, hakikaten babanın ne hayatta bana eziyeti oldu, ne de son demlerinde. Mekânı cennet olsun, tüm ölmüşlerimizin de.. dedi. Sonra kısa bir sessizlik oldu, sonra -bak sayılı gün nasıl geçti, ömrümüz gibi, her şey gibi, işte o da sayılı, dedi ve, yarın mı gideceksin? diye umutsuz da olsa gelecek cevaba razı bir şekilde oğlunun gözlerinin içine baktı. Fahrettin de annesinin gözlerinin içine, eziklik ve üzüntü ile karışık bir bakışla uzunca bir süre baktıktan sonra, -Evet anneciğim, keşke çok daha uzun kalabilseydim, ama biliyorsun işte, orada da beni bekleyen işlerim ve sorumluluklarım var, patronum da mesaj atıp duruyor ne zaman geliyorsun diye (böyle olmasını arzu ediyordu tabi), gazetede epeyi sıkışıp zorlanıyormuş. Ama merak etme, artık daha sık geleceğim yanına ve daha da önemlisi seni de götüreceğim İstanbula, hem buradaki ortamdan biraz uzaklaşmış olursun, hem de seninle gezeriz, oraları gösteririm sana, babamla beraber gelmenizi çok isterdim ama kısmet değilmiş, keşke hep ilerde ilerde demeyip günü yaşamak isteseymişiz, şimdi içimde öyle bir pişmanlık, yaşanamamış şeylerin bir eksikliği olacak hep. O yüzden kararlıyım, hep israr edeceğim, oraya götüreceğim seni ve babamın da ruhunun aramızda olduğunu hissederek ve onun için de gezip güzel zamanlar geçireceğiz inşallah, dedi. Annesi sözün tam da istediği yere geldiğini hissederek, -İnşallah oğlum, benim tek düşüncem senin oralarda yapayalnız bir başına kalman, yalnızlık Allaha mahsustur derler, akşam evde bomboş duvarlar üstüne gelir yalnız bir insanın, hayatta derdini dökeceği, sevincini paylaşacağı bir eşi olmalı insanın. Bak, ablan evlendi, ne tatlı bir yavruları var, senin de başın bağlansa da aklım sende kalmasa o kadar rahat edeceğim ki. Tek isteğim bu rabbimden artık, şöyle helal süt emmiş, temiz pak, iyi bir ailenin evladı bir gelinim olmasını o kadar istiyorum ki bir bilsen, dedi. Gencimiz her ne kadar bu konuya annesinin ne kadar başarılı bir şekilde kolayca ve hızla girdiğine şaşarak da olsa, gündüz aklını kurcalayan sorulara bir de kadınlar tarafından acaba nasıl cevaplar gelecek merakıyla o da konuyu devam ettirmeye karar verdi.  


     Anneciğim kısmetse o da olur inşallah, bu konuda ne desem boş, ama sana sormak istediğim ve cevabını merak ettiğim bazı sorular da var. Ama dur şimdi, hemen heyecan yapma, bana annem gibi değil de, bir kadın gibi cevaplar vermeni istiyorum, malum bizim şehrimizde zamanı gelmeden böyle konuların konuşulması neredeyse ayıp kabul edilirdi. Ama hele bir erkek, bir baltaya sap olur, hayatı belli bir yola girerse. bu sefer de neredeyse konuşacak başka konu kalmaz. Özellikle anneler gördüğüm kadarıyla oğullarını bir bayrak yarışı koşucusu gibi, belli bir noktada inandıkları güvendikleri bir hemcinslerine emanet etmek, daha doğrusu devretmek istiyorlar. Sanki erkek, elden ele geçen bir bayrak veya meşale gibidir kadınların gözünde, ben böyle bir düşünceye kapıldım. O yüzden ben de hayatımın bir aşamasında evlenip çoluk çocuğa karışma diye özetlenen evlilik olayını gittikçe daha çok düşünmeye başladım. Ama şunu da gördüm; biz bu küçük Anadolu şehrinde evliliği bambaşka bir şekilde hayal ediyoruz, İstanbul gibi kocaman ve dünyadaki gidişata daha açık, yani kısaca daha modern diyeceğimiz bir şehirde ise evlilik daha başka anlamlara geliyor. Hatta duyduğuma göre Avrupa'da artık evliliklere modası geçmiş bir ''müessese'' gibi bakılıyormuş, bence de aslında bu bakış her iki tarafa da özgürce hareket etme imkanı veriyor, dolayısıyla çiftler birbirlerinin değerini daha iyi bilirler, kaybetmek istemezler gibi geliyor olsa da, sonunda ekonomik durumu iyi olanlara yarıyor bu serbestlik, bizim ülkemizde zaten erkek genellikle ekonomik açıdan avantajlı olduğu için olan kadına oluyor sonunda . Bu konuyu daha sonra daha da açarız ama ben asıl bildiğimiz klasik anlamdaki evlilik hakkında bazı şeyler sormak istiyorum sana. Babamla yaşadığınız evlilik hayatını örnek almadan, genel olarak ve bir kadın gözüyle ama mümkün olduğunca da tarafsız olarak cevap ver bana lütfen. Evlilik bir aşk sonrasında mı olmalıdır, yoksa aşk şart değil midir her iki taraf da evlenmeye karar verdiklerinde?. Daha doğrusu, evlilik bir müesseseyse eğer ve bu müessesenin sermayesi de Aşk'sa, aşk bittiğinde evlilik de biter mi? Yarı şaka yarı ciddi bir söz dolanıyor '' evlilik aşkı öldürüyor'' diye. Bu doğru mu?. Sen babamı çok seviyordun, bunu biliyor ve görüyordum ben, ama babama aşık mıydın? Ben şimdiye kadar hiç aşık olmadım. Tamam, bazı kız arkadaşlarım oldu, burası küçük tutucu bir yer, ne kadar olabilirse o kadar yaklaştığım ve yakınlık duyduğum kız arkadaşlarım oldu, ama ben onlara karşı filmlerde romanlarda anlatılan tarzda aşk duymadım, buna İstanbul'daki kız arkadaşlarım da dahil. Acaba o filmlerde, edebiyat eserlerinde anlatılanlar mı abartılıydı, yoksa benim aşık olma kapasitem mi yoktu bilmiyorum. Babam sana aşık mıydı, sen babama aşık mıydın, olduysan ne zaman ve nasıl aşık oldun?, daha doğrusu Aşk denen duygu sizde ne zaman gelişti?. İnsan şimdi aşık olayım derse aşık olabilir mi? Yoksa aşk bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bir düşkünlük, zavallılık veya sarhoşluk benzeri bir bilinç tutukluğu, geçici bir göz kamaşması veya kısmi bir körlük hâli midir? Aşk, tedavisi evlilik veya vuslat olan bir hastalık mıdır? Eski şiirlerde, ilahilerde, gazellerde anlatılan aşk hali, sevgiliye kavuşamamanın sonucu olan ve kara sevda denilen bir saplantı durumu mudur? Aşk olunca akıl baştan gider mi? Aşk akıl dışı veya akıl üstü bir esriklik, sarhoşluk hali midir? Edebi eserlerde, filmlerde, şiirlerde hep erkek aşık, kadın maşuk yani aşık olunan olarak betimlenir. Buradan, aşık olmak erkeklere mahsus bir durumdur denebilir mi? Her erkek aşık olmadığına veya olamadığına göre aşık olmak bir yetenek meselesi, Allah vergisi gibi bir şey midir? Aşk ve iki cins arasında olan sevgi istek, arzu ayrı ayrı şeyler midir? Benim durumuma gelirsek, ben evlenmek için birisine aşık olmayı mı beklemeliyim?, o zaman bakalım benim aşık olduğum kadın ya bana aşık değilse, ya da hiç aşık olmayacaksa ne olacak?, aşık olmadan bir kadınla evlendim diyelim, peki ondan sonra aşk bir hastalık haliyse ben buna tutulup başka bir kadına aşık olursam ne olacak?. Siz nasıl evlendiniz? Görücü usulü ile yapılan tanışmalar, birbirlerini beğenip hoşlanmaya ve tüm ailenin de onayını aldıktan sonra verilen evlilik kararları zamanla çiftler arasında önce sevgi ve sonrasında aşka dönüşen hâle yol açıyor mu? Yoksa evlilik içinde aşk olsun veya olmasın, insanların hayatlarında mutlaka yaşamaları gereken, denemeleri gereken bir tecrübe, bir gereklilik mi. Karısından pek hoşlanmadığı mutlu bir evlilik hayatı yaşamadığı söylenen filozof Sokrates, evlilik hakkında kendisine soru soran gençlere, - Evet evleniniz, eşiniz iyi çıkarsa mesut olursunuz, iyi çıkmazsa da filozof olursunuz! demiş. Demek ta o zamanlardan beri bu konu düşünülüp kesin bir sonuca varılamayan derin meselelerden biri. Bakıyorum anneciğim benim sorularımı biraz şaşırarak, biraz da anlayışla dinledin şu ana kadar. Şimdi senden cevaplarını bekliyorum, içinden geldiğince ve elinden geldiği kadar açık seçik ve tarafsız gözle, önce kendi evlilik hayatını ve sevgi aşk konusundaki şahsi tecrübelerini, sonra da genel olarak evlilik hakkında, aşk hakkındaki sorularıma cevaplarını merakla bekliyorum, dedi..


     Annesi oğlunun peş peşe salvolar halinde gelen sorularından sonra, bir cevap vermeden önce uzunca bir süre düşündü. Ne şiş yansın ne kebap dercesine bir dikkat içindeydi sanki. Sonra ağır ağır konuşmaya başladı. -Fahrettinim, oğlum, inan ki ben evlenmeden önce böyle karışık sorular içinde değildi kafam. Rahmetlinin de aynen benim durumunda olduğunu sanıyorum. Çünki bizim memleketimizde, üstelik o zamanlar hayat, üstünde uzun uzun düşünülecek, araştırılıp sorulacak bir şey gibi görülmüyordu. Aynen ağaçlar, kuşlar, her türlü mahluk gibi bizler de Allah'ın kullarıydık, anamızın babamızın, onlar kendi ana babalarının, geriye doğru hepsi kendi büyüklerinin izinde, onların gözü ününde doğar, büyür, belli zamanlarda erkekler askerliğini yapar döner gelir, bir işin başına geçer veya öğrendiği bir mesleğini yapmaya, eli ekmek tutmaya başlar, kızlar da evlilik çağları gelince çeyizlerini hazırlarlar, annelerinden ev işlerini yemek yapmayı falan öğrenirler, çevrelerinden onları tanıyıp bilenlerin aracılığıyla da münasip bir erkekle baş göz edilirlerdi. Öyle, bir kız bir oğlanı sevmiş, veya bir oğlan bir kıza göz koymuş, birbirlerine yanmışlar - o zamanlar aşık olmaya yanma, birine aşık olmaya da filancaya yanmış derlerdi- pek duyulmuş çok görülen şeyler değildi. O zamanlar televizyon yok, her şeyden öyle kolayca haberimiz yok, insanlar işinde gücünde küçücük dünyalarında hemen hemen dünyadan habersiz, daha içine kapalı yaşarlardı. O zamanlar en fazla o da  bazen, sinemaya giderdik, Yabancı filimlerden pek bir şey anlamaz, yerli filmleri severdik, biz kadınlar aşk filmlerini daha bir sever çok heyecanla seyrederdik, kafamızda aşk diye bildiğimiz hayal ettiğimizi şey de daha çok birbirlerini seven ama bir türlü kavuşamayan, hatta istemedikleri kişilerle evlenmek zorunda kalmış kızlar ve eski sevdikleri oğlanlar arasında olurdu. Kavuşamayan sevgililer kara sevda denen bir duruma tutulurlar, senin dediğin gibi aynen deli gibi olurlar, bunları izleyen biz bütün kadınlar salya sümük ağlaşırdık. Sonunda da, bir çok acı olaydan ve felaketlerden sonra sevgililer bir şekilde mucize gibi bir çözümle birbirlerine kavuşur, filmler de orada biterdi. Birisinin karısına veya kocasına göz koyan kötü adamlar veya kalpsiz kadınlar ne yapar eder mesut ve masum yuvaları bozarlar, çoluk çocuk perişan olur ortada kalır, ama sonunda kötüler de belalarını bulurlar, aile tekrar bir araya gelir, filmler seyircilerin alkışlarıyla ve sevinç gözyaşlarıyla biterdi. Bizler işte böylece aşk denen şeyin tehlikeli, adeta patlayıcı madde yüklü ve freni boşalmış bir kamyon gibi uzak durulması gereken bir şey olduğunu düşünürdük. Evlenmek, yuva sahibi olmak başka şeydi öte yandan, nasıl yuvayı dişi kuş yapıyorsa erkek kuş evin ihtiyaçlarını getirir, çer çöpü taşır, ama kadın eli değince bütün bunlar güzelleşir ve yuva olurdu. O yüzden ailenin temel direği aslında kadındı, onun da görevi çocuklarını meydana getirmek, büyütmek, evliliğe ve hayata hazırlamak olarak özetlenebilirdi. Erkek biraz uçarı, heveslerinin peşinde gidebilen, her an denetimde ve gözetimde olması gereken bir cins olarak görülür ve öyle öğretilirdi. Kadının fendi erkekleri yendi diye bir söz vardır, erkeğini elinde tutmak, onu çekip çevirmek ve ailesinin, yani kendisinin ve çocuklarının koruyucusu, hizmetkarı yapmak kadın olmanın en büyük özelliği olarak gösterilir ve söylenirdi. Kadın, erkeğin kendisine aşık olmadan evlense bile eğer onu kocalığa kabul etmişse -veya mecburen de olsa evlenmeye razı olmuşsa- erkeğini kendisine bağlamak, aşık etmek de onun becerisi başarısı olarak görülürdü. Tarihte de öyle değil midir, padişahlar herkesi korkutur, emirler verir, harpler çıkarır, onu bunu asar keserler, ama bir kadın onları parmağında oynatır, kendinden olmayan evlatlarını bile boğdurur, devir değişir ama bu gerçek değişmez, akıllı dirayetli ferasetli bir kadının yapamayacağı hiç bir şey yoktur erkekler karşısında. Bakma sen erkek güçlüdür, şöyledir böyledir, korkulur dediklerine, en güçlü erkeğin bile hakkından yine kadınlar gelir. İşte o yüzden ben de senin bir an önce iyi bir kızla evlenip başının bağlanmasını istiyorum, bundan sana güvenmediğim, senin başına kötü şeyler geleceğini düşündüğüm gibi şeyler çıkarma, her anne böyledir, anneler kızlarına daha çok güvenirler çünki onlarda yaradanın verdiği doğal bir yetenek, kıvrak bir zeka, en zorlu erkekleri bile yola getirecek şekilde tatlı sözler ve inceliklerle dolu bir konuşma ve ikna etme kabiliyeti vardır. Ama erkekler, şimdi bana kızma ama kaba kuvvetle meseleleri halletmeye, müzakere ve uzlaşmayı becerememeye, hissi hareket etmeye ve çabucak parlamaya daha meyillidirler. Sen gazetecisin biliyorsun, kavga çıkaranlar, hatta savaş çıkaranlar genellikle erkekler oluyor. Nedense erkekler yumuşak davranmayı, anlayışlı ve güleryüzlü olmayı zayıflık, kadınsı bir hal gibi görüyorlar, belki bunda cemiyetin yetişmenin de rolü çoktur, ama neticede her şey erkeklere kalsa kısa zamanda kavgalar, cinayetler, husumetler ortaya çıkıyor. Ama senin de anlayışlı, zeki ve çalışkan, evini çekip çevirebilen bir eşin olsa, hele o bir de güzel biri olsa değme benim keyfime, güzellik en son gelir benim gözümde ama ne yazık ki erkeklerin gözünde ilk başta geliyor, bunu bilen kadınlar da süslenmeye, estetiğe, naza cilveye önem veriyorlar, hele bu devirde işler iyice çığırından çıktı, ama bu işten yine kadınlar zararlı çıkıyor sonunda, çünki bir kadının en büyük rakibi ve hatta düşmanı yine başka bir kadındır, erkek, hele cebi kalabalık ve aklı da biraz kıtsa her an onu kendisine bağlayacak, yuvasını bozup dağıtacak, her şeyi mahvedecek acımasızlıkta bir kadın her an bir avcı aslan gibi ortalarda dolaşmaktadır. Hele bu devirde ve hele İstanbul gibi bir yerde, Allah korusun senin başına böyle biri gelirse diye çok korkuyorum, her ne kadar sana güveniyorsam da helal süt emmemiş biri çıkar da kapılıverirsen diye ödüm patlıyor oğlum. Hep Allahıma dua ediyorum, Fahrettinim de iyi bir eşe mutlu bir yuvaya kavuşsun diye, en büyük dileğim o, işte böyle bir kız bulun evlensen asıl o zaman ben dünyanın en bahtiyar insanı olacağım, dedi.


     Genç delikanlımız annesine sorduğu sorulara gelen cevaplardan ne kadar tatmin oldu, ne kadarını kabul etti, ne kadarını benimsemedi, aşk ve evlilik hakkında yüz yıllardır çözülemeyen problemlerin ne kadarına işe yarar ip uçları buldu şu anda, ne biz, ne annesi, hatta en çok da kendisi, tatmin edici bir sonuç çıkarabilmiş miydi, bilinmez. Ama bu ilginç diyalog, ve sonunda ister istemez gelen güzel dilek ve beklentilerle süslü konuşma bir süre daha devam etti, sonunda uyku ve yorgunluk galip geldi ve ana oğul, birbirlerine söylediklerinin yankılarını artık yataklarında dinlemeye ve değerlendirmeye karar verdiler, güzel bir uyku ve her şeyin haklarında hayırlısının olması dilekleriyle ıssız ve karanlık gecenin koynuna kendilerini, ruhlarını ve yorgun bedenlerini yavaşça bırakıverdiler....







                                               *                               *                              *




Yorumlar

  1. Anne iyi kıvırmış bu aşk sorunsalını :)) Ama evet gerçekten oğlu belli yaşa gelen annelerde böyle bir evlat evlendirme özlemi oluyor, nasıl gençken "çocuk yapma biyolojik saati" işliyorsa sanırım belli yaşta da "evladı evlendirme biyolojik saati" işlemeye başlıyor... Şimdilerde boşanmalar çok arttığı için sanırım bu kalıp da değişmeye başlamıştır.
    Almanya'da evlilik çok nadir görülen bir durum, genellikle bir "hayat arkadaşı" oluyor insanların ama her zaman hayat boyu sürmüyor genelde çocukları yetiştirip kendi yollarına gidiyorlar, sanırım bazı hayvanlarda da var böyle bir "takım ruhu".. Çocuk yetiştirmek için gerçekten gerekli olduğuna inanıyorum, illa ki bir erkek değil ama en az bir "eş" ya da dost, biri olmalı yani, tek başına yapılacak iş değil çok zor....
    Aşk konusunda ben de emin değilim, kara sevda ile aşk karıştırılıyormuş gibi geliyor bana, aşkla da sevgi karışıyor sanki.. Evlilik aşksız olur ama sevgisiz olmaz gibime geliyor. Ama bilemedim, ben de tam emin değilim bu durumlardan. :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet netameli konularda dolaşıyor bu sırada gencimiz. Bir yandan zamanın ve çevrenin iteklemesi, öte yandan kişinin de kendisini içinde yaşadığı topluma uyabilmesi için mecbur hissetmesi gibi her gencimizin başına gelen karmaşık duygular ve bocalamalar onu nereye götürecek acaba..

      Sil
    2. Beni Gertrud romanında asıl, opera sanatçısı Mouth tarafından dövülen aşığı kadının arayı bulması için Kuhn'a ricaya gelmesi üzerine; onun şaşırarak ve kızarak sorduğu, seni döven bir adam için mi bana yalvarıyorsun? sorusuna ''sen aşktan ne anlarsın ki'' demesi düşündürdü. Demek aşk böyle bir şey, anlamak bile imkansız neredeyse.. Gencimiz de bu sorunsalı anlamaya çalışıyor..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke