24- Yolda

 



     İşte şimdi tekrar İstanbul'a dönüş yolunda, otobüsün cam kenarındaki koltuğuna kurulmuş, dalgın dalgın gözünün önünden kayıp geçmekte olan ıssız tarlaları, ağaçsız otsuz taşlık dağ başlarını, kurumuş dereleri, kerpiçten yapılmış soluk renkli ve silindir şeklindeki sanki yüzlerce yıldır orada olan bir taşla sıkıştırılarak düzeltilmiş toprak damlarıyla ve yine sanki binlerce yıldan beri aynı mimari özelliklerini devam ettiren önleri ufak avlulu, dağınık bahçeli, ahırlı ve kümesli evleriyle, ortalıkta kimselerin hatta köpeklerin bile gözükmediği virane görünümlü mahzun köyleri, taş toprak ve inşaat malzemesi yüklü ve çok nadir de olsa kırık dökük bir kaç ev eşyası, somyalar ve kilimler, yatak ve yorgan ruloları, eski bir soba ve boruları, bir de küçük bir buz dolabının arasında, eşyalara sahip çıkması amacıyla kendisine ufak bir yer bularak eğreti bir tarzda oturmuş ifadesiz ve soluk yüzlü bir genci taşımakta olan yorgun kamyonları bir film şeridi gibi peşi sıra seyrederek gidiyordu. Herkes bir umut, gelecekte daha iyi bir hayat, ya da en azından içinde bulundukları çaresiz ortamlardan bir çıkış amacıyla yollarda oraya buraya gidip duruyorlar, tıpkı benim gibi, diye düşündü. O da liseyi bitirip büyük bir heves ve kendi çapına göre kocaman hayallerle yola çıkmıştı işte, o günleri hatırladı. Babam ölmese memlekete geleceğim yoktu sanki, şu bir hafta içinde kısa bir geri dönüş, nasıl derler filmlerde olur ya; birden araya çok eski zamanlarda geçen bir kısım girer, işte ben de şimdi hayat sinemamdaki o bölümden geri çıkıyorum sanki. Gözümün önünden geçen neredeyse o kadar yıl sonra bile hiç değişmemiş şu manzaralar, buralarda hiç bir şey değişmedi, değişmiyecek de, der gibiler. Ama öte yandan şaşılacak şey, ben her şeyi çok değişmiş gibi buldum doğrusu, demek ki ben değişmişim, memleketimi ve insanları artık başka bir gözle görüyorum sanki. Mekân aynı, insanlar, tabiat hemen hemen aynı veya çok değişmemiş, ama ben şimdi her şeye tamamen başka manalar veriyor gibiyim. Sanki gözümde bir perde veya her şeyi başka renk ve boyutta gösteren bir gözlük varmış da şimdi onu çıkarmışım (ya da başka bir gözlük takmışım) o yüzden her şeye daha farklı bir anlam vererek bakıyorum artık. Herkes, evimiz, sokaklar hatta bağ bahçe bile bana farklı mesajlar verme, bizi iyi anla; ne olduğumuzu sakın unutma der gibi geldi bana şu son bir kaç gün içinde. Hele dün gece annemle yaptığım sohbet gece boyu zihnimde yankılandı durdu. Annem başta, herkes benden bir şeyler beklentisi içindeydiler gibi sanki. Seni yuvadan uçurduk, artık tüm ipler senin elinde, hadi göreyim seni, bizi üzecek şeyler yapma, dahası senden beklediğimiz her şeyi de en iyi şekliyle yerine getir, der gibiydiler. Acaba bende bir şeyleri eksik mi görmüşlerdi? Annem açıkça söylemişti işte, evlen, yalnız kalma, yalnızlık Allah'a mahsustur (oysa Allah yalnız değildi ki, her an yarattıklarını gözetliyor, o da aynen çevremdekiler gibi, ben dahil herkesten istediği şeyleri yapmamızı bekliyordu) bana tarif ettiğim özelliklerde (istediğim gibi) bir gelin hatta torunlar getir, diyordu. Ötekilerin beklentisi de bu kadar açık seçik olmasa da benzer şeyler, hatta başarı, ün, maddi manevi kazançlar gibisinden şeylerdi. Beni bu konuda asıl düşündüren şey, annemin de tam açıklayamadığı, -belki kendisinin de bilmediği bir şey olan- kısaca Aşk dediğimiz olay. Bu esnada aşk için olay dediğine kendisi de güldü. Ama neden olmasındı ki? Aşk içine düşülen bir tuzak veya çukur, zirvesi kar ve bulutlarla dumanla kaplı olmasından dolayı görülemeyen geçit vermez bir dağ, girenin bir pişman girmeyenin bin pişman olduğu -çoğunun da geri çıkamadığı- girdaplı akıntılı fırtınalı bir deniz, hekimlerin, aktarların, büyücülerin çaresini bulamadığı umarsız bir hastalık, ya da tamamen hayal mahsulü bir efsane miydi acaba. Ona kapılanların, hallerini küçümseyen veya aşağılayan, hadi o kadar acımasız olmayalım, düştükleri durumlarını anlamayanları ''Siz aşktan ne anlarsınız ki!'' diye biraz gururla, biraz acıyarak, hatta nasipsiz birer zavallı olarak görmelerine ne demeliydi peki? Fars şairlerinin büyük bir zevkle, hatta gıptayla anlattıkları; aşka düşmüşlerin acınacak hallerini, bir siyah saç, bir sürmeli göz, hatta sadece bir bakış uğruna taçlarını tahtlarını, rahat huzurlu ailelerini, zenginliklerini, kısacası her şeylerini -sonunda artık sevgililerine kavuşmanın bile anlamsız olup sırf bu ruh hâlini yaşamak uğruna- terk etmelerini nasıl açıklayacaktık peki? Modern tıp ve biyokimya bilginleri aşık olmuş kişilerde nasıl bir sinir sistemi değişikliği olduğunu, beyindeki ödül veya ceza bölgelerini, hatta mutluluk hormonlarını, aşk reseptörlerini, aşık olunca ortaya çıkan manyetik rezonans değişikliklerini vesaire vesaire, araştıradursunlar, eğer bu devirde aşk denen ''şey'' hâlâ kafaları meşgul etmeye, insanların davranışlarını etkilemeye, onları bir üst insan yapma (o eskidenmiş) şöyle dursun dengesiz hatta bizim memlekette çok görüldüğü üzere ayyaşlığa, hatta hatta katilliğe varan durumlara düşürmeye devam ediyorsa bundan kaçınmalı mı, yoksa peşine mi düşmeli karar veremiyordu insan.


     Acaba şu ön koltukta neredeyse birbirlerinin içine girecek kadar sadece kendileriyle meşgul, bütün konuşmaları iki kelimelerinden biri Aşkım! olarak süren, belki de bu küçük şehirden ve kendilerini hep garip garip süzen, hatta ayıplayarak ve homurtularla karışık sesler çıkararak ters ters bakan insanlardan kurtulup, şu anda gittikleri büyük şehirde aşklarını daha özgürce ve hatta içlerinden geldiği gibi çılgınca yaşayacak olmanın heyecanlı beklentisi ve sevinci içindeki iki gencin yaşadıkları esriklik hâli miydi aşk? Yoksa bu hikayenin sonu da keder ve kaygı dolu bir şekilde baba evine giderken bindiği otobüste, yol boyu için için ağlayan kız ve onu çoktan unutmuş olan sevgilisi yani ''ex aşkı'' gibi mi olacaktı? Bu gençlerin abartılı bir şekilde, hatta herkesin gözünün içine sokarcasına yaşadıkları ''Aşk'', gerçekten o herkesi deli divane eden aşk mıydı, yoksa bir oyun, giydiği cici elbiseyi herkese göstermeye çalışan bir çocuğun masum sevinci ve heyecanı mıydı? Bu gençlerin aralarında yaşadıkları bu duygu seli, onun anlamamakla kendisini suçladığı aşk olabilir miydi? Annesinin kendisinden beklediği şey onun da aşık olarak sonunda bu hale düşmesi mi yoksa başka bir şey miydi? Ben aşık olduğumda böyle mi olacağım yani, gözüm sevgilimden başkasını görmeyecek, onun her dediğini, her yaptığı şeyi hayranlık ve coşku ile karşılayabilecek miyim, nazlarını cilvelerini, kaprislerini bir sevimli köpek gibi karşısında hep kuyruk sallayarak, gözlerim hep onun üzerinde başka hiç bir şeyi görmeyerek ve önemsemeyerek, sadece onu mutlu etmek, hiç olmazsa güldürmek, bana tatlı emirler vermesini, eziyetlerini peşinden koşturup gülünç hallere düşürmelerini, senden gelecek her şey başımın gözümün üstüne diyerek birer nimet gibi kabul mü edeceğim? Aşk köpekliktir!, diyen bir cümle veya bir yazı metni aklına geldi o zaman birden ve bu gençlerin hallerini daha bir anlayışla karşıladı o zaman. Onlar şu anda bir cerbezeye tutulmuş mürid gibiler, aşkları onların gözünü kör etmiş, adı aşk olan şeyhlerinin eline kendilerini gassala teslim etmiş birer meyyit gibi bırakmış, adeta esriklik içinde kendilerinden geçmiş durumdalar. Aynen Fuzuli'nin dediği gibi ''Aşk derdiyle hoşem El çek ilacımdan tabip! / Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır'' halindeler. Bu hallerinin bir ilacı yok şu anda, ilaca da ihtiyaçları yok zaten. Ama dışarıdan bakanlar gözüyle durumları, ilaç versen bir haftada, ilaç vermesen yedi günde geçer türünden bir tür ruhsal grip enfeksiyonu mu?. Annesinin ondan istediği böyle bir şey değil kesinlikle, oğulcuğunun bu hallere ''düştüğünü'' hangi anne ister, değil mi? Hele bir hoppa şımarık kız için?. O anda yüzünü hınzırca bir gülümseme kapladı. Daha önce hiç tatmadığı halde önündeki yemek hakkında ukalâca konuşmalar, bilgece yorumlar yapan yemek tadıcıların düştüğü durumlar gibi saçma ve anlamsız geldi o an ona da aşk hakkındaki düşünceleri. Tadanın bir pişman, tatmayanın bin pişman olduğu ekzotik ülke yemekleri gibi bir şeydi galiba aşk denen durum. Hariçten gazel okuma gibi geliyordu şimdi onun aşk hakkındaki bu düşünceleri kendisine.


     Otobüs bir mola yerinde durunca biraz hava almak, dolaşmak arzusuyla koltuğundan kalkıp koridora yöneldiğinde merakla gözlerini kaydırdığı önündeki genç aşık çiftin, şimdi birbirlerine sarılmış masum birer bebek veya kedi yavruları gibi uyuduklarını gördü, içinden sevgiyle karışık bir  merhamet duygusu geçti. İnşallah gittikleri o koca metropolde de bu halleri devam eder, çarçabuk bu rüyadan uyanmazlar diye dua edercesine dilekte bulundu. Yorgun yolcular, kaptan ve muavin dışarıda onunla beraber kalabalığa karıştı, biraz yürüdükten sonra kendisine nisbeten sakin bir yer bularak elini telefonuna attı. Bir gün önce patronunu aramış, yarın yola çıkacağını söylemiş, patronu da acele etme, burayı merak etme minvalinde bir şeyler söylemişti, aslında biraz da bu konuşma yüzünden dönüşünü öne almıştı, pek alışamadığı, kendisine biraz hayal kırıklığı hissi veren kısa gazetecilik serüveninin bitiyor, işi elinden kaçıyor gibi hissetmişti sanki. Siyaset boşluk kaldırmaz diye bir söz duymuştu, galiba sadece siyaset değil hiç bir pozisyon, durum ve mevki veya iş, boşluk kaldırmıyordu. Her zaman işini elinden alacak, senden daha ucuza ve daha kaliteli çalışabilecek bir rakip vardı çevrede. Patronu acaba kendisini unutuyor muydu?, oysa daha bir iki hafta önce neredeyse kendisini evladı gibi gördüğünü ihsas ettirmemiş miydi ona?. Zemin bu kadar kaygan mıydı yani bu meslekte? Herkesin, her şeyin daha iyi, daha ucuz ve daha kaliteli bir alternatifi vardır! düsturunu övünerek sık sık çalışanlarının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallandıran patronların pek sevdiği teori, yani Kapitalizm bu muydu? Sosyalist olduğunu her an övünerek söyleyen, zaten söylemese bile tipinden bıyıklarından ötürü adeta ben buyum! diye bağıran patronu da aslında su katılmamış bir kapitalist gibi davranan birisi miydi? Üff! bu dünya niçin böyleydi? Büyük şehirlerde hayat daha acımasız, her şey daha belirgin ve yalındı, oysa şu biraz önce geride bıraktığı şehri de öyle miydi? Hulusi beye bakılırsa aynen oralar da öyleydi. Yoksa, Ali Haydar Örtmene bakılırsa o küçük ve geleneklerinden henüz sıyrılamamış memleketi; sığınılacak bir ıssız ada, ele geçirilememiş son kale, düşmanın çizmelerinin henüz çiğnemediği kurtarılmış son bölge miydi. Şimdi düşünüyordu da, galiba Hulusi bey haklıydı ne yazık ki. Yanılan öğretmeni ve kendisiydi, öğretmeni geçmişteki idealizm ve devrimler yapma heyecanıyla dolu günlerini özlemle arayan, hâlâ tutkulu kalmış bir genç, adeta okyanustaki adalardan birinde hayatta kalmayı başarmış ama ordusunun ve ülkesinin savaşı çoktan kaybedip düşmana teslim olduğundan haberi olmayan, hatta ne olup bittiğini hissedip de o acı gerçeği öğrenmek istemeyen bir Japon askeri gibi tutkulu bir devrim askeri, kendisi de baba evinin ana kucağının özlemi içinde dışarı çıkmış kalabalık şehire karışıp kendisine ufacık bir yer bulabilmiş, ama aklı ve gönlü hâlâ evinde, çocukluğunun o güvenli ve mutlu günlerinde kalmış, belki de bir başka şekilde şu kucak kucağa uyuyan çiftin yaşadıkları sevgi ve kaygısızlık dolu anların özlemindeki genç. Bu durumda galiba şu aşık gençler gibi sürekli aşk sarhoşluğu içinde kalmak, -ve mümkünse de hiç o halden çıkmamak- en iyisiydi kesinlikle, ama son durakta muavin kesinlikle herkese -Abi geldik, artık uyan!  diyecekti ne yazık ki..


     Bu sıkıntılı durumda eli bir kaç defa telefonuna gitti, aramak veya bir mesaj yazıp yolda olduğunu bildirmek istiyordu patronuna. Ama bir türlü harekete geçemiyordu. Acaba ters bir cevap veya beklemediği ve istemediği bir haber vermesinden mi korkuyordu patronunun? Ne diyebilirdi ki Sacit Sami bey? Gazeteye gittiğinde; -Oğlum iyi ki geldin, sensiz mahvolduk, Hızır gibi yetiştin, çok iyi ettin, hoş geldin! gibi şeyler söylemesi en çok istediği sözlerdi, ama içinden başka bir ses, avucunu yalarsın, patron çoktan daha düşük maaşla ve daha çok yetenekli ve bir çoban köpeği gibi  haber kokularını alabilen yeni bir çömez bulmuştur kendisine, oğlum Fahrettin, sen kendini ne sanıyordun, bulunmadık hint kumaşı mısın? Bak yarın gittiğinde göreceksin pabucunun çoktan dama atıldığını.. diye ona bayağı güzel moraller vermeye, zehrini yavaş yavaş damarlarına zerk eden bir yılan gibi keyifle ısırmaya devam ediyordu? Babam da tam ölecek zamanı buldu.. diye geçirdi içinden ve o anda da büyük bir utanç ve kendinden nefret kapladı bütün vücudunu. Şimdi otobüsün bir an önce kalkmasını bekleyen sabırsız yolcular gibi otobüsün çevresinde gittikçe hızlanan adımlarla dönmeye başlamıştı. Ama neyse ki bu panik hali bir kaç dakika içinde sükun buldu. İçinden başka ve daha yumuşak, daha sakin bir ses konuşmaya başlamıştı şimdi; - Ne oluyor yahu, kendi kendine neler icat ediyorsun? patronun senden iyisini mi bulacak? daha dün sana evladım demedi mi? hele bir dur, bırak şu korkuyu telaşı, yolun zaten yarısı bitti, bir rahat dur, panik yok! her şey yolunda! diyordu. Bu ses kesinlikle öncekinden daha iyiydi ve kesinlikle doğruydu, ya da öyle olmasını çok istiyordu şu anda. Yorgun spikerin bıkkınlıkla ve bazı kelimeleri hızlı, bazılarını da sanki anlaşılmasın diye uzata uzata hareket saatinin geldiğini anons etmesi üzerine hızla otobüsüne bindi ve hâlâ birer bebek gibi uyumakta olan genç aşıklara bu kez kıskanarak ve gıpta ile bakarak cam kenarındaki yerine oturdu. Bu sefer daha bir dikkatle ve hiç bir şey düşünmeden dışarı bakmaya kararlıydı, hatta şu öndekiler gibi olmasa da birazcık uyuyabilse ne güzel olacaktı. Ama heyhat! o şom ağızlı iç ses bütün uykusunu, hatta dengesini bozmuş, her an kendisini dinlemesini bekleyerek bir köşeye sinmiş, uyuyabilirse bu defa da rüyasında kendisine cefa çektirmek arzusuyla oradan kendisini süzerek kıs kıs gülüyordu sanki. Oysa şu anda rüyasında o kırmızı şık elbisesi içinde eski manken yeni haber spikeri kadını görmek ne güzel olurdu. Ama kesinlikle o rüya gelmeyecek, gelse de eniştesiyle kol kola şu öndeki aşıklar gibi sarmaş dolaş gelecek, temelli keyfini kaçıracaktı. Böyle bir rüya görmektense uyanık kalmak bin kere daha evlaydı..


     Huzursuzluk dolu bir otobüs yolculuğu eninde sonunda bitti, gencimiz İstanbul trafiğinde kayboldu, sonunda evinin kapısını neredeyse içerideki her şeyi kucaklayacak kadar özlemiş halde açtı ve aceleyle iyice ilerleyen gecenin üzerine sıcak ve yumuşak bir yorgan gibi yayılması, iyi rüyalı, eğer bu mümkün değilse, hiç olmazsa rüyasız bir uyku çekmek ve ertesi sabaha zinde ve güçlü olarak ulaşıp gazetesine bir an önce yetişmek dileğiyle soğuk ve o anda ona pek de dost gibi gelmeyen yatağına uzandı..


     Ertesi sabah büyük bir heyecan ve belli etmemeye çalıştığı bir telaşla gazetesinin kapısını çaldı ve kapıyı açan beyaz yüzlü, uzun siyah saçlı bir kızın kendisine ifadesiz bir şekilde baktığını görerek ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir halde kapının önünde adeta put gibi çakıldı kaldı...


     Fahrettin... Ben... diyebildi neden sonra...





                                               *                                *                               *


     


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke