25- İlk görüşte..

 



     Kendisini tanıtınca genç kızın hafif bir tebessümle geri çekilerek araladığı kapıdan içeri girerken hayatında yeni bir safhanın başlamakta olduğundan hiç mi hiç haberi yoktu gencimizin, yıllar sonra acaba bu olayı nasıl hatırlayacak ve hangi duyguları tetikleyecekti gencimizin kafasında, onu şimdi biz de bilemiyoruz, ama kesin olan bir şey varsa o da, gencimizin şaşkınlıkla karışık bir heyecan, kıskançlıkla karışık bir hayal kırıklığı, ürkeklikle karışık bir ne yapacağını bilemezlik hali içinde şimdi artık sanki bir misafir gibi gazete idarehanesine girmekte olduğunun bilincine varır gibi olmasıydı.


     Daha bir kaç adım atıp da henüz on gün öncesine kadar patronu, kendisi ve ara sıra ortalığı toparlayan ve sürekli çay ikmali yapan hizmetli kadın dışında pek gelenin gidenin de olmadığı bu mütevazı fikir ve siyasi gazete merkezinin bir kadın eli değip de her şeyin eski yerlerinden bambaşka yerlere yerleştirildiği, masaların üzerinde değil alakasız kağıtlar, neredeyse bir toz zerresinin dahi görünmediği, silinmemekten veya hizmetli kadının adeta iş olsun kabilinden kirli bir bez parçasıyla camlarında dairesel toz ve kir işaretleri bıraktığı -bir yerde sanat eseri olarak da pekala düşünülebilecek- desenler yüzünden pek de perde ihtiyacı duyulmayan pencerelerin şimdi artık neredeyse saydamlıktan adeta camları yok gibi bir hâle gelmesinden de anlaşılacağı üzere gencimiz ofisdeki bu alışılmadık derecede yeni manzara karşısında ne diyeceğini şaşırmış, artık buraların başka birilerinden sorulduğu, kendisinin sadece pabucu dama atılmış bir muhabir parçası - o anda Cem Karaca'nın meşhur tamirci şarkısındaki saftirik tamirci parçası çırak gibi hissetti kendini nedense- derekesine düşürüldüğünü hisseder gibi oldu. 


     Tam o anda da odada yalnız olmadığını, kapıyı açıp kendisini içeri buyur eden kızın sessizce kendisini süzmekte olduğunu görerek yine eli ayağına dolaşır bir halde, alı al moru mor, ne diyeceğini düşünür gibi bir görünüme bürünmüştü ki, yine imdada yetişen kız, delikanlımızın bu acınası hâline bir son vermek isteğiyle olsa gerek -Hoş geldiniz, ben de Jale, dedi, sonra kendisine sanki dere kenarında bir uzaylıyla karşılaşmış gibi bakan gencimize, -Başınız sağolsun, babanızı kaybetmişsiniz (o anda gencimiz babasını yeniden bulmuş gibi sevindi sanki) çok üzüldük, Sami eniştem (kim ki acaba bu Sami enişte) sizin yokluğunuzda beni yardıma çağırdı (Haa! Sacit Sami bey, yani patron, nerede acaba şimdi, oysa genellikle benden önce damlardı buraya, o da bu kızın elinden kaçıyor galiba, baksana bu kadar tertipli düzenli bir yerde bir erkeğin, hele bir gazeteci gibi bir fikir adamının rahat etmesine imkan yok) işte bir kaç gündür ben de geliyorum buraya (bir kaç gün ha! sanki sıkı bir çalışmayla ancak iki ayda bu hâle gelecek daireyi bir kaç günde bu hâle getirmiş, vay be!) buyurun oturun diyerek evvelce kendi kullandığı masayı ve arkasındaki sandalyeyi gösterdi. Gencimiz neredeyse tanınmaz hâle gelmiş ve kendisine melûl melûl bakan masasını o anda fark etti, ve hemen -Estağfurullah, siz buyurun, ben şuradaki sandalyeye otururum, lütfen rahatsız olmayın, dedi. Kızcağız da sanki o sırada dağdan gelmiş de bağdakini kovuyor duruma düştüğünü hissetmenin verdiği sıkıntıyla karışık utanç duygusu içinde ne diyeceğini şaşırmış vaziyette, bu sıkıntılı durumdan çıkmak için can havliyle, -Çayımız da yeni oldu, ben size bir çay getireyim, nasıl içersiniz?, açık mı olsun?, şeker ister misiniz? diyerek hem konuyu değiştirmek, hem de iki tarafa da gerginlik veren bu karşılaşma merasimini sonlandırmak niyetiyle mutfak olarak kullanılan küçük odaya doğru adeta kaçarcasına koştu. O anda gencimiz uzunca boylu, zayıf yapılı, dümdüz siyah saçları neredeyse beline kadar uzanmış solgun kızcağızı, bu kez ona hissettirmeden geriden süzmek imkanını buldu ve bu kızcağıza bir stajyer, yenilerin deyimiyle bir Asistan, eskilerin deyimiyle bir çaylak olarak bir pâye verdi, ve bu düşünceye ulaşmakla adeta kendisinin de rahatlayıp gevşediğini hissetti. Bütün bunlar belki de beş dakika bile sürmeyen bir zaman diliminde oldu, ama gel de sen onu bir de gencimize sor.


     İğreti bir şekilde misafir sandalyesinde oturmakta olan gencimiz, biraz sakinlemiş bir halde etrafını bir kere daha seyretmeye başladı. Evet, burası gerçekten bir zamanlar o dağınık idarehane idi, hemen her şey ona; hoş geldin, bak ne hallere düştük, her birimiz çil yavrusu gibi bir yerlere dağıldık, kitaplar boy ve renk sırasına göre dizildi, kalemler özelliklerine göre başka başka kalemliklere hepsi uçları aşağı gelecek şekilde bir asker disiplini içinde sıralandı, neredeyse artık hiç kullanılmayan, bir zamanların vaz geçilmezi Brother marka daktilo bile yeri değiştirilerek kendisine münasip görülen daha gerilerde bir sehpanın üzerine kondu, -ilerde belki minik bir basın müzesi olacak bir köşedeki yerini almayı bekleyen eskilerin bıçkın kabadayısı, şimdilerin hikayelerini kimsenin dinlemek istemediği mütekait bir basın emekçisi gibi- mahzun mahzun oradan bakıyor artık. 


     Sonra patronun masasına ilişti gözleri; ne yazık ki orası da -kendi masası kadar büyük bir kıyıma uğramamış olsa da- bu tertip düzen meraklısı kızın ellerinden kurtulamamış vaziyetteydi. Sürekli izmaritlerle dolu olan kristal kül tablası şimdi artık modern zamanlardaki salonlarda görüldüğü üzere pırıl pırıl silinmiş, değil katran izinin kokusunun bile eserinin kalmadığı antika bir kristal gibi şimdi artık içinde izmarit ezilmesine bile tahammül edemeyen, -zaten bu kadar temiz bir tablaya sigara söndürmek çılgınlık olurdu- asilzade bir sanat eseri halinde masada gururla parıldıyordu. Masanın sol yan tarafında içinde A4 kağıtların konduğu bir kağıt kutusu insana elini uzatıp bir tane alabilirse ne yazarsa yazsın bu kadar saygın bir kağıda layık olunamayacağını otoriter bir bakışla ihtar ediyordu. Bu manzarayı gören patron buradan bir kağıt alıp da saçma sapan bir yazı yazmaktansa, ya hiç yazmamayı, ya da sarı saman bir kağıda bir şeyler karalayıp ondan sonra ancak bu kağıtlara temize çekebileceğini düşünürdü kesinlikle. Patronun ceviz masası ve koltuğu da o eski ihtişamlı günlerine kavuşmanın verdiği bir özgüvenle sanki daha da büyümüş gibiydiler ve bu halleriyle sanki Dolmabahçe sarayındaki kâtip odalarındaymış gibi kasım kasım kasılmaktaydılar. -Ben şahsen bu masaya oturup bir şeyler yazmaya hicap duyarım! dedi içinden gencimiz.


     Sandalyesinde git gide küçülüp tam ayaklarının daha yere değmediği o çocukluk hallerine düştüğü hissine kapılıyordu ki gencimiz, mutfağın kapısı açıldı ve elinde tertemiz bir çay tepsisi (tabi ki üzeri iğne oyası işi güzel bir dantel örtülü) ve üzerinde pırıl pırıl ince belli çay bardaklarına doldurulmuş tam deminde ve üzerinden nefis bir rayiha yayan bir buhar çizgisi tüten bir çay ve yanında yine kristal bir şekerlik ve içinde bembeyaz kesme şekerler, yanında da küçük bir tabakta bir kaç çok çekici görünüşte nefis kurabiye ile Jale hanım çıkageldi ve gencimiz kalbinin küt küt attığını hissetti o an.


     -Buyurun, çayımız da yeni demlenmişti, kurabiyeler de annemden, beğeneceğinizi umarım dedi Jale hanım ve zarif bir hareketle gencimizin sandalyesinin yanındaki küçük dikdörtgen sehpaya çayını ve kurabiye tabağını  bıraktı. Gencimiz sırf ayıp olmasın düşüncesiyle uzatılan şekerlikten bir tane şekeri eliyle aldı, ve o anda da şekerliğin yanında küçük bir şeker tutacağı olduğunu fark ederek utancından kıpkırmızı kesildi, (ya da ona öyle geldi). Kendisini çocukluğunda bazen sırf evde yalnız kalmasın diye annesiyle beraber gittiği kabul günlerindeki sıkılgan halini ve ortalarda keyifle dolaşan o kadar çok kadının arada ona çapkınca gülümseyerek üstelik de ona büyük bir adammış gibi iltifatlar ederek, aslanım, paşam diyerek yanağından makaslar aldıkları o sıcak, parfümlü ve her yerden östrojen fışkıran misafir odalarındaki zamanlarda gibi hissetti. 


     Bu kadar da olmaz artık! bu istiskale bir son vermek lâzım dedi bir cephe komutanı tavrıyla ve sandalyesine iyice yerleşip omurgasını da dikleştirdikten sonra sesine de bir güven tonu katmak isteğiyle gırtlağını ufak bir temizleme ameliyesinden geçirdikten sonra kendinden emin bir edayla; - Patron, afedersiniz Sacit Sami bey için (niçin patron demişti acaba, ben onun çalışanıyım bugüne bugün mü demek istemişti bilinmez) eniştem demiştiniz, Jülide hanım halanız mı yoksa teyzeniz mi oluyor, geçen ay kendisiyle tanışmıştım, çok saygıdeğer bir hanımefendi Jülide hanım. dedi.. (Burada acaba, siz buraya torpille gelmiş bir stajyersiniz, buralar patrondan sonra benden sorulur, ayağını denk al haa! mesajı mı vermek istemişti o da bilinmez.. İnsana bilinç altı neler yaptırıyor, neler söyletiyor hayret doğrusu)


     - Teyzem evet Jülide hanım, dedi şimdi karşısında (ne yazık ki kendi masasına kurulmuş) oturan Jale hanım, sonra da ben buraya torpille falan gelmedim dercesine, - Yokluğunuzda Sami eniştem (nedense Sacit kısmını atlıyordu, bu ilk ismi sevmiyor da ondan mı, yoksa ev ortamında herkes Sami olarak mı biliyordu patronu o da bilinmez) benden rica etti yardımcı olmam için, bu arada ben henüz Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası ilişkiler üçüncü sınıf öğrencisiyim (yani sizlere kalmadım, bu kıytırık yazıhanede ömrümü çürütmeye hiiiç niyetim yok! mu demek istemişti o da bilinmez) eniştem bizim meslek de sizin konularınız içinde geçer ( ne demek istiyordu şimdi bu hanımefendi o da bilinmez) bu alemi de tanımış olursun bu sayede dedi, bizim okulda da biliyorsunuz şu sıralarda idare ile hocalar ve öğrenciler pek huzurlu değil, doğru dürüst bir üniversite havası zedelenmiş durumda, ben de o sebeple bu geçici iş teklifini kabul ettim ( Ohh! yarabbim çok şükür!) işte bu sebeple buradayım, dedi.


     Gencimiz büyük bir rahatlama ve sakinleşme duygusuyla çenesi açılmış bir halde konuşmaya başladı bundan sonra. - Çok iyi yapmışsınız Jale hanım dedi, hem mesleğinizde bir pratik hem de zamanınızı iyi değerlendirmiş olursunuz bence de, bildiğiniz gibi bizim gazetemiz (artık bizim olmuştu yine) haber gazeteciliği dışında, belki de ondan daha çok, bir siyasi mücadele gazetesidir. Patronumuzun yaşamını siz benden daha iyi biliyorsunuzdur o yüzden bahsetmeme gerek yok, kendisi çok iyi bir polemikçi, şaşmaz bir fikir savaşımcısı (fikirlerinde hiç şaşma olmamıştı gerçekten. bu memlekette en büyük meziyetlerden biri olduğu kuşkusuz), adeta bir deniz feneri, kutup yıldızı gibi herkesin ona bakarak yönünü istikametini belirlediği bir (az daha eski tüfek lafını ağzından kaçıracaktı) meslek büyüğümüzdür, ben okulda öğrenmediğim bir çok şeyi onun yanında öğrendim okul hayatı, hatta sizinki gibi iyi bir Üniversite bile olsa insana her şeyi veremiyor (yine burada -sen çaylaksın yerini bil! mi demek istemişti şimdi, bilinmez) burası size hem bir staj hem de bir okul gibi bir çok değerli şeyi katar, bundan eminim (ben de burada bir öğretim görevlisi sayılırım yani mi demek istemişti bu hiç bilinmez) hayırlı olsun, dedi, ve sustu.


     O anda da kapının dışında hâlâ, eskinin emektar istihbarat görevlisi şimdinin yarı resmi makam şoförü ile konuşmasına devam eden, (çok büyük ihtimalle onun da özellikle Boğaziçili bir öğrencinin kadroya dahil olması yüzünden kulakları ve burnu yeni haberler yeni gelişmeler kokusu hissettiği için içeriyi görmeyi merakla istediği anlaşılan) bu kişiyi bir çay içmek üzere davet eden patronun gür ve otoriter sesi duyuldu ve sohbet de ister istemez inkıtaya uğradı.





                                                         *                           *                             *















Yorumlar

  1. "bu kadar tertipli düzenli bir yerde bir erkeğin, hele bir gazeteci gibi bir fikir adamının rahat etmesine imkan yok" :))) Bu cümleyle birden bir aydınlanma yaşadım! hakikaten kadınlar acaba biraz da kendi düzenlerini bu nedenle mi kuruyorlar, erkekleri fazla rahat ettirip sürekli başlarına dolamamak için :))) zekice.
    "Gencimiz neredeyse tanınmaz hâle gelmiş ve kendisine melûl melûl bakan masasını o anda fark etti" :))) Bu da çok iyiydi, resmen o sahne gözümün önüne geldi ki Hayriye Teyze döneminde başıma da sık sık gelmedi değil :))) "kitaplar boy ve renk sırasına göre dizildi, kalemler özelliklerine göre başka başka kalemliklere hepsi uçları aşağı gelecek şekilde bir asker disiplini içinde sıralandı, neredeyse artık hiç kullanılmayan, bir zamanların vaz geçilmezi Brother marka daktilo bile yeri değiştirilerek kendisine münasip görülen daha gerilerde bir sehpanın üzerine kondu, -ilerde belki minik bir basın müzesi olacak bir köşedeki yerini almayı bekleyen eskilerin bıçkın kabadayısı, şimdilerin hikayelerini kimsenin dinlemek istemediği mütekait bir basın emekçisi gibi- mahzun mahzun oradan bakıyor artık. " :)))
    Jale hanım renk kattı fakat rtük yasaklamaları sonrası işi aşk meşke çeviren dizilere dönmesin kahramanımızın durumu :)))
    Heyecanla bekliyoruz

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Annesi hedefi ustalıkla yerleştirdi gencimizin bilinçaltına, artık her yere bu gözlükle mi bakar dersiniz acar muhabirimiz, bakalım..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke