28- İş bölümü
Hayat bazıları için çok açık ve berrak denecek kadar da saf ve basittir, çevredeki her şeyi hatta kişi kendisini bile iki kere ikinin dört ettiği kadar kolay anlaşılır, bilinir ve tanımlanabilir olarak görmektedir. Etraftaki her nesne ve canlı kolayca beyaz ve siyah gibi bir kategoriye, bir sınıfa sokulabilir, aynen market sıralarındaki ürünlerin (''görmesini bilen gözlerin gördüğü gibi'') üzerlerindeki etikette yazan bir kaç kelime ile ''ne mal olduğu'' nun anlaşıldığı gibi her şey kolaylıkla tanınır, bilinir.
Oysa etrafımızdaki canlı -hatta cansız- her şey en başta fiziksel olarak sonra da diğer tanımlayıcı özellikleri bakımından dışarıdan görüldüğü gibi değildir, keşke -belki de iyi ki öyle değil- yukardaki gibi düşünenlerin kendilerinden son derece emin bir şekilde hayat hakkındaki kanaatleri doğru ve kesin olsaydı, belki o zaman her şey daha kolay olurdu diye düşünenler çıkabilir, ama bu düşünce müsbet ilimler dediğimiz fiziksel ve matematiksel dünyada bile neredeyse şüpheyle karşılanmaktadır artık. Matematik ve felsefe dışarıdan tamamen apayrı ekoller gibi görünse de ikisi de aynı sonuca varmaktadır konularında derinleşenlerin müşahede ettikleri gibi. Buradan şu sonuca gelmek istiyorum; Belki de o yüzden ilk çağlarda yaşayan alimler hem matematikçi, hem felsefeci, hem tıp ve kimya bilgini ve aynı zamanda astronom hatta müzik tiyatro gibi konular başta gelmek üzere bir çok güzel sanatta sanatkâr ve teorisyen olurlarmış. Her şeyin felsefesini kurmak fikri ve tutkusu belki o zamanlardaki insanlardan kalmış günümüze kutsal bir miras olarak. Ama ne yazık ki zaman ilerledikçe bilim ve teknoloji gittikçe gelişmiş ve her an bilinenlerin üzerine daha yeni bir şeyler eklendikçe bildiklerimizin azlığı buna mukabil bilmediklerimizin azalacak yerde daha da çoğaldığı fark edilince her şeyi tek bir teoride açıklamak hevesi ister istemez kursaklarda kalmış. Mesela ilk çağlarda göğe bakarak güneşin, ayın ve yıldızların hareketlerini inceleyen bir kişi -eğer müneccimlik amacıyla bu işi yapmıyorsa- dünyamızın etrafında her gün ve gece sürekli olarak bu gök cisimlerinin hareket ettiğini, merkezi bizim dünyamız olan bu evrende cisimlerin bazı hareketleri yine de çok kolaylıkla açıklanamasa da neticede işleyen bir düzen olduğu, bu düzeni de onların bu hareketlerinden sorumlu melekler veya tanrıların kurup yönettiğini düşünerek açıklanamayan sorulara kolayca cevaplar bularak anlaşılır bir sonuca varabiliyorlarmış. Ama yüz yıllar geçip de bilim adamlarının eline teleskop mercekler vs gibi olanaklar verilince bu her şeyi kolayca açıklayan teoriler ister istemez çökmüş, gördüklerini yorumlayan matematikçiler bu hareketlerin kanunlarını çıkarmışlar, aradan melekler şeytanlar çıkmış, müneccimlere de yol görünmüş -gerçi astrologlar ve falcılar haline dönüşerek yine de insanların ilgisini çekemeye ve ara sıra da bazı tahminlerini de tutturmaya devam ediyor olsalar bile- müsbet bilimler daha ciddiye alınır olmuş. Gelişmeler burada da kalmamış tabi, aslında evrenin merkezi olmadığı anlaşılan dünyamızın da insanlar kolayca anlayabilsin diye merkez olarak Güneş tasavvur edilse bile onun da evrenin merkezi olmadığı hemen anlaşılmış, Güneşimizin de bu sefer Samanyolu galaksisinin mütevazı bir üyesi olarak galaksinin merkezinin etrafında dolandığı anlaşılmış, sonra daha ileri teleskoplar yardımıyla bunun da eksik olduğu, mütevazı bir Galaksi olan Samanyolu galaksimizin de başka daha büyük çekim gücü etrafında saniyede 550 kilometre yani saatte yaklaşık 800.000 kilometre gibi muazzam bir hızda döndüğü/hareket ettiği/ona doğru gittiği anlaşılmış, birbirine yaklaşan ve uzaklaşan Galaksiler topluluğu, şişen evren modeli, kara delikler, muazzam çekim güçleri vesaire derken yine ipin ucu kaçmış, Kainat her an genişliyor mu, yoksa bu teori de yanlış veya eksik mi, büyük patlama denen teori de mi çökecek, bunların yerine hangi teoriyi ikame edeceğiz diye fizikçiler, astronomlar, diğer bilim adamları düşünür olmuş. Anlaşılan bu evreni, içinde yaşadığımız -boşluğu- daha basitçe açıklayalım çabası, yani her şeyi tek bir teoride buluşturarak hepimiz kolayca her şeyi anlayalım da bilimin son noktasına ulaşalım, açıklanamayan bir şey kalmasın, her şeyi bilelim de rahat edelim derken ne yazık ki eski naif ve kolayca her şeyin anlatılabildiği zamanları mumla arar olmuşuz, bilim artık bilim adamlarının bile içinden çıkamadığı kadar çetrefilleşmiş neticede. O kadar kaynaklar ayrılıp hâlâ sonuçlanamayan Maddenin temel yapısı olan atom ve onun içindekilerin ve onların davranışlarının açıklanması çabalarından bahsetmiyorum bile.
Öte yandan çok eski çağlardaki tapınakların girişindeki '' Kendini bil (tanı) '' yazısının neyi anlattığını, neyi işaret ettiğini anlamak isteyen filozoflar, bu defa insanın iç dünyasına yönelmiş, insanların davranışlarının itici gücünün ne olduğunu, birbirleriyle ortak veya karşı olmalarının nedenlerini araştırmaya kendilerini adamışlar, insan denilen meçhulü madde ve ruh olarak iki ana bölümde inceleyelim de işimiz daha kolay olsun düşüncesiyle olsa gerek, insanı ve içinde bulunduğu toplumu ve karşılıklı ilişkilerini anlamaya, neticede herkesin uzlaşacağı bir teoride billurlaştırarak açıklamaya kalkışmışlar, ama yine yukarıdaki bilim adamlarının akıbeti onları da yakalamış, açıklamaları kolaylaştıralım derken gittikçe fikirleri dolandırıp birbirine düğümlemişler, adeta bir İskender çıksa da bu düğümü kılıcıyla kesip çözse diye bekler olmuşlar.
Netice olarak o eski zamanlardaki her şeyi bilen, anlayan, çözen alimler devri bitmiş, ilk okulda matematik dersinde dört işlemi yapmayı öğrenince artık bu işi çözdüğünü düşünen bir çocuk gibiymiş eskiden bilimle uğraşıp da kolayca meselelerin açıklamasını yapıveren o zamanın alimleri sanki, -ne kadar huzurlu günlermiş o zamanlar-, oysa zaman ilerledikçe bildiklerimiz çoğalıp bilemediklerimiz çözemediklerimiz azalacağına ne yazık ki işler tam tersine daha çetrefilli hale gelmiş, dört işlemden sayılar teorisine, Fermat teoremlerine, Tanrılar böyle istemiş diyerek kolaycacık içinden çıktığımız yaradılış düşüncesi Evrim teorisine, biyokimya ve atom fiziğine, hatta astrofizik teorilerine gömülmüş, Ruh deyip içinden çıktığımız iç dünyamız psikoloji, sosyoloji, varoluşculuk, Psikanaliz vs. dallarının sarmaşık gibi kolları arasında kaybolmuş, kısacası bildiğimiz gördüğümüz her şeyin neredeyse rüya, hayal olduğunu iddia eder hale gelmişiz ( eskiler de böyle demiyorlar mıydı), günümüzde artık o eski zamanların rahatlığını, iç huzurunu öz güvenini ara ki bulasın. Günümüzde artık her şeyin ancak bir tarafını bilen, ama diğer taraflarda neredeyse kör cahil kalan, yürürken bile navigasyona mahkûm kalmış yayalar gibi gözü ekrana kilitli ama önündeki çukurdan habersiz zavallılar haline gelmişiz hepimiz. Açık denizlerde eskiden geceleri kutup yıldızına, gündüzleri de sonradan icat edilen usturlap ve sekstant ile yönünü bulan o şanslı denizciler gibi bizler de bir nirengi noktası bulsak da nereye gittiğimizi bilsek diyecek hale gelmişiz. Yolunu yönünü şaşıranlar günümüzde bir Yaşam koçu, Mentor, Şeyh, Kutup, Gavs, Lider, Diktatör, Başkan... arar hale gelmişler, artık o seni nereye götürürse bahtına. Tıpkı Hindistana diye yola çıkıp da karşısına Amerika çıkan Kolomb - zavallı oranın yeni bir yer olduğunun bile farkında olmamış-, ya da derdine derman ararken cennete kavuştum sanarak tarikat şeyhinin kölesi durumuna düşenler gibi. Demek ki yolunu yönünü bilemezsen iş kötü, insanın bu zavallı durumunu farkeden uyanıklar, ''Mürşidi -aslında Şeyhi- olmayanın mürşidi Şeytandır'' özdeyişiyle insanları kendilerine bağlamanın, sömürmenin yolunu da kolayca formülize edivermişler. Bizler tarihi anlamaya çalışırken; ''Eski çağlardaki insanlar ne kadar safmış, krallarının, reislerinin peşinde canlarından mallarından olmuşlar zavallılar'' derken, bu ''modern'' zamanlarda çağdaş insanımız neredeyse onlardan da beter durumlara düşüvermişler, üstelik sadece ''geri kalmış'' memleketlerde değil, en gelişmiş denen yerlerde bile bir grup liderinin bir emriyle toplu intihara kadar kalkacak şekilde ''akıllarını kiraya vermiş''ler. Vah insanlık vah!, başkasının gözündeki çöpü ararken kendi gözündeki mertekten habersiz insanlık!..
Sonunda insanın tek bir fert olarak, üstelik daha kendisini bile doğru dürüst tanımadığı halde, her şeyi bilmesinin ve yapmasının imkansız olduğu görülünce ister istemez güç birliği, işbirliği ve imece, dayanışma gibi davranışlar ortaya çıkmış, gruplar dışında kalan veya dışlanan bireyler yok olmaya itilmiş. ''Örgütsüz birey yok olmaya mahkûmdur'' özdeyişiyle insanlar her şeyleriyle ortak olmaya, örgütlere davet edilmişler, ama ne yazık ki bu sefer de örgütün liderliğini ele geçirenlerin kölesi, mazlumu olmuşlar çoğu yerde. Stalin, Hitler, Mao, Kim İl Sung vs gibi acımasız liderler bozuk paradan daha değersiz şekilde harcamış ''insan kaynakları''nı. Vah zavallı insanlık vah!
Kısacası insan denen sosyal mahluk tarihte olduğu gibi günümüzde de nereye saldıracağını, nereden kaçıp kime sığınacağını bilemez olmuş durumda. ''Medeni'', ''Demokratik'', ''İleri'' ülkelerde yaşayanların ve oraların yönetimlerinin yaptıkları ortada, işlerine geldiğinde Demokrasiden, Adaletten, Haktan, Hukuktan, Kardeşlikten, Özgürlükten, Eşitlikten dem vuran bu ileri ülke insanları, menfaatlerine en ufak bir halel gelmesi ihtimalinde her şeyi unutup ''Fabrika ayarları''na dönüveriyorlar, ve bunu da hiç yüzleri kızarmadan, hatta vicdan sahibi kendi vatandaşları bile yapılanlara karşı çıktığında bir şekilde onları susturarak hatta afaroz ederek, dışlayarak, yüzsüzce yapıveriyorlar. Kendi elleriyle yaptıkları kötülükler yüzünden geri kalmış umutsuz ve çaresiz hale gelmiş memleketlerdeki zavallı insanlar; hastalık, savaş, ölüm tehlikesi vs den kaçıp bu ''Medeni'' ülkelere sığınmak isteyince de yardım edecek yerde onlara kapıları kapatıp, denizlerde boğulmaya, dikenli tellerin arkasında yaşamaya mahkum ediyorlar, hatta daha ileri giden vicdansızlar bu insanları birbirine düşürerek ve bazılarının ellerine silah vererek tehlikeyi ''Kaynağında kurutmaya'' çalışıyorlar. Hani Erdem, Hümanizm, Merhamet, Vicdan? O zavallı memleketlerdeki diktatör bozuntuları, şeyhler, Liderler sizin yetiştirmeleriniz değil mi? Onları elde ederek sürüyü kolaylıkla yönetmek işinize daha iyi geliyordu değil mi? Bana zararı olmayan yılan bin yaşasın diyerek nereye kadar gideceksin ey İnsanlık? O yılan eninde sonunda seni de zehirleyecek.
Fahrettin bütün bunları düşünüyordu işte, o mütevazı gazete idarehanesinde Osman beyin önerisine kahkaha atıp ondan sonra gelen suskunluk esnasında.
Bu defa Sacit Sami bey konuştu; -Evet çok iyi fikir Jaleciğim dedi, yarından tezi yok okulunuzdaki olaylarla ilgili bir haber dizisi başlatalım, sonra Fahrettine döndü ve; -Görüyorsun oğlum, gazetemiz yepyeni bir canlılıkla atak yapacak, kitlelerin gür sesi olacağız her zamanki gibi. Sonra da gencimizin içinden geçenleri okumuşcasına; -Jale aynı zamanda Siyaset bilimi tahsili yaptığı için senin Felsefe konusunda yapmayı düşündüğün dizi yazılarında da sana destek verecektir eminim, iş bölümünden ve güç birliğinden kuvvet doğar her zaman, böylece gazetemiz hem teoride hem de pratikte kitleleri aydınlatmak görevini daha iyi yerine getirecektir. Hemen bir iş bölümü yapalım, sen haber muhabirliği ve toplumsal gelişmeleri takip işine bak, Jale de teorik destek yanında dış haberler, dünyadaki gelişmeler konusundan sorumlu olsun, Ben de günlük baş yazılarımla gazetemizin genel politikasını ve rotasını çizeyim, bu geminin kaptanı olarak dümen benim elimde ama sizler de benim baş yardımcılarımsınız artık. dedi.
Yeni bir iş birliği, yeni bir dayanışmanın temelleri de işte böyle atıldı. Acaba Boğaziçindeki olaylar yanında Fatih, Sultangazi, Dolapdere hatta Anadoludaki benzeri sancılar içindeki yerler ve oralarda sürmekte olan sorunlar dikkatleri ne zaman çekecekti, mesela Sığınmacılar konusu nasıl işlenecekti, Afrikadan, Asyadan, Uzakdoğudan hatta adı bile duyulmamış, nerede olduğu bile bilinmeyen bir çok yerlerden gelip gittikçe etrafımızda daha görünür ve gittikçe kalabalıklaşan bir şekilde arz ı endam etmeye başlayan insanlar, acaba bu ''Toplumcu'', ''Çağdaş'' gazetede ne kadar ve nasıl yer bulacaktı?. Orası şimdilik belirsizdi, ama Jale ile bir gemide -her ne kadar geminin adı Titanic olmasa da- yepyeni ufuklara açılma fikri, acar muhabirimizin, -aklı gibi kalbi de şimdilik boş olan gencimizin- çok hoşuna gitmiş, patronun önerisi ona çok çekici gelmişti şüphesiz...
Yeni bir maceraya hem tanık hem de ortak olmanın heyecanı ve şevkiyle ikinci bardağına bu kez beş şeker birden atan, aslında kendisi de belki muhabir olabilecekken (a)silliğini kaybetmiş ve muhbir seviyesine inmiş olan Osman bey çayını hızla içip, müşterilerim bekler açıklamasıyla (aslında akşama yazacağı jurnalın şimdiden taslağının çatılması işine girişmişti bile) patrondan izin alıp sıvıştıktan sonra gelecekteki başarılı gazetecilik günleri hayalleriyle şimdiden keyfi yerine gelen Sacit Sami bey elini sigara tabakasına atıp bir tane sigara çektikten sonra arkasından kendiliğinden gelen alışkın bir hareketle emektar çakmağını yakmaya başlıyordu ki, birden tertemiz masa ve üzerindeki pırıl pırıl kristal kül tablası gözünün önüne gelerek tüm hevesi kursağında kaldı. Fahrettine kaçamak bir bakış attıktan sonra utangaç bir ilkokul öğrencisi gibi bir elinde sigara, öteki elinde çakmak, içinden çaktırmadan çektiği bir lâ havle! nidasıyla salonun bahçeye bakan küçük balkonuna açılan kapıya yöneldi, acar muhabirimiz de tazelenen çayları iki eline alarak onu takip etti, patron buna da şükür dercesine duruma razı bir halde balkona adım atar atmaz dudakları arasında bekleyen sigarasını yaktı ve küçük balkonun bir köşesine itina ile iliştirilmiş olan ferforje demirden yapılmış sehpa ve üzerinde bu defa içinde bembeyaz çakıl taşlarıyla dolu izmarit kutusunun yanına çay bardağını Fahrettine; -ne yapalım, yapacak başka bir şey yok dercesine bir bakış atarak bıraktı. İki kıdemli gazeteci ne hale düştük dercesine birbirlerine baktılar ve tevekkülle gülümsediler, gülü seven dikenine katlanır, her güzel şeyin bir ceremesi olur der gibiydiler..
* * *
Tuhaf bir dönemdeyiz... Belki de dünya hep tuhaftı ama bu kadar gözönünde değildi her şey, daha küçük çaplı hayatlarımız vardı. Şimdi bilgiye ulaşmak kolay ama doğru bilgiye ulaşmak zor... Daha doğrusu doğru da iyi ve kötü gibi duruma göre değişken bir hal aldı....
YanıtlaSilBiz eskinin insanları (ki ben kendimi de artık o gruba ait hissediyorum) eski zevklerimiz, alışkanlıklarımız, bilgimiz ve inançlarımızla bugünün dünyasını yozlaşmış buluyoruz ama dediğin gibi, zaten her çağın eski kuşağı yeni kuşağa göre böyle düşünceler içinde değil midir, bu da yaşlanmanın bir belirtisi değil midir?
Tüm bunlar olurken tek bir gerçek var. Bilgi çağı artık geride kaldı. Bilgi hele ki doğru bilgi artık ulaşılamaz halde, bir konuda bilgi edinmek için internete başvurduğumda, birbiriyle çelişen onlarca metin geliyor önüme ve hangisinin doğru olduğunu anlayamıyorum.
Yeni nesile bakıyorum bununla nasıl yaşanabilir diye çünkü bu tip durumlarda insan geleceğe uyum sağlayabilmek için yeni nesli kendine mihenk taşı olarak almalıdır bence, onlar için bu durum çok önemli değil gibi. Gerçek çok muğlak ve bunu nasılsa anlamış bu nesil... Kimin doğrusu, doğru diye düşünmeyi de anlamsız buluyorlar. Bir nevi tez antitez ve sentez anlamında, senteze ulaşmış gibiler; doğru ya da yanlış... O şunu dedi, bu bunu dedi, bence bu diyor ve bunu doğru alıp devam ediyor, fazla düşünmüyorlar... Bu bir anlamda korkutucu; çünkü yakında gerçek doğru kalmayacak (özellikle YZ tarafından deepfake tarafından yapılan, yazılan, fotoğraflanan bilgi düşünüldüğünde) bir anlamda da aslında özgürleştirici midir; herkesin doğrusu kendine ise, belki kimse kimsenin ne yaptığını önemsemeyip kendi işine bakacak ve bir tür "gücü / aklı olan kazanır"a varacak iş ve belki de insan "evrimi"nin bir sonraki noktası başlayacak.....
Almanya örneğinden yola çıkarsak (sanırım orta paragraftaki İsrail'in Filistin'e yaptıkları ve Almanya'nın görmezden gelmesi) Almanya'nın 2DS kefareti, İsrail'e karşı sonsuza dek boynu eğik yaşamak. Pozitif ayrımcılık yapılıyor ve bu değişmez çünkü toplumsal vicdan azabının kefareti ödenmedi daha. Burada bu konunun tartışılması bile mümkün değil henüz. İsrail Almanya için başbelası, asla bir fıske vurulmadan, bir eleştiri getirilmeden büyütülen şımarık bir evlat gibi. Nasıl evlattır, atsan atılmaz satsan satılmaz denir ve ne yapsa hoşgörülür bazı haylaz evlatların, Almanya için de tamamen bu durum geçerli. Vicdan azabı bunun nedeni. Bu değişmeyecek.
Nasıl ki suriyelileri istemiyor türkiyedeki insanların (büyük) bir kısmı, avrupada da eğitimsiz, vasıfsız, ekonomiye yük göçmen istenmiyor... Bu göçmen sığınmacı bile olsa.. Zor ve çetrefilli konular bunlar......
Fahrettin aşka meşke dalacak sandık ama ağır konulara daldı yine :)
Geçenlerde sanırım bir gazeteci arkadaş yazmıştı; günümüzde cesur gazeteci diye bir kavram kalmadı çünkü gazetecilik yapan herkes artık cesur sayılır diye :) Dikkat etsin Fahrettin bence...
Fahrettin'in kafası zaten yeterince karışıktı, belki bu yeni durum toparlamasına yardım eder, belli mi olur ;)
YanıtlaSil