26- Muhabere





     İdarehanenin giriş kapısının arkasında iki kişinin konuşmasının duyulması, bu seslerden gür olanın  Sacit Sami beye ait olduğunun hemencecik anlaşılması, onunla; hocam, efendim gibi kelimelerle saygılı bir şekilde konuşanın da büyük ihtimalle hâlen istihbarata çalışan, patronun her dışarı çıkışında sanki sıra ondaymışçasına karşısına çıkıveren, her seferinde nereye gidecekse onu bir makam arabası şoförü gibi itinalı, ciddi, saygılı ve vazifeşinas bir tavırla karşılayıp gideceği yere ulaştıran Osman beyden başkası değildi şüphesiz. Bu adamcağız nedense hiç yazıhaneye gelmemişti şimdiye kadar, işi bittiğinde durakta yerini alır, genellikle de gazete idarehanesine girenleri, çıkanları tarassut etmekle geçerdi zamanının çoğu, işin garibi duraktaki öteki şoförlerin de bu durumu son derece tabî karşılamasıydı, kim bilir belki onların da başka ''görevleri'' vardı. Her neyse..


     Sacit Sami bey daha kapının zilini çalmadan Jale çoktan kapıyı açmıştı bile, o sırada heyecanla yerinden kalkmış ve ne yapacağını da pek bilemez halde dikilmekte olan Fahrettini görünce, Patron ve Osman bey kısa bir şaşkınlık geçirdiler. Sacit Sami bey hemen toparlandı ve -Ooo Fahrettin, hoş geldin oğlum, ama ben biraz daha kalır memleketinde diye düşünüyordum seni, orada işlerin olur, anneni yalnız bırakmazsın demiştim, acele etmişsin be evladım!, her neyse, hoş geldin, tekrar başın sağolsun, gel bir öpeyim seni, dedi, gencimiz de bu sıcak karşılamadan son derece memnun bir halde patronunun elini (her ne kadar patronu ideolojik görüşleri nedeniyle el öptürmeyi pek de sevmiyormuş gibi görünerek bileğini sıkı tutmaya çalışsa da, neticede genlerinin galip gelmesinden olsa gerek, gencimizin eğilerek saygılı bir şekilde elini öpmesine de mani ol/a/mamış ve hemen babacan bir gülümseme ile karşılamıştı bu davranışı) saygıyla öpüp alnına götürdü ve ondan sonra da ikisi bir baba oğul, hatta bir arkadaş gibi kucaklaştılar.


     Adeta bir seremoni gibi süren bu kısa karşılaşmayı Osman bey ve Jale sessizce izlemişlerdi, kucaklaşmayı takip eden kısa bir sessizliği yine Patron bozdu; - Gençler bakıyorum siz tanışmışsınız bile, Osman bey, sen ikimizi tanıyorsun, bu genç kızımız da sağolsun yeni yardımcımız ve stajyerimiz Jale hanım, Jaleciğim bu bey bizim emektarımız Osman beydir, belki evde de ara sıra adı geçmiştir oradan bilirsin, benim büro dışında hemen her zaman adeta özel korumam ve gölgem gibi yanımda olan Osman beydir bu arkadaşımız da. dedi..


     Neredeyse gazetenin kadrolu bir elemanı haline gelmiş Osman bey bu yarı iltifat yarı dokundurma içeren sözlere mahcup bir edayla cevap vermeye hazırlanıyordu ki, kapıdan bu sefer kilitte dönen bir anahtar sesi geldi önce, herkes gayrı ihtiyari o tarafa baktı, açılan kapıdan elinde içinde büyücek bir tepsi olduğu anlaşılan çıkınla içeri girenin temizlik ve çay işlerine bakan emektar Fatma hanım olduğu görüldü. Anlaşılan bu kadıncağız da idarehanedeki büyük temizlik ve nizam intizam, ıslahat harekâtı karşısında daha fazla tutunamayarak geri çekilmek zorunda kalmış, iktidarını kaybetmiş bir komutan edasıyla savaş alanında başka bir cepheden saldırıya geçmeye karar vermiş, evde hazırladığı memleketinin meşhur haşhaşlı cevizli çöreğiyle henüz yenilgiyi kabul etmediğini, onda da vazgeçilemeyecek daha nice hünerler olduğunu dünya aleme isbatlama çabasına girmişti besbelli. Fatma hanım, o sırada henüz ayakta ona bakmakta olan zevata mağrur bir selam vererek mutfağa doğru yöneldiği sırada Sacit Sami bey, -biraz da mağlup olmuş ve herv türlü sonuca razı durumda bir baş komutan bakışıyla; - Fatma hanım hoş geldin, bugün misafirimiz de var bak, çayımız da mis gibi kokuyor, burası tam bir ev havasına girdi, ne güzel değil mi? dedi, bu sözlerde hem teşekkür hem de gizli bir teessür gizliydi sanki, ama bunu sadece Fahrettin hissetti büyük ihtimal. Her iki hanım birbirleriyle yarışırcasına mutfağa doğru hamle ederken, Sacit Sami bey iki ellerini yanına doğru vaziyet bu yapacak bir şey yok! dercesine açarak, - Eee! ne duruyoruz biz de şu masayı kahvaltıya hazırlayalım, dedi, ama masanın hazırlanmaya pek de ihtiyacı yoktu doğrusu, bunu fark eden patron da -durumdan razı bir teslimiyet içinde ve koltuğuna dikkatle oturmaktan başka yapacak bir şey olmadığının bilinci içinde- sessizce makamına ilişti. İçeriden gelen seslerden tabaklara çöreklerin yerleştirildiği, yanlarına çatal bıçak, çay kaşığı ve çay tabaklarının dikkatli bir şekilde dizildiği, çayların demlik ve çaydanlık bir arada tutularak bir laboratuar titizliği içinde uygun oran ve renkte konulduğu (patron çok çay içiyor, sağlığı etkilenmesin diye ona açık çay reva görülmüştü maalesef) duyuldu, Gencimiz de onlara yardım için mutfağa doğru yönelmişti ki kapının önünde elinde süslü tepsiyle Jale ile burun buruna geldi aniden, bir yardım etme hamlesi ile kızın elinden tepsiyi almak istediyse de kızın hafif otoriter, hafif  teşekkür eder gülümsemesi ile elleri bomboş kaldı. Kıza saygılı bir eğilmeyle yol veren gencimiz mutfağa Fatma hanıma yardım amacıyla yöneldiyse de bu defa onun işimize karışma, şu an operasyondayız! dercesine sert bir bakışıyla yine elleri boş, hiç olmazsa şekerdenliği taşıyayım bari çabasıyla tezgâha yöneldiyse de onun dahi çoktan tepside yerini aldığını hayıflanarak gördü, bari boş geldim şu mutfaktan boş çıkmayayım bana da bir iş verin dercesine yalvarır gibi Fatma hanıma bakması üzerine kadıncağız da ayak altında fazla dolaşma şu nazik durumda! dercesine eline peçeteliği tutuşturdu ve başından savdı gencimizi. Bu hassas durumdan elinde bir tomar peçete ile çıkan gencimiz, kadınlar mutfakta bir iş üstündeyken oraya girmenin ne kadar ölümcül bir hata olabileceğini anlamış olarak kendisini salona doğru dar attı.


     Sadece Osman beyin çayına üç tane şeker atması (buna rağmen adam son derece zayıf, dipçik gibiydi neredeyse) ve kaşıkla uzun uzun bardağı tıngırdatması dışında yine sessizlik çökmüştü ortalığa, ama bu sefer Osman bey, galiba merakını gidermek, daha doğrusu bir şeyler öğrenip akşamki raporuna daha yeni şeyler katmak arzusuyla; -Jale hanım, hayırlı olsun, muvaffakiyetler dilerim yeni işinizde, bakıyorum çok gençsiniz maşallah, gazetecilik mesleği çetrefilli bir iştir, gecesi gündüzü yoktur, Sacit beyden biliyorum, yıllardır biz de yarı gazeteci olduk sayesinde, inşallah bu mesleği seversiniz dedi. Jale de, - Sağolun Osman bey, ben daha gazeteci sayılmam, Fahrettin beyin yokluğunda sadece yardım için geldim buraya, henüz öğrenciyim ben, ama tahsilim de bu mesleğe yabancı değil, o yüzden Sami beyin teklifini kabul ettim, hem bir şeyler öğrenmek hem de yardımımın dokunması amacıyla buradayım. dedi. Osman bey; -Amacım sizin gözünüzü korkutmak değil inanın hanımefendi, ama bu meslek genellikle erkeklerin yaptığı, yıpratıcı, zamanı ve mekanı sürekli değişip insanın her anını işgal eden, neredeyse yedi gün yirmidört saatinizi vermeniz gereken bir iş, şimdi hocamın yanında bana söz düşmez ama bu mesleğin emekliliği de yok, bir girdiniz mi ölene kadar çıkamazsınız, o yüzden olsa gerek gazeteci olunmaz gazeteci doğulur derlerdi eskiler, yani insanın karakterine işleyecek bir iş bu meslek gördüğüm kadarıyla, dedi.


     Biraz uyarı biraz tehdit, biraz da senin bu kaygan ve tehlikeli zeminlerde ne işin var kızım, yazık olur sana! havası içeren bu konuşmaya Jale hanımdan önce Fahrettin bir cevap vermek ihtiyacı hissetti; -Evet Osman bey, aynen dediğiniz gibi, bazı meslekler insanın yakasını hiç bırakmaz değil mi? mesela sizin mesleğiniz de öyle, değil mi?. Siz de hiç emekli olamazsınız bu işe bir kere girmişsiniz, isteseniz de çıkamazsınız, bırakmazlar sizi, değil mi? dedi.


     Jale ortalığın biraz soğuduğunu, adeta elektriklendiğini hissetti o anda, Fahrettine baktı, garip şekilde o son derece rahattı, hatta muzip bir gülümseme var gibiydi gözlerinde, vaziyeti anlamak için bu kez eniştesine baktı, o da bu sözlerden keyif almış gibi ama pek de çaktırmamaya çalışır gibiydi. Bu şifreli konuşmalardan bir şeyler anlamasa da bu kez Osman beye döndü bakışları. O da sanki herkesin bildiği bir sırrı o bilmiyormuş gibi duruyor, tecrübeli bir gözlemci gibi vereceği cevabı düşünüyordu. Sonra o da bir cevap vermek gereğini duyarak söze başladı. -Ülkemiz, dedi, çok büyük bir ülke, milletimiz çok asil bir millet, Dünyadaki mevkimiz çok önemli çok stratejik bir coğrafya, tarihimiz sürekli kavgalar, savaşlar, yıkımlar, çöküşler ve dirilişlerle dolu, hepimiz okulda ilk bunları öğrendik biliyorsunuz. Ama Devletimiz çok büyük bir devlet, Allah devletimize zeval vermesin, etrafımız düşmanlarla çevrili, bunlar yetmezmiş gibi içimizde de bozguncular, bölücüler, hainler dolu. Taa Osmanlıdan beri, hatta ondan çok çok öncelerinden beri bu şartlarda doğduk, ve yaşama savaşı veriyoruz Türk milleti olarak, bu şartlarda etrafında düşmanları her an ona tuzak kuran bir insan ne yapar sizce?, devamlı tetikte durur, güçlü olmaya çalışır, her an savaşa hazır olur. Devletimiz de aynen böyle yapıyor işte, ben bir şoförüm ama hepsinden önce bir vatandaşım, çoluk çocuğum var, atalarım bu bayrak altında doğdu, bu bayrak altında yatıyor, ben de öyle olacağım, kim ister evinde huzur içinde otururken birilerinin gelip onu kapı dışarı etmesini, malını mülkünü yağmalamasını, toprağını hatta evlatlarını alıp köle yapmasını.. kimse istemez değil mi? Ama Devletimiz büyüktür, düşmanlarını da gayet iyi tanımaktadır, bazı evlatlarının onların oyununa gelip kanmasına müsaade de etmeyecektir, mümkün olduğunca düşmanlarına fırsat vermeyecektir. O yüzden ben bir şoförüm ama ondan önce, hepsinden her şeyden önce ben bir vatanseverim, sizlerin de öyle olduğundan hiç şüphem yok, ama su uyur düşman uyumaz demişler atalarımız, düşmanlarımız en ufak bir zaafiyette bünyeye saldıran bir virüs misali içimize hastalık salıp bizi güçten düşürebilir, bu durumda hepimize görev düşmektedir, ben kendimi bünyedeki yabancı hücrelere karşı duran bağışıklık hücreleri gibi hissediyorum, düşmanı en erkenden, çoğalmasına fırsat vermeden tanımak ve ''etkisizleştirmek'' görevimdir diye düşünüyorum, her Türk vatandaşının da böyle dikkatli ve teyakkuz halinde olması gerekir diye düşünüyorum, dedi..


     Adamı dinlerken Fahrettin muhabere ve muharebe kelimelerini düşünüyordu nedense. Biri haberleşme, diğeri savaşma anlamına gelen bu iki kelime ne kadar da birbirlerine benzer, adeta akraba gibiydiler. bir harfin yer değiştirmesi nasıl bu kadar anlam farkına yol açıyordu? İşte şimdi  karşısında adeta vatanseverlik nutuğu atan bu adam haberleşme elemanı mıydı, yoksa bir anda cebinden silahını çıkaracak kadar savaş elemanı mıydı?. Savaş muhabiri kelimesi geldi bu kez aklına, muharebe muhabiri.. nasıl bir kelimeydi ama..


     Bu sıkıntılı durumdan araya giren Sacit Sami beyin konuşması çıkardı onları. Bu kez beklendiğinden daha yumuşak, orta yolu bulan bir tavırda ve daha alçak bir sesle; -Hepimiz elbette vatanımızı seviyoruz, bu vatana hepimiz borçluyuz ve ancak elbirliği ve gönül birliği içinde birbirimizi anlayıp hoş görerek hizmet edebiliriz ona, kimse de ben senden daha vatanseverim, sen benden daha aşağı konumdasın diyemez, altmış senedir bunların mücadelesini verdik ve veriyoruz, bu yolda da sanırım öleceğiz, ama benim üzüntüm bu kadar yol gittikten sonra dönüp de arkama baktığımda bir arpa boyu kadar bile yol gidemediğimizi görmem oluyor maalesef, biz burada vatanperverlik yarışması yapmıyoruz çocuklar, birbirimizi düşman hayın gibi de görmüyoruz -ben şahsen hiç görmedim, o kadar bana saldıran muarızlarım olduğu halde- bizim, -daha doğrusu ben kendi payıma konuşayım-, benim, bütün çabam bu kalın kafalı millete ve bu kalın kafalı devlete ayakta kalma mücadelesi böyle birbirimizi yemekle olmaz, birbirimizi anlamaya çalışmakla olur, biz önce bir içimizde anlaşalım, sonra dış düşmanlara sıra gelsin demekle geçti. Aslında ben bu dış düşman, dış güç laflarından da bıktım artık, tüm dünya, tüm yabancılar bize dosttur demiyorum, ama onların bütün işi gece gündüz oturup devamlı bizi çökertmek, yok etmek planları hazırlıyorlar, tek arzuları bizi ortadan kaldırmak, biz dünya yüzünden silinirsek başka dertleri kalmayacak gülüp eğlenmeye, çalıp oynamaya başlayacaklar, mesele bu kadar basittir demiyorum sadece. Aynen bir ormandaki gibi tüm ağaçlar güneşi görmek ve büyümek için yarışırlar, başta komşu ağaçlar, tüm diğer bitkilerle bir hayat mücadelesi içindedirler, hepsi birbirinin hem komşusu, ama hem de rakibidir, aslında tüm canlılarda da bu kanun geçerlidir, her birey büyümek, çoğalmak arzusundadır, fırsatlara en iyi uyumu sağlayan çoğalır, uyumsuzlar silinir gider. Bu tabiat kanunu hemen her yerde geçerlidir, denizlerde de böyledir, havada da, karalarda da. Bizim ömrümüz bunları anlatmakla geçti, adımız materyaliste, Darwinciye hatta komüniste çıktı. İşte görüyorsun Jaleciğim, sen bu işin tahsiline başladın, Siyaset bilimleri ve Kamu yönetimi okuyorsun, ne yazık ki elbette iktidarın izni olursa, bak seni okuluna bile almıyorlar şu sıralarda, sen de buralarda bizim aramızda bu işin pratiğini yapıyorsun, bir nevi laboratuvar çalışması yapıyorsun, aman gözünü iyi aç, bu memleketi laboratuvar gibi görüp akıllarına estiği gibi deney yapanlar var, sık sık da laboratuvarda patlamalar oluyor, biz her ne kadar buradan bu deney yanlıştır, patlayacak diyoruz amma bazı kalın kafalılar hep aynı deneyi yapıp her seferinde başka başka sonuçlar alacaklarını düşünüyorlar, ama bilim değişmiyor her seferinde deneyler patlama ile sonuçlanıyor. Biz uyarmaya, onlar patlatmaya devam ediyorlar, işte durum bu kızım, görüyorsun.. dedi.. Osman beyin patlatma, uyarı kelimelerine dikilmiş kulakları Fahrettinin de her yanı gözlemleyen, ama ne düşündüğü o an anlaşılamayan düşünceli hali genç kızın gözlerinden kaçmadı..







                                                *                               *                               *

     



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke