29- Gemi kalkıyor






     Kaptan (patron) Sacit Sami, dişleri arasında kocaman bir Havana pürosu, başında yanlarında altın renkli sırmaları parıl parıl parlayan gösterişli kaptan şapkası, sırtında aynı biçimde omuz başlarında altın renginde sırmalı apoletleri parlayan tiril tiril beyaz gömleğiyle, neşe içinde, kaptan köşkünde ve ayakta, gözleri ufukları tararken iki eliyle tuttuğu kocaman bir ahşap tekerlek şeklindeki dümeni sürekli olarak bir tur sola bir tur sağa çevirerek gururla gülümsüyor, -nedense bu tür gemilerde cildi güneşten bronzlaşmış yakışıklı bir kaptan, dümeni devamlı bir sağa bir sola döndürürdü, böylece bu aşk gemisi ve içindeki keyiften ve aşktan sarhoş yolcuları, deniz üzerinde aynen bir sarhoşun yolda yürüyüşü gibi yılankavi bir iz çıkararak seyrederlerdi, vardır elbette bunun da bir hikmeti- , gemimizin tertemiz ve kusursuz bir işçilikle döşenmiş, verniklenmiş ve cilâlanmış bu nedenle de neredeyse ayna gibi parıldayan ahşap güvertesi üzerindeki iki genç; biraz geminin yalpalama hareketinden biraz da içtiklerinden değil, daha çok heyecanlarından sarhoş halde, karşıdan gelen rüzgara ve dalgaların gemiye vurmasıyla oluşan iniş kalkış, sağa sola yatışlarına direnebilmek için birbirlerine sarılmış vaziyette geminin en önündeki üçgen şeklinde halatlarla oluşturulmuş Pruva kısmına (halatların üzerine bağlanmış durumdaki tahlisiye simitlerinde geminin adı yazıyordu ama tuhaftır nedense okunamıyordu yazılar) doğru ilerlemeye çalışıyorlardı. Jale; turkuaz renkli ipek fuları boynunda, incecik bedenini saran krem renginde sade ve şık elbisesi ve ayaklarında da hafif topuklu, sade biçimli siyah rugan ayakkabılarıyla, arkadan sanki bir film (acaba hangi film olsa gerek) yıldızını andıran silüetiyle, siyah uzun saçları rüzgârda savrulurken hafif kısılmış gözleri ufukta belirsiz bir noktaya sabitlenmiş, hangi ruh halinde olduğu pek anlaşılamayan bir yüz ifadesiyle derin hayallere dalmış, koluna girmiş olan gencimiz ise tüm dikkatini sadece ona vererek genç kıza hayranlıkla baktığı için neredeyse gözleri başka hiç bir şeyi göremez halde idiler. O büyülü anların ardından nihayet gençlerimiz ruhlarında ve havada esen çılgın rüzgârın farkına vardılar ve rüzgardan bir yerlere savrulma korkusuyla sıkıca halatlara tutundular, öte yandan da rüzgara rağmen kaptan köşkü tarafından şiddeti arada azalıp artarak bir müzik sesi gelmekteydi, az sonra anlaşıldı ki hoparlörden Kalipso kralı Metin Ersoy'un meşhur ''O gemide ah ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım'' şarkısı çalıyor, insanın içini adeta dans etme isteğiyle dolduran bu Jamaika müziğinin aşka davet eden nağmeleri gençlerimizin kulaklarında çınlıyordu, ama öte yandan gencimizin kalbi de orkestranın Bongosundan bile daha hızlı bir ritimle gümbürdüyordu kesinlikle..


     İki genç şimdi ufuklara dalmışlar, denizin havayla birleştiği bu sınırları belirsiz yerde bir şeyler görmeye, daha doğrusu hayal etmeye çalışıyorlardı. Derken çok şaşırtıcı bir şey oldu; ufukta siyahtan bile daha koyu, yusyuvarlak bir şey çıktı karşılarına, sanki simsiyah bir güneş doğuyordu oralarda, ama bu güneşin neredeyse hiç ışığı yoktu, hatta onun içine doğru bakıldığında neredeyse gözünüzün ışığını bile kendisine çekiyordu sanki, gözünüzü almak bile zordu o kadar ışığa susamış olan bu yuvarlaktan. Gençlerimiz büyülenmiş gibi gittikçe kendilerine yaklaşan bu kara güneşe doğru bakarken birden Jale (nedense); -Şimdi karamelli bir dondurma olsa ne kadar güzel olurdu, dedi. Gencimiz, bu isteği bir emir telakki ederek, -Hemen gidip getireyim, kaptan köşkünde içi dondurmalarla dolu bir buzluk görmüştüm dedi ve halatları bırakıp geri dönmek amacıyla adım atmaya çalıştı, ama heyhat! ne ellerini halattan ayırabiliyor, ne de geri dönebiliyordu, sanki elleri halata yapışmış gibiydi, o sırada geminin artık neşe içinde tatlı tatlı sağa sola yatmadığını, sanki bir akıntıya kapılmış gibi gittikçe hızlanarak bu kara güneşe doğru seyrettiğinin farkına vardılar iki gencimiz korkuyla. O anda gencimizin aklına, çocukluğunda seyrettiği bir amerikan filminde akıntıya kapılıp Niyagara şelalesine doğru hızla giden bir kanocunun yaşadığı dehşet sahnesi geldi. Galiba onlar da aynı durumdaydı. Ama ne yazık ki önlerindeki şelale değil, belki de daha korkunç bir şey, tüm denizi, hatta dünyayı da yutmak üzere olan bir kara delikti! ve patron, (yani Kaptan); -Tornistan!, Tam yol geri! diye bas bas bağırsa da artık nafileydi, yapacak hiç bir şey yoktu ve karşılarındaki akıbet onları bekliyordu. İki genç korkuyla birbirlerine sarıldılar, Fahrettin; -Böyle bitmemeliydi bu hikaye! diye bağırdı, tam gemi baş aşağı son hızla kara deliğin içine dalarken..


     Gencimiz, yatağının içinden kalbi küt küt atar ve nefes nefese, çamaşırları adeta terden sırılsıklam bir vaziyette doğruldu. Bir süre öylece durdu, düşündü ve; -Vay be! ne rüyaymış! geçen seferkinde uçak toprağa çakıldı, ama bu sefer daha beteri oldu, gemimiz, dünya, her şey hep birlikte kara deliğe düştük, (benim açımdan sıradan küçük ve bir korkulu rüya, ama bu defaki çok büyük ve korkulu bir hal aldı, tüm dünya ve insanlık için çok korkunç bir son tahayyülü), ne oluyor böyle!, ne istiyorsun benden ey gece! bana bir karamelli dondurmayı bile niçin çok görüyorsun ey rüyalar meleği! , alacağın olsun!  dedi..


     Tabi böyle korkunç bir akıbet uykusunu kaçırdı gencimizin, sağına soluna dönse de düşünceler yakasını bırakmadı. Bu rüyayı nasıl tabir etmeli acaba dedi, eskiden evlerin çoğunda rüya tabirleri kitabı olurdu, veya rüyanı bir yakınına anlattığında, hayırlara tebdil olsun diye dua ederler ve aklına bile gelmeyen bir açıklama ile yorumlama yaparlardı. Oysa işte şimdi yapayalnızdı, üstelik eskilerin adını bile bilmedikleri kara delik, devasa çekim güçleri, astronomik mesafeler, karanlık madde gibi şeyler hangi rüyada görülse ve onlara anlatılsa nasıl yorumlanırdı bilinmez. İster istemez düşünmeye devam etti gencimiz; Acaba insanlar gibi evrenin de bir hayatı mı vardı? Nasıl biz doğumumuzdan öncesini bilmiyoruz (gerçi bazı medyumlar istiriptizma seanslarında doğduklarından çok önceki zamanlara gönderilince bambaşka hikayeler, senaryolar, hiç bilmedikleri diller ve isimlerle yaşadıkları başka hayatları anlatırlar, böylece reenkarnasyon yanlılarına yeni yeni deliller sunarlardı, ama bir çok insan da bunlara inanmaz bu seansları düzenleyenleri ve medyumları şarlatanlar olarak görürlerdi) ve öldükten sonrası da en azından şu anda meçhul; aynı şekilde Kâinat da Big Bang teorisine göre bir anda büyük bir patlama ile yoktan var olmuş -yani doğmuş-  ( Kûn fe Yekûn- ol der, olur, ya da yoktan var oluverir şeklinde bir Kuran ayeti açıklaması da bunu işaret ediyordu sanki ) ve yeni buluşlarla da gittikçe daha çok destek bulan, maddenin ''Kara Delik'' denen sonsuz çekim gücü içine düşerek ve sonuçta tüm evrenin de kara delikler içinde yok olması ile de ölümüne mi gidiyordu her şey? Kainat ve İnsan bu açıdan da benziyorlar ve aynı şekilde bir kader mi bekliyordu ikisini de?


     Bu derin düşüncelerden bir sonuca varamadı tabi gencimiz gecenin bu vaktinde, ama düşünceleri ister istemez onu kendi geleceği nasıl olacak sorusuna doğru yöneltti. Acaba kendi sonu nasıl olacaktı? Daha yolun başındayım, şu dünyada kaç gün yaşadım ki, şu anda sonum nasıl olacak diye düşünüyorum, ilerde güzel bir gün görebilecek miyim acaba?, Babam acaba ölürken neler düşündü?, ya da benim yaşımdayken hayat hakkında neler düşünüyordu acaba?, İlk aşkını nasıl yaşadı, aşık oldu mu acaba hiç?, Anneme aşık olmuş mudur acaba?, Onların gözünde ''aşk'' neydi acaba?, Ben aşık olamayacak mıyım?, Bak daha rüyamda bile işin sonu gelmiyor, tam aşkı yaşamaya başlar gibi oluyorum, dünyayla beraber her şey yok oluyor, acaba Jale ile benim sonum da bu rüyadaki gibi başlamadan biten bir aşk hikayesi gibi mi olacak? Bu rüya bana bir uyarı mı acaba? Daha hayata tutunamadın, bir evin barkın yok, işin garanti değil, patron paydos deyince ne olacağın belli değil, bir de haline bakmadan aşık olmaya kalkıyorsun, tez zamanda vaz geç bu sevdadan, sonunuz hiç iyi değil! mi demek istiyor? Bizim aşkımız (nedense şimdiden bizim olmuştu) olmayacak bir duaya amin der gibi bir şey mi olacak? Bu rüyaya bakılırsa öyle gibi galiba. Ama rüya da olsa ne güzel bir andı, onu yaşamak bile güzeldi doğrusu..


     Bu ve bunun gibi birbirinden beter sorular ve hiç umut ışığı yakmayan hayallerle iyice sıkıntıya giren ve uykusu eni konu kaçan gencimiz sonunda yataktan kalkıp kendisine bir çay yapmaya karar verdi. Ama mütevazı mutfağına baktığında bir kere daha morali bozuldu, tezgahta bir tencere, bir tava ve bir kaç tabakla çatal bıçaktan oluşan mutfak gereçleri ve üç gözlü bütangaz ocağı da oradan ona mahzun melûl bakıyorlar gibi geldi. -Şu haline bakmayıp da bir de elin kızını bu kara delik içine çekmeye kalkıyorsun be Fahrettin!, aferin sana! dedi. O anda karar verdi, aynen ''Primum non nocere'' diyen Hipokrates gibi yapacaktı. Her şeyi gidişatına bırakacak, önce kırmayacak üzmeyecek, zarar vermeyecek, şartlar ve zaman karşısına ne çıkarırsa ona razı, ama aklını ve vicdanını da bir kenara atmadan bu gönül maceralarına, aşk meşk işlerine açık olacaktı. Kim bilir eski masallardaki gibi biri yoksul öteki zengin iki genç birbirlerine aşık oluverirlerdi, Allahtan umut kesilmezdi. Gerçi çok bilmiş, aynı zamanda da kara vicdanlı eskiler ''İki çıplak bir hamama yakışır'', ''Davul bile dengi dengine çalar'' derlerdi ama bazı başka iyi niyetliler de ''İki gönül bir olunca samanlık seyran olur'' dememişler miydi?. İyi ki dünyada temiz kalpli (saf) insanlar da var, yoksa şom ağızlılar hiç düşünmeden uçurumun kenarında duranlara arkadan tekmeyi basmakta hiç tereddüt etmezlerdi dedi. Bu saf, salak, hatta ahmak dediğimiz insanlar, nedense her şeyin güzel tarafını bulurlardı bir şekilde, ve hem kendilerinin hem de onlara inanmak isteyenlerin yüreklerine su serperlerdi, onlar tanrının bir lütfuydu kesinlikle, Allah onlardan razı olsundu, beklentileri, ümitleri hiç kırılmasındı. Gencimiz böylece bir ümit ışığı yaktı kendisine, ve kendi kendisinin bir moralini bozan bir düzelten bu halinden kurtulmak isteğiyle olsa gerek masanın üzerinde bulunan pilli küçük portatif radyosunu açtı, her zaman dinlediği TRT3 kanalının sabahın o saatinde yayınlamakta olduğu barok müzik nağmeleri bir anda odayı doldurdu. Şansından Vivaldi'nin mevsimler konçertosu çalıyordu, hem de İlk bahar.. Rüyasının aksine bu kez içini sevinçle dolduran bu müziği gülümseyerek dinlemeye başladı. Her ne kadar açık denizlere yol alan gemiye binemese de şimdi ilkbahar sevinci ve yaşam isteği veren bu müzik ona ilaç gibi gelmişti.. Acaba Jale de şimdi bu müziği dinliyor mudur? dedi, sonra bu safça sorusuna kendisi de güldü, -bu saatte? dedi. Sonra, bu müziği seviyor mudur acaba diye düşündü, -tabi ki dedi içinden yine, arabesk dinleyecek birine hiç benziyor mu sence? Mutlaka uyuyordur şimdi dedi, acaba nasıl bir rüya görüyordu ki şimdi? merakına ve sorusuna kendisi de güldü, iç sesi zaten gülmeyi sürdürüyordu zaten. Vivaldi zihnimi açtı, sanki çok mantıklı sorular sormaya başladım dedi, ve bu sözüne de hep beraber güldüler..


     İçinden çay yapmak, hatta evde daha fazla oyalanmak gelmedi nedense, çıkıp ıssız sokaklarda dolaşarak işyerine gitmeye karar verdi. Kısa bir tuvalet, temizlik, diş fırçalama gibi rutin işlemlerden sonra giyinerek sokağa (keşke güverteye olsaydı) çıktı. İlk dikkatini yüzüne çarpan havanın sabah serinliği ve gökyüzünün zifiri karanlığı çekti. Yahu daha sabah bile olmamış, ama gecenin en karanlık zamanı gün doğmasına yakındır demişler, inşallah doğrudur, bir kere yola çıktık, geri dönüş olmaz artık dedi, gâzâya çıkan bir padişah kararlığıyla, yönüne bile dikkat etmeden yavaş tempoda yürüyordu şimdi. Ansızın her tarafı gümbürdeyen ezan sesleri doldurdu, müezzin sanki -uyanın gaflet uykusundan zındıklar! namazınızı kılın, yoksa cehenneme gideceksiniz! der gibi tehdit ve tanrıya yakarı karışımı hisleri ile dolu bir şekilde ve uzun uzun aralıklarla sürdürdüğü bir sabah ezanına başlamıştı. Dikkatini biraz ilerdeki kapısında beyaz led ampulü yanan cami çekti o arada, içinden, acaba girip bir namaz kılsam mı diye bir his geçti. O anda çocukken babasıyla gittiği bir cuma namazında sert bakışlı, kapkara suratlı yaşlıca bir amcanın, - Bu çocuk böyle kısa pantolonla camiye getirilir mi, erkek adamın göbeğiyle dizleri arası mahremdir, pantolonun paçaları dizden dört parmak aşağıda olacak, bu şekilde namaz kılınmaz! demesi ve onun da utanç ve öfke dolu olarak eve dönmesini hatırladı. -Şimdi büyüdüm işte! sıkıysa beni camiden kov ihtiyar! gireceğim içeri, hem de abdestsiz! dedi. Kendisini camiden ve zamanla da dinden soğutan o yobaz adamdan böylece öcünü alacaktı şimdi..


     Caminin kapısını aralayıp içeri girdi, ayakkabılığa ayakkabılarını iki tabanı birbirine bakar tarzda koydu ve makine halılarına basa basa en önde saf tutmuş küçük cemaatin arasında yerini aldı. Cemaat üç tane yaşlı (biri öksürüp duruyordu) ve iki tane de genç (biri etrafa sert sert bakıyor ve büyük ihtimalle o yobazın soyundan geliyordu) ve gencimizden oluşuyordu, kafasında standart sarığı ve sırtında siyah cüppesiyle genç uzun boylu ve zayıf yapılı imam Tekbir getirerek sabah namazına başladı ve hep birlikte iki rekâtlık namaz kılındı. Namaz bittikten ve tesbih çekilip dualar da yapıldıktan sonra imam -Sabahı şerifleriniz hayrolsun, dedi ve hep birlikte ayağa kalkıldı, cemaat bu yeni üyeyi merakla süzerek selamladı, imam efendi de -Hoş geldiniz dedi ve iki eliyle gencimizin elini tutarak tokalaştı. Gencimizin içinden bir an gördüğü rüyayı imam efendiye anlatmak ve yorumlamasını istemek geçti, malum peygamber efendimiz rüyalara çok önem verir ve her sabah cemaatinden gördüğü rüyaları anlatmasını ister ve sonra da onları yorumlarmış, böyle bir bilgi hafızasının bir yerlerinden karşısına çıkıverse de aklı onu dizginledi ve;  -Oğlum Fahrettin, ne şimdiki zaman o zamanlar, ne bu imam peygamber, ne de sen o zamanki müminlerdensin, daha yeni tanıdığın bu adama bunları anlatsan o ancak - Çattık bir belaya daha! Allahım sen akıl fikir ver bu adama! der ancak, devir o devir değil, kendine gel, akıllı ol! dedi, gencimiz de bu uyarıya uydu ve şimdi burada abdestsiz namaz kıldım, acaba günah mı işledim? ama çok temiz kalple ve iyi niyetle girdim içeri, önemli olan niyettir derler, en azından günah işlememişimdir inşallah! diye düşünerek dışarı doğru yollandı, ayakkabılarını giyerken biraz da o yobaz adamdan intikamını almanın mutlu bir rahatlığı vardı içinde sanki..


     Boş sokaklarda köpeklerin meraklı bakışları altında bir süre daha ilerleyen gencimizin yolu daha geniş bir caddeye açıldı derken, bu arada güneşin ilk ışıkları gökyüzünü aydınlatmıştı, bir yön ve durum değerlendirmesi yapan gencimiz gazete idarehanesine yaklaşık bir saatlik yolu olduğunu tahmin ederek önüne çıkan bir sabahçı kahvesine girmeye karar verdi. İşsiz ve evsizlerin rağbet ettiği (ama kahveci tarafından onların pek buralarda istenmediği) bu sabahçı kahveleri günlük iş arayanların da bir çeşit buluşma mekanıydı, çoğu işten çıkarılmış veya hiç bir zaman düzenli iş sahibi olamamış, ya da iflas ettikleri için artık yeni bir iş kurmayı hayal bile edemeyenlerin kendilerini geçici olarak işe alıp da gündelik ödeyerek, genellikle inşaat, ev veya eşya taşımaya yardım veya kömür odun taşıma gibi süfli işlere razı halde bekleştikleri bu açık pazar usulü buluşma noktası henüz yeni yeni dolmaya başlamıştı. Kıyafetinden ve gençliğinden ötürü kahve halkı tarafından işçi mi yoksa işveren mi olduğuna karar verilemeyen gencimiz başıyla selam vererek bir masanın berisine çöktü, masaya yakın bir kaç adam ona sağ ellerini kalplerinin üzerine koyarak merhaba dediler, o da aynı şekilde onlara karşılık verdi, kısa süren bir sessizlikten sonra kahve normal uğultusuna tekrar kavuştu. Çoğu kişi gencimizin kendilerine rakip veya patron olmadığı kanaatine vardığı için olsa gerek ilgilerini kaybetmişler, kendi iç dünyalarına, nerede hangi yanlışı yaptıklarının sonu gelmeyen muhasebesine tekrar dönmüşlerdi bile. Gencimiz yaklaşan kahveci çırağına bir çay lütfen dedi, ve hemen arkasından yanına da simit poğaça gibi bir şey bulunur mu diye bir soru sormak gafletinde bulundu. Bu safça tavırlar kahve ahalisinin dikkatini tekrar üzerine çekti ister istemez, çocuk -Yok ağabey, burada bulunmaz öyle şeyler, istersen iki sokak arkada bir simitçi var oradan alabilirsin dedi, gencimiz bu cevap ve etrafın istihza dolu bakışlarından biraz utanır gibi olsa da, tamam dedi kısaca. Yan masadan babacan bir adam kendi önündeki kağıt üzerinde bulunan bir simitten bir parça koparıp gencimize uzattı ve -Buyur, çay boş gitmez, al al! dedi, gencimiz almasam ayıp olur, alsam adamın rızkına ortak olurum ne yapsam acaba diye düşünürken adam çoktan kağıttan bir parça koparıp simite sarıp uzatmıştı bile, çar naçar simidi alan gencimizin aklına geceki rüyada gördüğü tahlisiye simitleri gelse de bu rüya işine bir son vermeyi ve gerçeklerle baş başa kalmayı kendi kendine tembihledi. Adama teşekkür ederek simiti aldı ve gelen çaydan aldığı yuduma arkadaş olarak bir parçasını ısırıp çiğnemeye başladı. Adam sanki hiç bir şey olmamış gibi kalan simit parçasını ağzına götürmüş, çoktan bitmiş çay bardağına eli alışkanlıkla uzanmıştı ama bardağın boşaldığının ne yazık ki yeni ayırdına varmıştı, gencimiz hemen çırağa bize iki çay daha diye elinin baş ve işaret parmağını çay karıştırır gibi yapıp zafer işareti verir gibi iki tane de demeyi vücut diliyle anlatmıştı bile uzaktan. Bu hareket adamın hoşuna gitti mi gitmedi mi belli değildi o anda ama adamcağız da sesini çıkarmamayı yeğlemişti doğrusu. Fahrettin şimdi yeniden düşünmeye başlamıştı; -Yahu bir de gazeteciyim, toplumun ne kadar dışında, gündemin ne kadar uzağındayım farkında bile değilim, varsa yoksa gündemimiz siyaset, tuttuğumuz partinin iktidar olması veya iktidardan düşmemesi bütün derdimiz, muhalefeti destekliyorsak her şey kötü, ümit yok, battık mahvolduk, yok iktidarın kuyruğuna takıldıysak her şey güllük gülistanlık, insanımız iş beğenmiyor, lokantalar oteller dolu yer bulunamıyor, hükümet her şeyi daha güzel yapacak ama içimizdeki hainler, dışımızdaki bizi çekemeyen ve kıskanan düşmanlar, gizli servisleriyle, medyalarıyla, bankalarıyla üzerimize saldıran dıj güjjler yüzünden engelleniyor, ama birlik ve beraberliğimize engel olamayacaklar, vatandaşımız uyanık ve her şeyin farkında.. Bütün senaryo bundan ibaret, sanki şu kahvede günlük geçiminin peşinde koşan vatandaşlar, evde aç bekleyen hane halkı, pahalılık işsizlik başka memleketlerin meselesi, iktidar kimde kalacak bütün mesele bu, ötesi altta kalanların derdi.. Güya biz de halkın sesini haykıran, ezilmişlerin güçsüzlerin, sosyalizme kurtarıcı olarak hasret kalmışların, emekçilerin dertleriyle uğraşıyoruz. Herkesin derdi kendine derler, ağlamayana meme yok misali bu sessiz kalabalıkların durumunu kimse görmüyor, bir bardak suda fırtına kopuyor, bu insanlar orta oyunu seyreder gibi bir ona hak veriyor, bir ötekine gülüyor, bir diğerine ağlıyor, haksızlığa uğrayanın hakkını almak için canını ortaya koyuyor, evdeki çocuğu açken liderinin peşinden kefenlerini giyip ölmeye geldik diye yalınayak koşuyor. Birazdan Jale ile okulundaki olayları ve öğrencilerin, hocalarının durumunu haber yapmak üzere devletimizin gözetiminde yola çıkacağız, ne yazık ki biz de bu oyunun bir figüranı, ufak bir oyuncusu olmuşuz da haberimiz yok, şu yanımdaki adama sorsam Boğaziçindeki olaylar hakkında ne düşünüyorsun diye, eminim olay mı oldu, ne var diye sorar veya kendi boğazının derdi aklına gelir. Benim bir de ayrıca boğazdaki aşk gemisinde kalipso meselem var üstüne, bunu söylesem ya bana zavallı kafayı yemiş diye bakar, ya da şair olduğuma, afyonumun patladığına kani olur. Benim Jale, gemi, kara delik fantazilerim kimi ilgilendirir ki? Ya da iktidarın üniversiteleri ele geçirme, aydınları, basını susturma çabaları bu yoksul yığınların ne kadar derdinde? Patronum en az elli yıldır bu milleti uyandırmaya çalışıyor, kaç kişi uyandı? Uyananlar da kendilerini ya kodeste, ya mezarda ya da arkası olanlar, şansı olanların bir kısmı da memleket dışında buldular. Bu bizim memleketin kara yazgısı mı acaba? Halkımız niçin sesimizi duymuyor, bizim dertlerimize sözlerimize kafa yormuyor? Peki biz onların dertleriyle ne kadar ilgileniyoruz? Kendimizi aydın, bilinçli, çağdaş görüp bunların tersini layık gördüğümüz halk bizi niçin dinlesin ki? Ama şu gariban adam bana simitinin yarısını verecek kadar yüce gönüllü, insan gerçekten bu millet için canını bile verir, ama niçin bir türlü aramızda köprü kuramıyoruz? Ailesinde engelli bir kardeşi olan bir insan kardeşini engelli olduğu için suçlamıyor, hakir görmüyor ve ona yardım için her şeyi yapıyorken, biz aydınlar, okumuş yazmış takımı niçin bu güçsüz umarsız kardeşlerimizin elinden tutmuyor, dertlerini hayallerini anlamaya, onlara ufacık da olsa bir yol göstermeye, bir destek olmaya kalkmıyoruz? Bütün derdimiz onların peşimize takılıp koyun sürüsü gibi bizi takip etmeleri ve bizim onlara gösterdiğimiz istikamette yürümelerini ne istesek yapmalarını, bize destek olmalarını sağlamak. ''Kendisi muhtac ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede?''. Kim kime yardım edecek? Kim kime öncülük edecek? Sen bu kadar koparsan köklerinden, halkından, o zaman onların arasından da bir şarlatan çıkar seni de ezer, halkını da ezer geçer. Boşuna dememişler filozofları olmayan ya da onları dinlemeyen halkı şarlatanlar idare eder diye. Bizde maşallah şarlatanlar çok da filozoflar neden az? Olan filozoflar da neden halktan kopuk, veya halk onlara itibar etmiyor?


     Bu tarz derin düşüncelere dalmış gencimiz kahvehanenin biraz boşaldığını, bu sefer masaların evden karıları tarafından kovalanmış, veya evden kendi arzusuyla kaçmış amcalar tarafından doldurulmakta olduğunu fark etti, ve kendi kendine, -bu kadar tefekkür yeter artık! işyerime gidiş zamanı da gelmiş neredeyse dedi, çırağa hesabı ödeyip yandaki iş bekleyen adama da bir baş eğme ile selam vererek veda edip kendini sokağın gürültülü kalabalığına, işine koşturan insanların telaşlı akıntısına saldı...








                                                        *                             *                            *




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke